Ayağıma diken batıyor,
canım acıyor.
Neden diye sormalı mıyım?
Çünkü ayak benim ayağım.
Ve ben başımla, ayağımla,
etimle tırnağımla, ruhumla bedenimle bir insanım. Varım ve varlığım bu birliğe
bağlı.
Ayağım kopsaydı ve
haberim olmasaydı, tırnağım üzerine konan közün acısını yüreğimde duymasaydım
ben ben olmazdım.
Beni ben yapan tüm
organlarımın birbirine bağlı olması ve hepsine birden de ruhumun hâkim olması,
başımla ayağımdaki tırnağa aynı canın nüfuz etmiş olması… İşte o yüzdendir ki
ayağıma diken batınca acısını duyuyorum ve bütünüyle canım yanıyor.
Müminler/ Ümmet de böyle
olmalıydı.
Sevgili peygamberimiz de
bu gerçeklik üzerinden müminleri tek bir bedene benzetmiyor muydu?![1] Ümmetin kimi baş kimi ayak
olsa da hepsi birden tek bir beden gibi değil miydi? O yüzden Yemen’e ateş
düşmüşse İstanbul onu yüreğinde hissetmeli değil miydi?
Malum değerler dizisinde korunması
gereken beş küllî esas vardır ve bunlar da kendi içlerinde sıralıdır. Bu cümle değerlerin
başında Canın korunması gelir. Dinin korunması da yerine göre –özellikle kamuyu
ilgilendirmesi durumunda- birinci sıraya yükselebilen önemli bir değerdir. Dinin
korunması için bir takım sınır çizgileri mahiyetinde haramlar vardır. Bir kimse
o sınırlara riayet eder ve berisinde durursa Müslüman kimliğini ızhar etmiş ve
korumuş, kim de o sınırı aşarsa kimliğini kaybetmiş olur. Âdem babamızın
mahiyeti her ne ise kendisine yasak edilen Şecere/ Ağaç sınır çizgisini aşması
ile birlikte cennetlik kimliğini kaybedip dünyalı hale gelmesi gibi.
Ne ki tevbe kapısı hep
açık da düşenin kendisini toparlayıp ayağa kalkması imkânı hep mevcut ve bu
bizi kurtarıyor.
İmdi dini koruma babında sınır
çizgileri mahiyetinde getirilen haramlar arasında meyte ve domuz etinin yenilmesi
de var. Müslüman meyte ve domuz yemez.
Peki ya canını korumak
için bunları yemek zorunda kalırsa yani dinin haramlarına saygı ilkesi ile canı
koruma emri karşı karşıya gelirse ne yapılmalı?
Bu konuda hemen akla
gelen cevap canın korunması esasının öncelenmesi olacaktır. Nitekim ulemanın
görüşü de böyledir. Lakin bir Müslüman için Müslüman ülkesinde böyle bir çaresizlik
hali mümkün müdür?
Rahmet olsun Endülüs’ün
büyük âlimi İbn Hazm’a! Bakın ne diyor:
“Naçar kalan bir Müslümanın
meyte yahut domuz eti yemesi helal
olmaz. Tabii bu birlikte yaşadığı Müslüman ya da zimmî kimselerde kendi ihtiyaçlarından
fazla yiyecek maddesi bulunması halinde böyledir. Çünkü fazladan yiyecek sahibi olan
kimsenin açı doyurması boynunun borcudur
(farz). Hal böyle iken bir kimsenin meyte yahut domuz eti yemek gibi bir çaresizlik/
zaruret durumu içinde olması söz konusu olamaz.
Naçar durumda olan kimse
bu durumda kendisinde fazla yiyecek olan ve vermeye yanaşmayan kimse ile
vuruşma hakkına sahip olur. Eğer öldürülürse katile kısas uygulanır. Eğer
vermeyeni kendisi öldürürse, öldürülen Allah’ın lanetine gider. Çünkü bir hakkı engellemiştir. O bu haliyle
taife-i bâğiyedir. Allah Teâlâ bâğîlerle ilgili şöyle buyurmuştur: “Eğer
biri (hukuka riayet etmeyip) ötekine karşı haddi aşarsa (bağy), Allah'ın
buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın.”[2]
Hakkı sahibine vermeyip
engelleyen kişi, kendisiyle savaşılması emredilen bâğî’dir. Hz. Ebu Bekir zekâtı
vermeyenlerle işte bu yüzden savaşmıştır. Tevfik Allah’tandır.[3]
Din ve dindarlık işte
böyle bir şey!
Mala da dokunuyor, davara
da!
Yemen acından ölürken
İstanbul tıkınıyorsa sağlıklı bir İslam ümmeti bedeninden değil sinir uçları dumura
uğramış bir et yığınından söz edilir ancak.
"Sana Allah yolunda
ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan arta kalanı."[4]
Almak kolay vermek zor.
Öyle olunca da dindarlık
hakikaten zor!
Sarp yokuş mu ne?
Yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin
boyunduruğundan insanları kurtarmak demek olan sarp yokuş.
Yoksulluğun kaderimiz olduğu
inancının önümüzü kestiği sarp yokuş![5]
Selam olsun zoru
başaranlara!
Dua ile!
13.01.2019
GARİBCE
[1]
Câmiu’-ulûm ve’l-hikem, I, 336.
مثل المؤمنين في توادهم وتراحمهم وتعاطفهم مثل
الجسد إذا اشتكي منه عضو تداعي له سائر الجسد بالحمى والسهر
[2] وَاِنْ طَٓائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
اقْتَتَلُوا فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَاۚ فَاِنْ بَغَتْ اِحْدٰيهُمَا عَلَى
الْاُخْرٰى فَقَاتِلُوا الَّت۪ي تَبْغ۪ي حَتّٰى تَف۪ٓيءَ اِلٰٓى اَمْرِ اللّٰهِۚ
فَاِنْ فَٓاءَتْ فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَاَقْسِطُواۜ اِنَّ
اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ
"Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle
savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri (hukuka riayet etmeyip) ötekine
karşı haddi aşarsa (bağy), Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa
karşı savaşın. Eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle
düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, âdaletli davrananları
sever." (Hucurât 49/9)
[3] el-Muhallâ,
IV, 31.
قَالَ أَبُو مُحَمَّدٍ: وَلا يَحِلُّ
لِمُسْلِمٍ اُضْطُرَّ أَنْ يَأْكُلَ مَيْتَةً، أَوْ لَحْمَ خِنْزِيرٍ وَهُوَ
يَجِدُ طَعَامًا فِيهِ فَضْلٌ عَنْ صَاحِبِهِ، لِمُسْلِمٍ أَوْ لِذِمِّيٍّ؛ لأَنَّ
فَرْضًا عَلَى صَاحِبِ الطَّعَامِ إطْعَامُ الْجَائِعِ فَإِذَا كَانَ ذَلِكَ
كَذَلِكَ فَلَيْسَ بِمُضْطَرٍّ إلَى الْمَيْتَةِ وَلا إلَى لَحْمِ الْخِنْزِيرِ
وَبِاَللَّهِ تَعَالَى التَّوْفِيقُ.
وَلَهُ أَنْ يُقَاتِلَ عَنْ ذَلِكَ،
فَإِنْ قُتِلَ فَعَلَى قَاتِلِهِ الْقَوَدُ، وَإِنْ قَتَلَ الْمَانِعَ فَإِلَى
لَعْنَةِ اللَّهِ؛ لأَنَّهُ مَنَعَ حَقًّا، وَهُوَ طَائِفَةٌ بَاغِيَةٌ، قَالَ
تَعَالَى: { فَإِنْ بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي
تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ } (1) وَمَانِعُ الْحَقِّ بَاغٍ
عَلَى أَخِيهِ الَّذِي لَهُ الْحَقُّ؛ وَبِهَذَا قَاتَلَ أَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ
- رضي الله عنه - مَانِعَ الزَّكَاةِ وَبِاَللَّهِ تَعَالَى التَّوْفِيقُ
[4] وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَۜ قُلِ
الْعَفْوَۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ
تَتَفَكَّرُونَۙ
"Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını
soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan arta kalanı." Allah size âyetleri
böyle açıklıyor ki düşünesiniz."
(Bakara; 219)
فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَۘ
﴿١١﴾ وَمَٓا اَدْرٰيكَ مَا الْعَقَبَةُۜ
﴿١٢﴾ فَكُّ رَقَبَةٍۙ ﴿١٣﴾ اَوْ اِطْعَامٌ ف۪ي يَوْمٍ ذ۪ي مَسْغَبَةٍۙ
﴿١٤﴾ يَت۪يماً ذَا مَقْرَبَةٍۙ ﴿١٥﴾ اَوْ مِسْك۪يناً ذَا مَتْرَبَةٍۜ ﴿١٦﴾ ثُمَّ كَانَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِۜ ﴿١٧﴾ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِۜ
﴿١٨﴾
Fakat o, sarp yokuşa atılmadı. (11)
Sarp yokuşun ne
olduğunu sen ne bileceksin? (12)
O tutsak bir
boynu çözmek (köle azat etmek) tir. (13)
Yahut şiddetli
bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi, yahut yerde sürünen bir
yoksulu doyurmaktır. (14-16)
Sonra da iman
edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye
edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir.
(17-18)
İlminize kaleminize sağlık.
YanıtlaSil