26 Ocak 2021 Salı

Mekârim-i ahlak ve Tahsîniyyât

 


 Şâtıbî merhum zarûriyyât ve hâciyyattan sonra tahsîniyyâtı ele alır ve bu meyanda mekârim-i ahlâkı da örnek verir.[1]

İmdi bu örnek uygun düşer mi? Şahsen Garibce nazarımızda  onun bu örneği itiraza sebep olmuştur.

Bir kere şöyle bir misal üzerinden konuyu anlatalım: Bir insana nispetle baş, kalp, sindirim sistemi, dolaşım sistemi gibi insanı insan eden temel organlar zarûriyyata tekabül eder. Bunlardan biri olmasa insan da olmaz.

İnsanın duyu organları eli, kolu, ayağı gibi organları ise hâciyyata tekabül eder. Bunlar olmasa da insan var olur, ancak hayat zor olur; bu eksik haliyle insan kör, sağır, dilsiz, topal… olur.

Bir de insanın saçı, kaşı, kirpiği, tırnağı gibi insanı hem güzel gösteren hem de bağlı olduğu organın işlevselliğini artıran ögeler vardır. Bunlar olmadan da insan var olur, yokluğu sebebiyle fazla bir zorlanma ve sıkıntı  da olmaz. Ne var ki güzelliğine ve organların işlevselliğine  bir nakisa gelir. Başı kel, kaşsız, kirpiksiz… görüntüsü çirkin olur.

Dikkat edilirse bu üç grup aslında tek bir hakikatin önem bakımından farklılık arz eden boyutları olmaktadır ve her üçü birbirini tamamlamakta ve sonunda tek bir şerî hakikat ortaya çıkmaktadır. Rükünleri, vacipleri ve mendupları ile namaz gibi. Namaz, özü itibariyle zaruridir, taharet ve setr-i avret gibi tahsîni düzlemde mütalaa edilen şartları vardır, zorluk ve meşakkat halinde hâciyyâttan madut ruhsatlar bulunur.

İnsanı insan yapan bu üç farklı düzlemdeki ögeleri yanında onun sahip olduğu erdemler maddi varlığını teşkil eden organlarından ayrı ve farklı bir şeydir.

İmdi söz gelimi namazı şeri bir hakikat olarak oluşturan her üç düzlemdeki ögeler esasen aynı hakikatin ögeleridir ve bunlar birbirlerini tamamlar mahiyettedir.  Oysa namaz ibadetinden hasıl olması beklenen huşu namazın hakikatinden ayrı bir şeydir; o namazın üçüncü derecede önem arzeden bir boyutu değil aksine ondan beklenen sonuç ve nihai amaç olmaktadır.

Mesela şecere-i tayyibe (İbrahim 14/24)  örneğinde anlatılan ağacın kökleri (usûl), gövde ve dalları (furû) vardır.  Bunlar ağacın ögeleridir. Bir de bu dalların ucunda oluşan meyvesi vardır. Meyve ağacın kökler ve dallar gibi bir ögesi değil, aksine hem amacı hem de tabii sonucudur. Yani biz bir ağacı dikiyor ve yıllar boyu emek veriyorsak, ondan meyve elde etmek için bu işi yapıyoruzdur.

İmdi şerî ahkâm da aynı şekildedir. Bunların usulü ve füruu vardır. Bunlar birbiri ile ilişkilidir, ikincisi birincinin uzantısıdır. Her ikisinin de nihai amacı ise meyve vermektir.

İmanımız ve onun üzerine bina edeceğimiz namazımız, orucumuz, zekâtımız vardır… Bunların nihaî amacı ise ihlaslı, huşu, vera ve takva sahibi, özü sözü arınmış, zoraki kulluktan gönüllü kulluğa yücelmiş erdemli insanların yetiştirilmesidir.

Ancak uzun bir eğitim süreci sonunda insanda oluşması beklenen mekârim-i ahlak/ erdemler şerî ahkâmın üçüncü derecede bir cüzü değil, aksine nihai amacı ve tabii sonucu olmaktadır. Bunlar o kadar önemli amaçlardır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi risaletinin amacını “Ben ancak ahlakî erdemleri tamamlamak için gönderildim” şeklinde açıklamış, risaletin ve haliyle dinin nihaî amacının erdemli insanlar yetiştirmek olduğunu belirtmiştir.

Garibce nazarımız böyledir.

Tevfik Allah’tandır.

Dua ile!

26.01.2021

GARİBCE



[1] Şâtıbî, el-Muvâfakat, II, 11 (trc. II/10).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...