Taziye,
başsağlığı dilemek demektir. Bir musibete maruz kalan kişinin acısını
hafifletmek amacıyla yapılır. Mümkünse musibete maruz kalan kişi ilk üç gün
içinde ziyaret edilir, kaybettiği yakınına rahmet dilenir, kendisinden de sabırlı olması istenir.
Taziyenin
asıl amacı geride kalanların acısını
hafifletmektir.
Bu
yüzden vaveyla koparmak, dövünmek, ağıtçılar tutmak, ölünün yakınlarını iyice
yasa boğacak davranışlar yasaktır.
Hz.
Peygamber tarafından ne kadar yakında olsa bir ölünün ardından en fazla üç gün
yas tutulabileceği belirtilir. Bunun tek istisnası kocası ölen kadının iddet
boyunca yas tutuyor olmasıdır.
Taziye
için gelenlerin amacı, ocağa düşen ateşi körüklemek yerine söndürmeye çalışmak,
ailenin acısını hafifletmek, onların yalnız olmadıklarını, konu komşu, eş dost
ve akraba olarak hep yanında olduklarını onlara hissettirmek ve böylece onların
yeniden yaşama tutunmalarını sağlamak olmalıdır. Hele Soma gibi büyük
felaketlerde ayrıca devletin de onların yanında olduğunu belirtmesi ve
yaraların el birliği ile birlikte sarılacağının onlara ihsas ettirilmesi söz
konusu olmalıdır.
Felaketin
ardından üç gün yas ilan edildi. Millet olarak hepimiz, ölenlere rahmet diledik
ve çok üzüldük. Bu tamam. Ama bundan ötesi pek hoş cereyan etmiyor. Yayınlar ve
paylaşımlar ölü yakınlarının acılarını hafifletmek ve unutturmak yerine sürekli
kanayan yaralarını kaşımak gibi cereyan ediyor.
Gelen
ağlıyor, giden ağlıyor.
Ölü
yakınlarının acısına her gelen sanki tuz basıyor.
Buna
mukabil asıl taziye onların acıları olduğu kadar geride kalan özellikle dul eş
ve yetim çocukların, evinin direğini kaybetmiş yaşlı anne ve babaların
üzerlerine abanan ve altından kalkmaları çok zor olan yüklerini hafifletmek,
onların geleceğe yönelik kaygılarını hesaba katarak umutsuzluğun acımasız
girdabına düşmelerini önlemek şeklinde olmalıdır.
Bu
kabilden hareketler de yok değil ve asıl sevindirici olanlar da bunlardır.
Ölüm
gerçek. Lakin ölenler ile ölünmüyor ve hayat devam ediyor.
Ölenlere
rahmet diliyor ve dualar ediyoruz.
Bu
işin kolay yanı. Zor olanı ise geride kalanları kucaklayıcı, rahatlatıcı,
geleceğe olan umutlarını yeniden yeşertici tavırlar olacaktır. Hayırda
yarışacaksak asıl onlara ilişkin tedbirlerde yarışmak lazım.
Bu
vesile ile bir kez daha kadere bakışımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Vaktiyle
(1990) Hacda tünel faciasında izdihamdan 1462 kadar hacı ölmüştü. Sonraki
yığllarda da özellikle Mina’da şeytan taşlama yerlerinde onlarca, yüzlerce hacı
öldü. Yetkililer “Ne yapalım, kader!” diye sorumluluğu geçiştirmeye
çalışıyorlardı. Sonraki yıllar mekanları genişletme projeleri yaptılar, şeytan taşlama yerini dört katlı ve gelişli
gidişli biçimde yeniden düzenlediler. Şimdi aynı o yerlerde hiç izdiham olmuyor
ve kimse de ölmüyor. O kaderdi de peki şimdi bu ne? Elbette bu da kader! Demek
ki kaderi Allah biraz da insanların elleriyle yazıyor.
Tek
bir kişi bile olsa ihmal sonucu ölmüşse, bunun vebali çok büyüktür. Ya bir de
ölenler yüzlerle ifade ediliyorsa. Bu itibarla bu gibi faciaları kader diye
geçiştirmek hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmemeli ve kamu vicdanını teskin
edici bir şekilde incemeler yapılmalı ve gerçekten ihmal ve kasıt gibi unsurlar
var ise bunlar ortaya çıkarılmalıdır. Hiç kimse hesabını veremeyeceği bir yükün
altına da girmemelidir.
Ölülerimize
–ki onlar şehit sayılıyorlar- rahmet diliyorum.
Geride
kalanlara sabır diliyorum ve insanlık işte böyle zamanlarda belli olur diyor ve
millet olarak bu ve benzeri yaraları el birliği ile sarmanın lüzumuna işaretle
cümlenizi Allah’a emanet ediyorum.
Dua
ile!
17.05.2014
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder