14 Ekim 2018 Pazar

EHLİ SÜNNETİN USUL ANLAYIŞI




Bugünlerdeki tatsız tartışmalar, tekfir ve tadlile varan saldırılar karşısında 2014 tarihinde İSAV’ın gerçekleştirmiş olduğu EHLİ SÜNNET SEMPOZYUMU  EHLİ SÜNNETİN USUL ANLAYIŞI adlı etkinlikte sunmuş olduğum müzakere metnini hatırladım da bir takım tasarruflarla sizlerle paylaşayım dedim.

Biz, burada Ehli sünnet ve’l-cemâat kavramı hakkında bazı düşüncelerimizi seslendirmek istiyoruz.
Arabî fizik ve kültür çevresi içinde şekillenen İslam’ın kaynaklarında pek çok benzetmenin, içinde yaşanılan hayat şartlarından ödünç alındığı bilinir. Bu arada kullanılan benzetmelerden biri de çoban ve onun sorumluluğundaki sürüsüdür.
Sorumluluğu çobana tevdi edilen kuzucukları gütmek ve sağ salim istenilen yere götürmenin en güvenli şekli nedir? Çobanlık yapanlarınız bilir: Kuzucukların istikamet kaybetmemeleri için tutmaları gereken bir yol olmalıdır. Yolun tutulması, aynı yerden daha önce geçenler tarafından bırakılan izlerin takip edilmesidir. Herkesin kendince bir yol belirlemeye kalkışması hem imkânsız hem de risklidir. Çölde ve bizim memleketimizde kışın her tarafın karla kaplı olduğu zamanlarda, önceden bırakılan izlerin yol halini almış olması ne kadar hayatî önem taşır. Bu durum, hepimizin malumudur. O, halde güvenli bir seyrü sefer için öncekilerin yolunu tutmak gerekir. Bu da onların izlerinden ayrılmamayı gerekli kılar.
İkinci önemli olan husus da bu yoldan gitmenin özgüvenini birlik ve beraberlikle yaşamaktır. Gene aynı misalimizde kuzucuklar, başı çeken öncülerinin arkasına düşer, başlarını birbirlerine sokarak bir ana gövde oluştururlar ve kendilerinden emin bir halde öncekilerin yolu üzerinde yol alırlar. İşte bu sırada içlerinden aykırı olanların sürüden ayrılarak gördükleri yeşilliğe meylettikleri olur. Bu anda çoban devreye girer ve onu kendince uyararak, bazen taşlayarak, bazen üzerine köpek salarak onun sürüye yeniden katılmasını sağlar. Direnen ve inatçılık gösterenler sürüden ayrılırlar. Bunlar dağda, kırda, bayırda başı boş bir halde kalırlar ve sonunda kurda kuşa yem olurlar.
Sürünün, arkasını toplayarak gitmesi gerekir. İçindeki hasta olanları, arkada kalan kötü tokluları da olabildiğince kollamak ve onların sürüden kopmamasını sağlamak lazım gelir. Bu itibarla, yerine göre ileri gidenleri durdurmak ve “vasat bir seyir” tutturmak gerekir.
Bazen sürü çobansız kalır ve sürüde bölünmeler, toplu kopmalar yaşanır. Bu sürü için en büyük felakettir.
Sürü için, çobanın kim ve nasıl seçilmesi önemli değildir; önemli olan sürüyü kolluyor ve iyi güdüyor olmasıdır.
Bu benzetme, geleneksel hayat tarzında herkesçe bilinen, gözlemlenebilen bir gerçekliği anlatır.
Müslümanlar, daha başta bir imam olmadan ümmetin helak olacağının idrakine varmışlardır. Hz. Peygamber’in naaşı daha ortada iken, böylesine bir arayış içine girmeleri bunun bir kanıtı sayılabilir.
İslam’ın ana gövdesi nasıl oluşturulmalı ve korunmalıdır? sorusu daha baştan beri her zaman var olagelmiştir.
Burada dün ve bugün anlatılanlardan Ehl-i sünnet ve’l-cemâat kavramının Hz. Peygamber ve sahabe döneminde olmadığı ve ıstılah olarak en azından daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı anlaşılıyor. Ama daha baştan beri “ülü’l-emr” durumunda olan müslümanların İslam’ın ana gövdesini koruma kaygısı içinde oldukları görülüyor.
Bunun için her şeyden önce bir yol tutmak gerekiyor. Bu, en başta Hz. Peygamber, arkasından sahabenin geride bıraktığı izlerin takip edilmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bu iz sürme, bizim de onların vardığı yere ulaşabilmemizin garantisi kabul ediliyor. İşte bu hayat tecrübesi ve anlayış, izlerin oluşturduğu yol anlamına gelen “sünnet” kavramını öne çıkarıyor.
Yolda bölük pörçük değil, hep birlikte huzur ve özgüven içinde gidebilmenin imkânı, “cemaat” kavramını önemli kılıyor. O’na kul olduğunu kabul eden, O’na giden yola süluk eden herkesi olabildiğince kucaklamak gereği, ehli kıble olanların tekfir edilmemesini, içinde günahkâr olanların dışlanmamasını, amel bakımından zayıf olanların geride bırakılmamasını gerektiriyor. (Ümmeten vasatan).
Bu cemaatin hayat boyunca beslenmesi için bilgi kaynaklarına ihtiyaç duyulduğunda, toplayıcı anlayış gereği bölücülük, inhisarcılık yapılmaması gerekiyor. Bilgi kaynakları olarak sahabenin tümünün udûl (şahitlikleri kabul edilebilir derecede güvenilir) kabul edilmesi, bunun için bir gereklilik görülüyor.
Ümmetin başsız kalmasının felaket olacağı bilindiği için imam tayininin vacip olduğu anlayışı benimseniyor. Burada Hz. Peygamber’in yerini kimin dolduracağı sorunu karşımıza çıkıyor. Bu sorun, onun mutlak otoritesinin verasetle intikal etmeyeceği, ancak onun ümmeti tarafından temsil edilebileceği, onun masumiyetinin belli bir zümre ya da şahısta değil, ancak ümmetin tümünde tecelli edeceği ilkesi ile aşılmak isteniyor. Böylece ümmet kimi seçerse, imamın o olacağı esası kabul ediliyor.
Tarihçeye kısaca bir bakacak olursak şunlar gözüküyor: Bilindiği gibi Hz. Peygamber döneminde Arap yarımadası İslam birliğine kavuşmuştu. Hz. Ebû Bekir döneminde, İslâm’ın kurucu ilkelerini birbirinden ayırma çabaları görüldü, bunlara karşı önlemler alındı ve yerine göre şiddete başvuruldu. Hz. Ömer zamanında müslümanlık özgüven kazandı ve büyük fetih hareketleri başladı. Hz. Osman’ın son dönemlerinde yönetim zaafıyla birlikte içte huzursuzluklar baş gösterdi ve gelişmeler onun şehit edilmesiyle sonuçlandı. Artık şiraze kopmuş, sayfalar dağılmıştı. Hz. Ali dönemi toparlanma ve “yoldan çıkanları” yola getirmenin uğraşları ile geçti ve müslümanlar iki büyük kısma bölündü. Ana gövde ikiye ayrıldı, kimin nerede yer alacağının kargaşası yaşandı. Muaviye döneminde Hz. Hasan ile yapılan anlaşma sonucunda ana gövde yeniden birleşti ve o yıla “cemaat yılı” adı verildi. Birlik sağlanmıştı ama şimdiye kadar epey bir bedel ödenmişti.
İşte bundan sonra bu ana gövdenin bir daha parçalanmadan bir arada tutulabilmesinin arayışları başladı. Bu arayışlarla birlikte ana gövdenin bir arada tutulmasının ideolojik, teorik ve fikrî zeminlerinin de atılmaya başlandığını tahmin ediyoruz. Bu süreçte sürekli vurgulanan iki kavramın “sünnet” ve “cemaat” olması, bu birlikteliğin ancak bu iki yolla sağlanabileceği inancının yaygın bir şekilde paylaşılmasının bir sonucu olmalıdır. Bu birlikteliğin korunmasında geçmişi sorgulayıcı ve suçlayıcı bir üslup kullanmak yerine, onların sonuçta içtihat etmiş olduklarını ve kendilerince mazeretlerinin bulunduğunu dillendirmek de etkin olmuştur.
İmamın, meşruiyeti için ümmet tarafından seçilmesi esas iken, meşruiyeti ümmet hakkındaki tasarruflarının maslahata menût olup olmamasında arama ve istîlâ gibi fiilî durumu kabullenmenin izahı ise, direnme halinde daha ağır bir bedel ödeme endişesinin taşınması olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz bu süreçte kavramlar da bu doğrultuda oluşuyor ve içleri ona göre yeniden dolduruluyordu: Örneğin sünnet, sadece Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri değil, aynı zamanda Râşid halifelerin ve sahabenin de başlatmış olduğu ve sürüp gitmekte olan uygulamalarıdır.
Bu süreçte oluşan önemli bir diğer kavram da cemâat kökünden türemiş olan “icmâ’dır. İcma, herkesin kabul ettiği şekliyle müslümanların özelde sahabenin üzerinde görüş birliği ettiği şeydir. Burada akla gelenler şunlardır: Hz. Peygamber’in masumiyeti ve mutlak otoritesi, verasetle intikal etmeyeceğine göre ancak icma kurumu aracılığı ile onun ümmetinde tecelli eder. İcmaın, tüm ümmetin birleşmesi anlamında imkânı ise ancak sahabe ile sınırlı kalır. Öyle ise kurtuluş, sahabenin üzerinde bulunduğu yolu takip etmektir. Bu, zımnen icma dışında Hz. Peygamber gibi kabul edilen başka otoritelerin varlığını inkâr anlamına gelir. “Allah’ın eli cemaat üzerindedir, ayrılıkta azap vardır”. “Müslümanların güzel bulduğu şey, Allah katında da güzeldir”.
İslâm’a aidiyeti iddia edilen her bir şeyin meşruiyeti “sünnet”in içinde olmakla belirlenmeli, dışında kalanlar, sonradan katılmaya çalışanlar “bid’at” kabul edilmelidir. Her bidat, anayoldan sapmak demektir. Yoldan sapanları helak beklemektedir.
Âmu’l-cemâ’dan sonra da Ehl-i beyt yanlıları muhalefetlerini hep sürdürdüler. Şî’atu Ali kavramı, zamanla giderek keskinleşen ve ideoloji şeklini alan bir mahiyet kazandı ve bilindiği gibi Şî’a fırkası oluştu. Bundan sonra tarih, marjinalleşen diğer gruplar üzerine bir sünger çekti, mücadelede varlığını sürdüren şîa ise hep var oldu ve kendi usul ve fıkhını oluşturdu. Sonunda mücadele sanki bu iki fırka arasında imiş gibi bir hal aldı ve “sünnîlik” bir anlamda “Şî’a” karşıtlığı anlamı kazandı.
Günümüze geldiğimizde bütün bu yaşananların geride kaldığını düşünerek, İslam’ın bütün müslümanları içine alacak şekilde ortak paydalarının (usul ve esaslarının) yeniden belirlenmesi ve değerlendirilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Dün Mutezile gibi ehli sünnet dışı sayılan mezhepleri, bidatçi nitelemesiyle, teşeyyü damgasıyla dışlanmaya çalışılan her türlü mirası yeniden değerlendirip, eleyip, gözden geçirip yeni bir usul anlayışı geliştirmek gerekir. Yani bugün için bizim müslümanlığımızın esasları neler olmalıdır? Fıkhımızın usulü yani esasları neler olmalıdır? Sözgelimi bunu fıkıh için söz konusu edersek, usulün üç anlamı vardır. Birincisi fıkhın temelleri anlamındadır. Biz müslümalar için fıkhın olmazsa olmazları anlamında temelleri istikra yöntemiyle tespit edilmelidir. Mest üzerine meshetmeyi caiz görmek gibi ancak dış kapının mandalı olabilecek bir konunun, sünnîliği belirlemede kıstas olması gibi tutum ve tavırlardan vazgeçilmelidir. İslam ahkâmı en ortada çok güçlü bir merkez (mihver) oluşturacak şekilde, birincil, ikincil, üçüncül… halkalar şeklinde belirlenmelidir.
Usulün ikinci anlamı fıkhın kaynaklarıdır. Vahyin kriterliğinde ve kendi bütünlüğü içinde bir deliller hiyerarşisi oluşturulmalıdır. Pratik bir değeri olmayan anlamsız tartışmalardan vazgeçilmelidir.
Usulün üçüncü anlamı ise fıkhî sonuçlar elde etmek için kullanılan metodolojidir. Bu sonuncusu tamamen araçsal değeri olan bir konudur. Bu alanda, biz müslümanların dışında geliştirilmiş yol ve yöntemlerden de yararlanmanın imkânı olmalıdır.
----oOo----
İslam’ın ana gövdesi olan/ olması gereken Ehli sünnet ve’l-cemâatın kucaklayıcı ana gövdenin oluşumu ve korunması ile ilgili safha safha nasıl bir usul geliştirildiğinin seyrini açık ve net olarak görmek gerekir.
Ehli sünnet ve’l-cemâatın oluşumu sürecinde üç temel kavram bulunmaktadır: Sünne, cemâ’a ve imame (hilâfe).
Bunlar kısaca yukarıda açıklanmıştır. Hal böyle iken onun Şia ya da belli bir fırkaya karşıtlığa indirgenmeye başladığı andan itibaren, ehli sünnet ismi, kucaklayıcılığını kaybeder ve o da bölücü, dışlayıcı, parçalayıcı ve hatta tekfirci ve tadlilci bir özellik kazanır. Oysa yukarıda örnek üzerinden de anlatmaya çalıştığımız gibi ehli sünnetin, ümmetin tümünü kucaklayıcı bir söyleme ve tavra sahip olması gerekir.
Bu tavrın gereği olarak sahabenin tümünün haberlerinin kabul edilebilirliği ilkesinin kabullenilmesi, keza içtihatta isabet fikrinin benimsenmesi ile sevad-ı azamın bir arada tutulma kaygısı önemli gözükmektedir.
Diğer taraftan kayda değer bir husus da ehli sünnetin vaktiyle karşı çıktığı şeyleri zamanla içselleştirmiş olmasıdır. Bu tavır, istikrar içinde değişimin teminatıdır. Hiçbir toplumsal olgu, kurum ya da kuruluş hep aynı kalarak sonsuza kadar varlığını sürdüremez. Güneş, parlaklığını, içindeki sürekli patlamalarla (değişkenlikle) sağlar. Sabit kalsaydı, o da diğer yıldızlar gibi sönmeye yüz tutardı. Belli ki ehli sünnet, vaktiyle karşı çıktığı şeyleri kendi içine alarak eritmekte ve onlarla beslenerek varlığını bu şekilde sürdürebilmekte ve hayatiyet kazanmaktadır. Gelenek, kendi bidatlerini oluşturur ve bir süre sonra onları kendisine mal eder ve vaktiyle bidat olan şeyler şimdi geleneğin bir parçası olur, yeni bidatler oluşturulur, içselleştirilir… ve süreklilik ancak bu şekilde olur.
Buna göre sonuçta ehli sünnetin tek bir şeklinin ve esasının olmadığını söylemek gerekir. Günümüz için ehli sünneti, Allah’ın bütün kullarını kucaklayacak ve kendisinin müslüman olduğunu kabul eden herkesi içine alabilecek bir genişlikte yeniden tarif etmek ve esaslarını yeniden belirlemek, çağdaş sorunların üstesinden gelebilecek bir iman ve inançla, olabildiğince geniş bir bakış açısına sahip kılmak gerekmektedir. Bizzat ehli sünnet adına kitaplarda yer alan esasların, ehli sünnet anlayışından çok, inhisarcı, bölücü, dışlayıcı bir tavra daha yatkın olduğunu söylemek gerekir. Nitekim, o sempozyumda tebliğ sunan Âyetullah Vâizzâde Horasanî’nin üslubunun, ehli sünnette olması gereken üsluba daha yakın olduğunu belirtmek gerekir. Ehli sünnet ve’l-cemâat, olmak bütün grupları, fırkaları, mezhepleri kucaklayabilmek demektir.
Böylesine kucaklayıcı bir kimlik inşası için illâ da “Ehl-i Sünnet” kavramını kullanmanın zaruretine de inanmıyorum. Bunun için “İslam” ismi neden yeğlenmesin ki?! Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmedi mi: “Hüve semmâkümü’l-müslimîn…” (Hacc 22/78) Bu ismin bize daha çok yakışacağı ve daha kucaklayıcı olacağını düşünüyorum.
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Dua ile!
14.10.2018
GARİBCE



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...