Evin
hemen önünde ya da balkondan bakınca gözükecek şekilde arkada bir bahçeniz var
ve orada oynayan çocuklarınız. Boy boy, dizi dizi.
Dalıp
dalıp gidiyorlar oyuna. Arada başını çevirip şefkatle izleyen annelerine
bakıyorlar. Babanın o pek aldırmaz duruşunun ardında nasıl bir ilgi olduğunun
sezgisiyle güven ikliminde anın tadını çıkarıyorlar.
Koyunlarına
kum dolmuş, üst baş çamur olmuş, toprağı kazmaya çabalamaktan tırnakları
kırılmış, birbirlerine attıkları kumlar saç ve başlarına doluşmuş umurlarında
mı?
Önlerinde
kocaman bir gelecek ve zor bir hayat varmış… Onlara ne? Nasıl olsa onun dahi
kaygısını çekenler aha da yukarıda/içeride çaktırmadan nasıl da gözetliyorlar. Ve
kim bilir onlar için nasıl planlar yapıp, ne şekil gelecekler inşa ediyorlar.
Onlar
için ne gam, ne keder!
Böylesi
bir neşe, böylesi bir huzur ve güven acaba ne eder?
Dün
cebindeki tüm paralarını, uzatılan boş avuçlara koyan aynı insanlar, bugün
cepleri para dolu olmasına karşın en yüce değerler adına kendilerine uzatılan
ellere neden bir tek kör kuruş dahi koyamaz olmuşlar.
Gerçekten
mutluluk denilen ve esas itibarıyla güven ve huzura dayalı olan şey ne eder?
Geçen
bir canın sessiz çığlığı ta benim bile sağır kulaklarıma kadar geldi. Şöyle
diyordu:
“Bilmek isterdim mutluluk nasıl bir şey, nasıl yürekten
gülümsüyorlar, güzel mi?
Gerçek bir gülümseme, çok güzel olmalı, tek bir an bu his için
çok şey feda edebilirdim, keşke parayla satın alınabilseydi huzur, güzel olmaz
mıydı?
Bir tutam huzur satın alır, sonra da herkesin yüzüne
gerçek bir sevgiyle bakabilirdim, belki o zaman bütün güvensizliklerim imanımın
önünde koskoca bir dağ olmaz yerle bir olurdu…”
Evet, mutluluk nasıl bir şeydi? Merak ediyordu.
Garibce nereden bilsindi ki. O da himmete muhtaç bir dedeydi ve
nerde ki gayrıya himmet edeydi.
Yine de düşünmeden edemedi. Acaba dedi ve aklına bir sürü şeyler
geldi.
Soğanın cücüğünü yemek gibi bir şey mi bu mutluluk dedikleri?
Yoksul bir çocuğa “Paran olsa ne yemek istersin?” diye
sormuşlardı da çocuk “Patates!” cevabını vermişti. Öyle ya belki de patates
yemekti.
Belki baharda yaylaya gitmekti ve doğanın hazır sunduğu kenger,
ekşimen, yemlik gibi şeyler toplamak ve Menn-i Selvâdan sayılabilecek Garibce
hazların tadına varmaktı.
Ya da ne diyeyim aşık değilim ki bileyim: Sevgiliden bir selam almaktı,
adını gül dudağı ile andığını duymaktı. İşlemeli bir çevre salmaktı…
Ve belki de kim bilir içeride çekilen enfes ziyafete anahtar
deliğinden bakarak katılmaktı. Onlar içeride ağızlarını şapırtatırken alınan
hazzın neşesiyle kendinden geçmekti.
Bilemiyorum işte. Ne adını koyabiliyor ne de tanımını
yapabiliyorum.
En güzeli sanki bana da “şefkat
bahçesinde oyun oynayan çocuk olmak” betimlemesi geldi.
Yüzüne
gözüne tozlar bulaşmış, gözü sulanmış, burnu akmış, toz birikmiş yüzüne çizgi
çizgi olmuş. Ama o tozun toprağın ardında güven içinde yüzmenin huzurunu taşıyan
bir yüz ve ışıl ışıl parlayan bir göz var.
“-Ey
çocuk, sende olandan bana da verebilir misin?” dedim.
Anlamadı,
başını salladı.
“-Dedim
şu yüzünün ışığından, gözünün parıltısından bana da verebilir misin?”
“-Ama
o verilmez ki!” dedi.
“-Peki
hiç yolu yok mu?” dedim.
“-Var!”
dedi.
“-Ne
ve nasıl?!” dedim.
“-Anlamalıydın!”
dedi.
Ve
ne yazık ki ben anlayamamıştım.
Çünkü
ben büyük adamdım. Onun ne halini bilirdim ne de dilinden anlardım.
Hem
öylesi yüzde ışık, gözde mutluluk… bunlar bizi bozardı.
Bizim
yüzümüz mahkeme duvarı gibi, bakışlarımız ise kurşun gibi ağır olmalıydı.
Öyle
oyunla oyuncakla işimiz mi olurdu? Ağır olmalıydık ve öyle ki gören bizi kadı
sanmalıydı.
Bizim
sevmeye ve sevilmeye vaktimiz olabilir miydi?
Ve
de şefkat bahçesinde oyun oynamaya.
Hem
kimin şefkatine sığınabilirdik ki gayrı.
Yüzümüze
gülen yüzleri örten maskeleri görmüştük çoktan.
Bizi
bataklıktan kurtarmak için uzanan ellerin ardındaki niyetleri bir bir sökmüştük
hayli zamandan.
Bütün
numaraları biliyoruz kendi özümüzden, o yüzden gördüğümüz yüzün kaç numara
olduğunu bilmek hiç sorun olmuyor be çocuğum.
Bedelini
ödemediğin bir dilim çaman ekmeğin bile esirgendiği bir dünyada ne yazık ki
özümüzde mevcut bulunan insanlık hazinesini öyle çarçur edip tüketmişiz ki
artık verecek bir şeyimiz de kalmamış.
Kime
ne diyebilirdik ki, kendimiz sarmaları ikişer ikişer götürüyorken.
Çocuğum,
anlamadı da sanma, aslında senin ne demek istediğini anladım elbet. Ne var ki benim
bu yüzle artık senin gibi olmamın imkanı yok. Dolayısıyla senin gülen yüzün ve
ışıyan gözün gibi bir yüzüm ve gözüm olsun diye bir talebi hala sürdürmenin ne
kadar boş olduğunu hiç bilmez olur muyum?
Ama
Rabbimden son olarak niyazım şu ki, bari “Şefkat bahçesinde oyun oynayan”
canlarımız hep olsun.
Olsun
ki onların yüzlerinin aydınlığı, gözlerinin ışığı bizim yüzümüze de vursun ve
hiç olmazsa anahtar deliğinden bakarak bile olsa o mutluluğu biz da tadar gibi
edelim.
Yüzümüz
olmayabilir. Bu doğru!
Ama
umudumuzu asla kesemeyeceğimiz lütufkâr bir Rabbimiz var!
Bir
bakmışız hayalini kurduğumuz şeyler bile gerçek olmuş.
Neden
olmasın ki!
Dua
ile!
01.05.2014
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder