Geçen
birkaç öğrencimle Arap dilindeki Lâmu’l-âkıbete ilişkin örnekler üzerinden konuşuyorduk. Söz şehitliğe
geldi. Onların şehadeti sanki yaşamak için bir ideal ya da amaç gibi düşündüklerini
gördüm.
Zahir
nasıl bir anlatım varsa bu genç dimağlar şehadeti hayat için bir amaç gibi
görebiliyorlardı. Buna göre şehitlik bir amaçtı ve şehadet mertebesine
erişilmişse bu büyük bir kazanımdı.
Bana
pek öyle gelmiyor.
Kuss
b. Saîde’nin meşhur hitabesinde yer alan “Lidû li’l-mevt ve’bnû li’l-harâb” ifadesinin de bazı büyük hocalarımız tarafından “Ölmek için
doğun ve harap olması için yapın!” şeklinde tercüme edildiğini gördüm. Oysa bu tercüme ve anlayış yanlış: Hiç insan
ölmek içi doğar mı? Hiç insanlar harap olsun, yıkılsın diye inşa eder, yapar mı?
Doğrusu
şu olmalıdır: “Doğun, lakin akıbet ölümdür. Yapın, ama bilin ki akıbet yıkımdır.”
İnsanın
hayatı işte böyle bir şey.
Allah
insanları yarattı ve onlara hayat bahşetti ise, ölsünler diye değil, kendilerine
takdir edilen bir ömür boyu yaşasınlar diye yaratmıştır. Bu yaşam boyu da ebedi
yaşantılarını aha da burada inşa
etsinler, cennet ya da cehennemlerini hazırlasınlar istemiştir.
Hal
böyle iken bir insanın şehit olmayı istemesi, savaşa giderken şehit olmak için gitmesi Garibce penceresinden
örnek bir tavır olarak gözükmüyor.
Elbette
insanın insanca yaşayabilmesi için gerektiğinde ölümü dahi göze alması, uğrunda
gözünü kırpmadan canını dahi feda edebileceği
yüce değerleri olması gerekir. Aksi takdirde yaşamanın bir anlamı da
zaten olmaz.
Savaşa
giderken işte o yüce değerleri ayakta tutmak için gider ve sağ salim dönmeyi ve
o değerlerle birlikte de hayatını yaşamayı arzu eder. Ha, bu arzu ve dileğine
rağmen savaşta hayatını kaybeder ve şehit olur, o da başka.
Benim
özetle diyeceğim şu ki insan ölmek için savaşa gitmez, gidemez, özgürce ve
insanca yaşayabilmek için ölümü göze alır ve gerekirse bu uğurda istememesine
rağmen ölür ve bunu da bir şeref bilir.
Geride
kalanlar da kendilerine canıyla yaşanabilir bir dünya bırakan o insanı tebcil
ederler, onu şehitlik mertebesine yüceltirler ve onu bir ufuk insan olarak
taltif ve tebcil ederler. Böylece arkadan gelen yeni nesiller için de o
kabilden ufuk insan olabilme ülküsü doğar ve gelişir, bunun sonucunda
gerektiğinde can bahasına da olsa o yüce değerler uğruna ölümü göze alabilecek insanların yokluğu
çekilmez ve böylesi yiğitler sayesinde
de mensubu olduğu insanlar başları dik, alınları açık bir yaşamı hak etmeyi
sağlamış olurlar.
Öyle
ise şehitlik, el an sahip olduğumuz değerlerin ödenmiş bedelleridir.
Devraldıklarımızınki geçmişte ödenmiştir, korunması için de devrede olan
bizlerizdir.
Bütün
bunlara rağmen şehitlik asla yaşamın gayesi değildir. Yaşamın yegâne gayesi Allah’a
olan kulluğun gerçekleştirilmesidir.
Allah
yolunda canlarını feda edenlerin şehit olması yanında uhrevî hükmü itibariyle
onlara katılan şehitlikler de vardır: Bir hadiste salgınlarda ölenler, boğularak ölenler,
yıkıntı altında kalarak ölenler… de şehit sayılmaktadır[1].
Malum
depremler oldu, sel baskınları oldu nice canlar gitti. Bunlar hep şehit
oldular.
Bugünlerde
maden kazası oldu ve yüzlerle ifade edilen canlarımız enkaz altında kalarak,
yanarak ya da zehirlenerek şehit oldular. Allah cümlesine rahmet eylesin.
Geride kalanlarına sabırlar versin.
Şimdi
biz şu kadar şehidimiz oldu diye sevinebilecek miyiz?
Eğer
hayatın gayesi şehadet olsaydı sevinmemiz gerekirdi. Hayır, sevinemeyiz, buna
imkan yok. Onların şehadeti ahretlerine yönelik nimete dönüşebilir ve geride
kalanları bir nebze olsun rahatlatabilir. Ama bu durum, hiçbir zaman meydana
gelen bu ağır sonucu özünde iyi hale dönüştürmez.
Bugün
değerli bir öğrencim Muammer Arangül’ün konu ile ilgili bir yazısını gördüm. Feys’te
paylaştığı duygusunu şöyle dile getirmişti:
“Yatmadan önce
çocukların üstünü örtüp yanaklarından öptüm. Aklıma dünden beri babasız
gecelere yatıp babasız sabahlara uyanmaya başlayan Soma'nın öksüzleri geldi.
Ben de küçük yaşta öksüz kalmıştım, bu yüzden babamın yatmadan önce üstümü
örttüğünü ya da beni öptüğünü hiç hatırlamıyorum. Babama 'baba' diye hitap
ettiğimi de... Aynı zaman diliminde aynı yerdeki bu kadar çok çocuğun benzer
şeyleri hissedecek olması bu yüzden bana çok anlamlı ve üzücü geldi. Hepsini
yanaklarından öpüyorum. Allaha emanet olsunlar...”
Öksüzlüğün ne
demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş sevgili Muammer -ki ben bu öğrencimin öyle
olduğunu bilmiyordum ve bunu öğrenmemle sevgisi bir kat daha arttı- bu musibet
sebebiyle bir anda öksüz kalan belki yüzlerce çocuğun içinde bulunduğu durumu
çok iyi duyabiliyor olmalı. Sevgili Muammer, seslenirken bu şehit çocuklarının
babalarının şehadetleri sebebiyle sevinmeleri gerektiğinden bahsetmiyor. Onları
bir karadelik gibi içine çekecek “babasız gecelere yatıp babasız sabahlara
uyanma” sendromuna işaret ediyor.
Çaresizlik kötü.
İnsanlar çalmadan,
çırpmadan sırf karınlarını doyurabilmek için ekmek parasına gönüllü olarak ölüm
çukurlarına inebiliyorlar. Ben onları asla kınayamam. Ama onların bu
çaresizliklerini istismar eden, sömüren ve karşılığı ödenmemiş emekleri üzerine
imparatorluklar kuran sömürücü, kan emici, can alıcı bir çarkın döndürülmesine
de asla rıza gösteremem. Üstüne üstlük bu acı sonda onların şehadetlik
mertebesine ulaşmış olmaları söylemi ile dinî bir kavramın istismarı da hoşuma
gitmez.
Musibetler,
durup dururken gelmezler. Allah karada ve denizde bozgunun hep insanların
elleriyle yapıp ettikleri ve ihmallerine sebep olduğunu buyuruyor[2].
Üzerime bir
depremde kütüphanemin devrilip de ölmem ve böylece şehit olmam beni
sevindirmez. Belki o kütüphaneyi duvara
iyece tespit edip sabitlemediğim için
belki günahkar bile olurum.
Yarından tezi
yok, kütüphanemi sabitlemeliyim.
Bu vesile
ile ölülerimize rahmet diliyor, geride
kalanlara Yüce Rabbimin engin rahmet ve
merhametini, özellikle yetimlere karşı esirgeyiciliğini diliyorum.
Dua ile.
15.05.2015
GARİBCE
[1]عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ - رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ
- أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : " الشُّهَدَاءُ
خَمْسَةٌ : الْمَطْعُونُ ، وَالْمَبْطُونُ ، وَالْغَرِقُ ، وَصَاحِبُ الْهَدْمِ ، وَالشَّهِيدُ
فِي سَبِيلِ اللَّهِ "
Sevgili Hocam, zihninizin berraklığı yazınıza da yansımış.
YanıtlaSilİnsanoğlunun esas görevi "yaşamak ve yaşatmak" Ademoğlunun tecrübesi bu. Gelişmiş ülkelerin en büyük yatırımı savunma ve sağlık. Rahmani bir klavuzları olmadığından, bu üstünlüklerini, bencil davranıp kendileri dışındakilerin aleyhine kullanıyorlar ama insanlık ortalama faydayı da sağlıyor bu teknolojilerden.
Oysa müslüman toplum, temel kavramlarda bile hakikatin ne kadar da uzağında maalesef! Yaşamasını bilemeyen ölmesini de bilemiyor. "Can"a zarar vermeden nasıl mücadele edeceğini bir türlü akletmiyor."Şehit" sayısı ile övünüyor. Oysa bilmiyorki şehitlik ulvi bir sonuçtur asla amaç olamaz. Ulvi amaç ise yaşamaktır, salih bir zümreden olarak! Selam ve saygılarımla.
Ilker Yusuf Alkız Hocam olaylara yaklaşımlarınız o kadar özgün ki ne zaman bir yazınızı okusam ufkum ve hayata bakış açım değişiyor sizinle tanışmayı çok arzu ediyorum saygı ile.
YanıtlaSil