AKADEMİK HAYATININ 50. YILINDA
PROF.
DR. HAYRETTİN KARAMAN
(FIKIH
DÜŞÜNCESİNDEKİ ÖNCÜ YERİ)
(5 ARALIK 2009 CUMARTESİ 13.30 BAĞLARBAŞI KÜLTÜR
MERKEZİ)
Kendi kendime sordum,
böyle bir programda niye ben bulunuyorum? Diye. Cevap olarak dedim ki elbette
ki sen olacaktın, çünkü Hocanın Fakültedeki gerçek varisi sensin. Niye
diyeceksiniz. Çünkü o fiilen benim hocam olmuştur. Bu açıdan benim gibi olan
talebesinin sayısı çoktur. Fakat ben İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi tezini
hazırladım. Bu tezi ben yazdım ama büyük ölçüde onun fikirlerinin,
tecrübelerinin ve birikiminin bir ürünü olmuştur. Biz Vecdi Akyüz ile birlikte
doktora derslerini hocadan alırken iki kişi olmamıza sebep olmalı hoca fazla
açılmadı. Ama bizden sonraki sınıf kalabalıktı ve içlerinde hocayı sürekli
konuşturan, sorular soran arkadaşlar vardı. Hoca da böyle bir ortamda açıldıkça
açılıyordu. Ben, mecburi olmamasına rağmen o derslerin tümüne istisnasız
katıldım. Ötekiler belki sadece dinliyorlardı, ama ben canhıraş notlar alıyordum.
Bütün alıcılarımı açıyor, kaplarımı doldurmaya çalışıyordum. Hocanın bazen
değindiği ve fakat açmadığı düşünceler bile bende büyük açılımlar sağlıyordu.
Ben ondan aldığım düşünceleri, örnek olayları evde tahkik ediyor, kaynaklarını
buluyor, derinleştiriyor ve her birin tezimin alt başlıkları, örnekleri olacak
şekilde geliştiriyordum. Bu itibarla benim bu tezim büyük ölçüde onun
birikiminin benim düşüncemde şekillenip, benim elimde benim dilimde ete kemiğe
bürünüp kitaplaşması olmuştur. Tabii doktora derslerinde hocanın bize İbn
Âşûr’u okutmuş olması da tezin kıymetini bir kat daha artıran unsun olmuştur.
Çünkü İbn Âşûr Tunus’un birikimi olmaktaydı ve daha sonra Vecdi ile İslâm Hukuk
Felsefesi adıyla tercüme ettiğimiz ve birçok kez de yayımlanmış olan
Makasdıu’ş-şerîati’l-İslâmiyye bu birikimin bir hülasası oluyordu. Bütün
bunların yanında benim Haseki mezunu da olmam tezimin klasik boyutunun da
yeterli derinlikte olmasının imkânını hazırlamıştı. Bunun sonucunda tez hem
liberallerin hem de muhafazakârların ortak iltifat ve kabullerine mazhar olmuş
ve yedinci baskısını yapmıştır. İşte bu tez sebebiyledir ki hocanın gerçek
varisi benim diye kendime bir pay çıkarıyorum.
Hocam, ayrıca okutmakta
olduğu fıkhu’s-sîre dersinin bizzat benim tarafımdan sürdürülmesini de istemiş.
Bu yüzden de kendisine müteşekkirim.
Efendim Nasrettin
Hoca’ya sormuşlar:
-Hocam! Ay mı faydalı
güneş mi faydalı? Diye
Hoca hiç düşünmeden
cevabını vermiş:
-Tabii ki evladım ay
daha faydalı çünkü güneş ortalık aydınlık iken doğar, ay ise gece karanlıkta!
Kendi karanlık
dünyalarında aylarının ve hatta yıldızlarının aydınlığında mest olup, onlara
olan hayranlıkla kendilerinden geçenler, güneşin zaten gündüzün aydınlığında
doğduğunu düşünebilirler. Aslında birçoğumuz benzer düşünürüz. Etrafın
aydınlığında güneş fazla dikkatimizi çekmez, esasen aydınlığın güneşe sebep
olduğunu belki düşünmeyiz. O yüzden gecenin zifiri karanlığında parlamaya
çalışan ay daha çok dikkatimizi çeker. Bu semalarında nice yıldızlar
parlayanların aslında dünyalarının ne denli karanlık olduğunun da bir kanıtı
olmalıdır. Modern dünyamızda yıldızdan geçilmiyor, her yerde yıldızlar geçidi
izleniyor. Tevekkeli bu da modern dünyamızın aslında ne kadar bütün aydınlanma
iddiasına rağmen ne kadar karanlık olduğunu gösteriyor. Bu salonda da durum farklı
değil, bütün ışıklar divanda oturan beş kişinin (Başkan M. Akif Aydın,
konuşmacılar: Ahmed Taşgetiren, İsmail Kara, Mustafa Uzun, Mehmet Erdoğan)
üzerine tutulmuş ve onlar yıldızlaştırılmış, salondakiler ise yapay bir
karanlık içinde siluetleştirilmiş. Dolayısıyla sadece yıldızların göründüğü,
başkalarının yok sayıldığı bir dünyaya benzetilmiş. (Benim bu sözüm üzerine
salondaki dinleyicilerin üzerindeki ışıklar da biraz açıldı ve ben onların
tepkisini ölçme imkanına sahip oldum, onların yüzündeki ifadeleri, gözlerindeki
ışıkları takip ederek konuştum, duygulandım, heyecanlandım, güldüm, güldürdüm
ve çok da güzel oldu)
Ülkemizin ilim ve irfan
ikliminde özellikle de İmam Hatip neslinin ufuklarında belki birçoklarının
farkında olmayan nice güneşler var. Hiç şüphesiz bunlar içinde en parlak olanı
Hayrettin Karaman hocam olmalı. Tabii onu Bekir Topaloğlu’suz anmak bir
eksiklik olur. Çünkü bizim ilim yolculuğumuzda bize eş ve arkadaş olan el kitaplarının,
sözlüklerin üzerinde hep ikisinin ismi vardı. Gıyaben isimlerini tanıdığım bu
iki simanın hayal dünyamda oluşan imajları, onları ilk gördüğümde kendi
gerçeklikleri ile Hayrettin Karaman lehine daha da iyi örtüşmüştü.
Haseki’de okuduğumuz
sırada Yüksek Lisansa da başlamıştık ve Fahrettin Atar hocanın odasına girmiştim.
Orada birkaç kişi vardı. İslâmî İlimler mezunu olmam hasebiyle tabii hiçbirini
tanımıyordum. İçlerinden biri diğerlerinden daha çok itibar ve saygı görüyordu,
kendisine diğerleri hocam diye hitap ediyorlardı. Kafası dazlamış, sarı saçlı,
orta boylu bu adamın Bekir Topaloğlu olduğunu anladığımda epey bir hayal
kırıklığına uğramıştım. Ben onu şöyle daha bir babayiğit, kara yağız, en
azından kumral orta Anadolu tipinde tahayyül etmekteydim. Doğrusu bendeki hayali
ile gerçekliği pek örtüşmemişti. Laf aramızda ben bunu ders esnasında bir
vesile ile anlattığımda Azerbaycan’lı Elder adlı bir öğrencimiz aynı duyguyu
kendisinin benim hakkımda yaşamış olduğunu söylemişti. Meğer benim İslâm
Hukukunda Ahkâmın Değişmesi adlı tezimi orada ders kitabı olarak okumuşlar ve
kendisine göre beni gözünde epey büyütmüş, benimle de karşılaşınca zihninde
canlandırdığı ben, bana benzememiş…)
Topaloğlu hakkında
yaşadığım bu hayal kırıklığını Hayrettin Hoca ile karşılaştığımızda yaşamadım.
Demek onu zihnimde gerçekliğine yakın canlandırmışım. Hoca ile ilk görüştüğümde
ben 26 yaşında Hoca da 48 yaşlarında oluyordu. Ben şimdi 53 yaşındayım. O
yaşlarda hocayı bizim camiada tanımayan yoktu. Beni kim tanır bilmiyorum. Tabii
kendimize de haksızlık etmeyelim. Hoca o yıllarda hem yolu açıyor hem de o
yolda yol alıyordu. Arkadan gelenler de hep onların açtığı yoldan
ilerliyorlardı. Bir anlamda hoca böyle bir rolü üstlenmeye mecburdu. Yeteneği, medenî
cesareti, ilmî anlamda riyaset etme kabiliyeti… gibi olumlu hasletlere sahip
olması, onun bu öncülüğünü sühuletle yapabilmesinin imkanlarını hazırlamıştı.
Tabii bu o kadar kolay
da olmamıştır. Nereden nereye?
Mezhepsiz, vahhabi,
reformcu, müçtehitlere karşı saygısız, işkembe-i kübradan tavizci fetvalar
veren biri olarak karalanmaya, yaftalanmaya çalışılmıştı.
Ben İmam Hatip son
sınıfta iken bir hocamız vardı ve onun nöbetçi olduğu günlerde eğer ben uslu
durursam bana bir hediye verecek oldu, ben de söz verdim ve sözümü tuttum. Bana
hediye olarak verdiği şey, Ahmet Davudoğlu Hoca’nın Dini Tamir Davasında Din
Tahripçileri adlı kitabı idi ve Hayrettin Hoca’nın adı da orada geçiyordu.
Erzurum İslâmî İlimler
Fakültesinin ilk yılları modernist, reformcu saydığımız hocalarla mücadele ile
geçti. Kendi özel hocalarımızın yönlendirmeleri ve şartlanmışlıkla tartışmalı
konulara yaklaştık. Fakat zamanla kendi gözlerimiz açıldı, kendi aklımızla
düşünmeye başladık ve mezhepsiz Hayrettin Karamanlar giderek bize daha yakın
gelmeye başladı ve onları sevdik. İslâm hukukunu onun kitaplarından öğrendik.
Ona olan saygımız giderek arttı ve biz onu bir otorite olarak görmeye başladık.
Ama eleştirel yaklaşımı bize gene onlar öğrettiği için onu yanılmaz masum bir
imam olarak da görmedik.
Mezhepsizliğin halk
dilinde küfür olduğunu da dikkate aldığımızda hoca gerçekten haiz olduğu mevkie
bedel ödeyerek gelmiştir.
Bu süreç nasıl işledi
ve nasıl bir sonuca müncer oldu?
Hoca tecdîd yanlısı ve
içtihad taraftarı idi ve bunu şiddetle savunuyordu. İslâm’ın hayatiyetinin buna
bağlı olduğuna inanıyordu. O yüzden kendi ifadesiyle insanları ulaşmayı
amaçladığı hedefe doğru önden çekiyordu. Bu uğurda zorluklara göğüs geriyordu. Fakat
bir an oldu ki, önden çektiği insanlar kendisini de takmayarak, bazen
çiğneyerek tozu dumana katıp pervasızca ilerliyorlardı. Bu gidiş hayra alamet
değildi ve Hoca bu kez onların arkalarından tutup geri geri çekmeye, onları
frenlemeye başlamıştı. Yine kendi ifadesiyle içtihad ve tecdîd için uzun süre fazla
ilaç yüklemesi yapmıştı. Fakat bu hesap edilemedik bir şekilde bazı
aşırılıkları tetiklemiş ve yan etkilere sebep olmuştu. Şimdi aynı hoca fazla ilaç
yüklemesinden vazgeçmiş, ortaya çıkan aşırılıkları törpülemeye ve yan etkileri
gidermeye çalışıyordu.
Burada bir hatıramı
aktarmam aydınlatıcı olacaktır:
Odasında ders
yapıyoruz. Bir telefon geldi ve hoca cevap verdi biz dinliyoruz. Tabii karşı
tarafın sözlerini duyamıyoruz: Hoca hayır, olmaz dedi. Karşı tarafın sözü
üzerine biraz da kızarak bir şeyler söyledi ve kapadı. Bize şunları söyledi:
Biz vakti ile dört mezhepten de yararlanalım, insanların ihtiyaçlarını bu
şekilde karşılayalım dedik diye bize demediklerini bırakmadılar. Bize mezhepsiz
dediler, reformist dediler. Şimdi adam çıkmış Şia mezhebinden bir adamla
evlenmek isteyen bir kadın için benden fetva istiyor, ben de hayır olmaz
deyince –Ama hocam falanca buna cevaz veriyor diye muhafazakar geçinen ve
kendisine sözü edilen yakıştırmalarda bulunmadan kaçınmayan bir zatın ismini
veriyor. Adamlar dört mezhepten yararlanmaya karşı çıkarlarken şimdi beşinci
mezhepten de almayı bir marifet sayıyorlar (tabii o zamanlar devrim sebebiyle
İran’a karşı bir sempati sözü edilen çevreyi bir hayli etkilemiş durumdaydı)
Sonra hoca kendisinin niye caiz değildir dediğini bize gerekçesiyle beraber
anlatıyor (Kadınla ters ilişki onlara göre caizmiş ? O yüzden sünnî bir hanımın
böyle bir ilişkiyi caiz gören birisiyle evlenmesine onay veremezmiş) Nereden
nereye?!
Bu itibarla Hoca için
ileri sürülen “Hoca bir zamanlar değişimin öncüsü idi, şimdi ise
muhafazakârların bayraktarlığını yapıyor” şeklindeki nitelemeler yerinde
gözükmüyor.
Hoca yine değişimden,
yine ictihad ve tecdîdden yana, ama bir şartla: Mutlaka denge korunmalı ve bu
iş İslâmî kaynaklar ve yöntemlerle yapılmalı.
Buna rağmen hâlâ hocayı
tefe koyup çalan ve adını internet sitelerinde teşhir eden, onunla uğraşmaktan
zevk alan kesimler bulunuyor.
Hoca tecdîdden şunu
anlıyor: Esasını bozmadan dini korumak, dine sonradan katılmış olup onun özüne
yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamak, toplumun
ihtiyaçlarını dinin katışıksız ve tükenmez kaynaklarından (kendi özgün
metodolojisini kullanarak) karşılamak, ilahî nizamdan sapmaları düzeltmek ve
engellemek, İslâm’ı asrın idrakine söyletmek.
Hoca, insanların din
karşısındaki tavır ve yaklaşımlarını mesela başörtüsü örneği üzerinden kabaca
şöyle taksim ediyor:
1. Köktenci yaklaşım:
Köktenci Batıcılara göre dinin, insanların düşünce ve yaşayışlarını yönlendirme
devri geçmiştir, insanlar akıl ve bilgilerinin rehberliğinde yaşamalıdırlar.
Örtünme emri de dinden geldiğine göre bu emre uymak geriye dönmek, aydınlığı terkederek
karanlığa gömülmek demektir. Bu sebeple islâmî örtünmeyi engellemek gerekir.
2. Islahatçı
yaklaşım: Bu yaklaşımı benimseyenlerin içinde İslâm modernistleri ile
modernizm öncesi ıslahatçıları vardır. Özellikle İslâm modernistleri, İslâmı
anlama ve yorumlamada asıl (bazıları tek) kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'i
almakta, bunun da sözlerinden, kelime ve cümlelerinden, getirdiği hükümlerden
çok bunların gerisinde yatan maksada (sosyal ve ahlâkî amaçlara) dayanmaktadırlar.
Bunlara göre örtünme emrinden maksat iffeti ve kamu düzenini korumaktır.
Bunları koruyabilmek için örtünmenin gerektiği çağlarda ve şartlarda dinler
örtünmeyi emretmiştir, şartlar değişip kamu düzenini ve iffeti korumak için
örtünmeye gerek kalmadığında dinin bu -şarta ve geçmiş zamana ait- hükmü
değişir, lafız, örnek ve tarihi çözümden amaca ve çağdaş çözüme geçilir;
örtünme o çağ için islâmîdir, örtünmeme de bu çağ için islâmîdir. Bu yorumu
yapanlar bir taş ile iki kuş vurmakta, hem İslâmın örtünme emrini çağın istek
ve gereğine uydurmakta, hem de teorik olarak İslâmdan ayrılmamış, İslâmı
sosyo-kültürel hayatın dışına atmamış olmaktadırlar.
Modernist yaklaşımın
karşısında muhafazakâr islâmcılar vardır. Bunlar da iki guruba ayrılır:
1. Taklitçi muhafazakârlar:
Burada taklitçiden maksat, kültür ve medeniyette Batı'yı taklit edenler değil,
dinî hayatını, geçmiş devirlerde yaşamış ve ictihad ederek dini açıklamış
bulunan alimlerden (müctehidlerden, mezheb imamlarından) birinin görüş ve
anlayışına göre yaşayanlardır. Taklitçi mesela Hanbelî mezhebine bağlı ise ona
göre kadının bütün vücudu avrettir, örtülmelidir, eli ve yüzü dahil hiçbir yeri
namahreme gösterilmemelidir. Eskiler Kur'an'da geçen "cilbabı"
(Ahzab: 33/59) çarşaf olarak tefsir etmiş ve bunun bütün zamanlarda kadının
dışarıdaki dış giysisi olacağını söylemişlerse taklitçiye göre bu böyledir,
kadın çarşaf giymeden dışarı çıkamaz...
2. İctihad ve tecdîd
yapan muhafazakârlar: İctihad, dinin kaynaklarına inerek, bunlar üzerinde
düşünerek dini açıklamak, dinin hükmünü tesbit ederek ortaya koymaktır. Tecdîd,
dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve
hurafeleri ayıklamaktır. İctihad ve tecdîd yapanlar İslâmın örnek devirlerinde
kullanılan metodolojiyi kullanıyorlarsa biz bunlara "muhafazakâr"
diyoruz. Kaynaklar ve metodoloji bakımından kadim çizgiden ayrılan, aklı ve
çağın kabullerini vahyin, naklin önüne geçiren, buna göre yorumlar yapanlara
ise "İslâm modernistleri" denilmektedir.
İslâm modernistleri
ile ilgili hocanın şöyle bir değerlendirmesi vardır: Modernitenin,
aydınlanmanın, çağdaş değerlerin ister istemez baskısı altındayız. Bazı
ilahiyatçılar kendilerini geleneksel İslâm çizgisine taşıyamıyorlar. Hal böyle
olunca kendi bulundukları yeri, mevcut duruşlarını bir şekilde meşrulaştırmak
istiyorlar. Bunu için de furu-ı fıkha baş vuruyorlar fakat aradıklarını orada
bulamıyorlar. Bu kez bizzat kendileri istedikleri sonucu klasik fıkıh usulü ile
biz üretelim diyor ve sonucu bu şekilde elde etmeye çalışıyorlar. Fakat o usul
böyle bir neticeyi mümkün kılmıyor. Bu kez usulü de değiştirmek gerekir
diyorlar. İş bununla da kalmıyor. Kaynakların değiştirilmesi de gündeme
geliyor. Tarihselcilik söylemi öne çıkıyor. Bunlar içerisinde işi “Kur’an metni
de problemlidir” noktasına kadar götüren oluyor.
İşte hoca bunlara karşı
çıkıyor ve böylesi değişime direniyor.
Yetiştirdiği ve çok
sevdiği öğrencilerin arada bir tozlarını alma ihtiyacını işte buna sebep duyuyor.
Bursa’da Kurav’ın 14-15 Aralık 2002 tarihinde yapmış olduğu toplantılardan İslâm
Fıkhını Nasıl Anlamalıyız? (Kurav Yayınları, Bursa 2006) sempozyumunda
olanlar örnek olarak hatırlanabilir.
Burada bir soru da
aklıma geliyor: Hocanın fazla ilaç yüklemesinin zaman içinde bazı olumsuz
sonuçlarının ortaya çıkması gibi acaba tecdîd ve bid’at karşıtlığı mücadelesi
mesela mevlid geleneğinin hemen hemen ortadan kalkması gibi bazı dinî
kültürel etkinliklerin ziyan edilmesine kısmen de olsa olumsuz anlamda katkı da
bulunmuş mudur? Doğrusu bunun da üzerinde düşünülmesi yerinde olur kanaatini
taşıyorum.
Yazıyı Hocanın fetanet
ve dikkatine, hikmetine delalet eden bir iki anı ile tamamlayalım:
Hayreddin Karaman hocamdan Vecdi Akyüz ile birlikte ders okuyoruz. Doktora
dersi. Elimizde Ali Sayis ile Şeltût’un hazırlamış oldukları Mukâranetü’l-Mezâhib
var. (Not: Daha sonra bu kitap İslâm Mezhepler Hukuku adıyla çevrildi
ki, bu isimle hiç ilgisi yok. Kitap, bazı konuları mezhepler arası mukayeseli
olarak ele alıyor). Her ikimizin de Arapçası iyi. O yüzden hoca tercüme
yaptırmıyor, sadece okuyup geçiyoruz. İki kişi olduğumuz için hoca fazla da
açılmıyor. Biraz ben, biraz Vecdi okuyoruz, hoca çok az müdahale ediyor, ders
böylece bitiyor.
Sıra bende. Okuyorum,
hızlıca da gidiyorum. Bir kelime var, anlamını bilmiyorum, pek bir kalıba da
uymuyor, ama kaptırdım gittim. Tarûniyye diye bir kelime. Hoca nasıl olsa
sormuyor ya, ondan da cesaret alıyorum. Ama Hoca: -Dur! dedi ve anlatmaya
başladı:
Senin durumuna benzeyen
bir medrese hocası varmış vaktiyle, yarınki öğrencilere okutacağı dersi mütalaa
ediyormuş. Yorgunluk mu, dalgınlık mı, yoksa imla sebebiyle mi her neyse “li
emrin tıbbıyyin) şeklindeki bir kelimeyi “Lâ… “ diye tutturarak okumaya
başlamış. Tabiî geriye “martabi” diye bir şey kalmış. Neyin nesi bu
martabi, hiç görmediği, duymadığı bir kelime. Üstelik bir kalıba da girmiyor.
Neyse sözlüklere bakmış bir karşılık bulamamış, kitapları, şerh ve haşiyeleri
karıştırmış, hiçbirinde martabi diye bir kelimeye rastlamamış. Sonra kendi
kendine:
-Hocalığını kullan!
Bunca yıllık tecrüben var. Niye bu kadar dert ediniyorsun. Okurken hızlıca
okuyuverir, manayı da yuvarlarsın olur biter, demiş ve bu düşünceyle
rahatlamış.
Ertesi günü olmuş,
dersi aynı şekilde tasarladığı üzere vermiş, okurken hızlıca geçiştirivermiş,
manasını da yuvarlamış ve içinden bir “Ohh be!” diyecekmiş ki buna fırsat
kalmadan mollanın biri:
-Hocam şu martabiyi
anlamadık, deyivermiş. Hocanın başından bir kazan sıcak su dökülmüş. Ama işin
içinde hocalık var, bozuntuya vermemek gerek. Hoca kendisini şöyle bir
toplamış, derin bir nefes almış ve hakîmane bir eda ile:
-Evladım, martabi Kaf
dağının ardında bir ottur, ne sen sor, ne ben söyleyeyim! demiş.
Hoca, hikayeyi bitirdi
ve bana dönerek:
-Seninki tam martabîlik
oldu dedi ve izah etti. Çünkü benim taruniyye diye kaptırıp gitmek istediğim
kelime aslında “turuvvu niyye” diye iki kelimeden oluşan bir terkipti. Ama, ben
kitabın neşrini yapanların dolduruşuna gelmiştim, çünkü bu iki kelimeyi bitişik
yazmışlardı. Gene de hata benim hatamdı. Ben böyle bir hatayı yapmamalıydım.
Anlamadığım bir kelimeyi, yuvarlama yoluna gitmemeliydim, hele bir üstadın
önünde.
Olur bunlar insan hali.
Ama kıymetli dostlar, bu vesile ile şunu da gördük ki, hoca bizi aslında iyi
takip ediyormuş ve biz de öyle boş değilmişiz. Benim yaptığım türden hataları
medrese hocaları bile yapabilirmiş.
Hoca, aynı zamanda bir sohbet
insanı idi. Konuşkandır. Onun bulunduğu meclislerde genelde o konuşur. Çok
konuşmak yerinde olmadığı zaman tabii ki iyi değildir. Ama hoca konuşmalarını
hikmetle süsler, arada şakalar yapar, kendisini dinletirdi.
Bu özelliği dersleri
esnasında da kendisini gösterirdi.
Birinde gene ders
okuyorduk. Kalabalıktık (Doktora dönemi). O günlerde de reklam yasağını delmek
amacıyla alkolsüz bira üretmişler, onun reklamını yapıyorlar. Malum alkollü
içkilerin reklamı yasak. Tabii amaç, alkolsüz bira üzerinden asıl bira ve
markanın reklamını yapmak. İşte böyle bir ortamdı. Arkadaşın biri sordu:
-Hocam, alkolsüz
bira içmek caiz midir? diye. Hoca, buna hemen olur ya da olmaz diye cevap
vermedi. ve şöyle dedi:
-Dur sana bir şey
anlatayım. Hoca Nasreddin’e sormuşlar:
-Hocam, def-i hacet
yaparken sakız çiğnemek caiz midir? diye. Hoca:
-Evladım, demiş,
caizdir caiz olmasına da, senin ağzının oynadığını görenler, seni bir şey yiyor
zannederler. Ne bilsinler sakız çiğnediğini. Demiş.
Ve bu fıkra, öyle
oturmuştu ki yerine, hepimiz hem sorunun cevabını almıştık, hem de büyük bir
keyif.
Hoca dediğin işte böyle
olmalı diye de içimizden geçirmiştik.
Sonra, bu fıkra benim
çok işime yaradı. Birçok vesile ile kullandım. İnsanların töhmet mahallerinden
kaçınmasının hikmet gereği olduğunu anlatmama çok yardımcı oldu.
Sözgelimi bir Ramazan
çadırında sakız çiğnemek orucu bozar mı diye sormuşlardı. Ben de hocanın bu
fıkrasını anlatmıştım ve çok hoş bir cevap olmuştu.
Yazıyı bitirirken bir
iki hususa daha değinmek istiyorum:
Birincisi şu: Hoca’nın
her zaman için bir davası olmuştur, iman gibi İslâm’ın hayatın her alanında var
olabilmesi ve onun bütün güzellikleri ile korunabilmesi için ortaya konulması
gereken her türlü çaba anlamında cihadı da gerekli görmüştür. İçtihad, tecdîd
gibi söylemler hep bu davasına ulaştıracağına inandığı araçlar olmuştur. Keza dergi
olarak Nesil ve belki –bir ara- daha da önem verdiği ENSAR bu dava uğrunda
ortaya konan çabalar olmalıdır. Ben Konya’da, Kombassan’ın düzenlemiş olduğu bir
sempozyum vesilesiyle bulunduğumuz sırada hocanın orada otel salonunda yapılan Ensar
toplantısında yaptığı konuşmasına rastladım. Orada ilimle uğraşmasını davası
açısından ikinci planda bir uğraşı saydığı intibaını elde ettim. Bunu tahkik
edebilmiş değilim. Buna göre hoca ile bizim birlikte ilim yaptığımız yıllar
asıl yapmak istediğimi yapamıyorum, o zaman ilim yapalım dediği yıllar oluyor. Tarihteki
âlim şahsiyetler içinde bu anlamda hoca, bir çok yönden at üstünde Moğollarla
savaşan İbn Teymiye’ye benziyor gibi.
Eğer bu tespitimiz
doğru ise hocanın İslâm Hukuku alanında ortaya koymuş olduğu yirmi cilde yakın
telif eser bu ikincil faaliyetin semeresi olmakta ve onları bugün fıkıhla
iştigal eden herkes hâlâ birinci el kaynaklar olarak kullanmaktadır. Ya bir de
bütün himmetini hoca bu alana verseydi diye insan ister istemez düşünüyor.
Değinmek istediğim bir
başka önemli husus da şudur: Ebu Hanife H. 150 yılında öldüğünde Bağdad’ın
büyük bir alimi olarak ölmüştü. Fakat insanlar ve özellikle sevenleri onu değer
dünyalarında yaşatmaya devam ettiler; eserleri yayıldı, derken onun ismi
etrafında hatta bir sürü menakıb oluştu ve bir iki asır sonunda Ebu Hanife
artık koskocaman İmam-ı Azam olmuştu ve ünü her tarafı tutmuştu.
Bizler de kendi öz
değerlerimizi yaşatmaya devam edersek, neden onlar da her gün biraz daha
büyümesinler ve insanların hayatlarında her gün biraz daha parlayan birer ışık
olmasınlar.
Hayrettin Karaman
yüzlerce talebe yetiştirdi. Şeyh olsaydı eminim çoktan uçurulurdu da. Ama alimlerin
yıldızları galiba daha çok ölümlerinin ardından parlıyor.
2001 yılında emekli
olan hocanın 2009 yılında bugün akademik hayatının 50. Yılını kutluyor olmamız Hayrettin
Karaman’ın bu genel kabulü de aşabildiğini gösteriyor. Halihazırdaki insanların
teveccühü onu değer dünyamızda giderek artan bir coşku ile yaşatacağımızı
gösteriyor. Yetiştirdiği öğrencilerin ortaya koyduğu birikim belli bir kemiyet
ve keyfiyete ulaştığında bu birikime bir isim koymak gerekirse Hayriyye ismi
hiç de anlamsız olmaz diye düşünüyorum.
Kendisine, huzur ve
mutluluk dolu, talebelerinin talebelerinin mürüvvetini göreceği daha nice uzun
yıllar diliyorum.
Prof. Dr. Mehmet
ERDOĞAN
Ferah 05.12.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder