İslam, kıyamete
kadar varlığını ve hayatiyetini sürdürecektir. Bunun için de zamanla
hayatiyetini kaybeden ölü hücrelerin yenilenmesi (tecdid) gerekecektir.
İslam fıtrat
dini olması hasebiyle aynen bir göze (pınar) gibidir. Suyu azaldıkça saflığını
ve berraklığını kaybeder, suyu çoğaldıkça kendi öz safiyetine yeniden kavuşur.
Bunun için onun hep coşkulu halde tutulması Müslümanların vazifesidir.
İslam, bu
doğallığı, safiyeti ve fıtrata dayalı oluşu ile kendi özünde herhangi bir pislik ve murdarlık taşımaz.
Başına gelenler, biraz da sahipsiz kalması sonucu hep dışarıdan musallat olan
çirkeflikler yüzündendir. Bu itibarla İslam’ın yeni bir şekil verilmesine
(reform) ihtiyacı yoktur, aksine arındırılmaya, yenilenmeye, yeniden coşkulu
kılınmaya ihtiyacı vardır. Buna tecdid denilmektedir. En az her yüz yılda böyle
bir yenilenmeye ihtiyaç vardır.
İşte bu
yenilenme sırasında mücadele verilecek olan yabancı unsurların başında bidatlar
gelmektedir.
İmdi bidat
nedir?
Bidat dine
eklemlenen ancak ondan olmayan, onu sömüren asalak unsurlardır.
Asalaklık,
hayatın hemen her alanında kendine yer açan ve hep muzır olan unsurlardır.
Düşünün kendi öz vücudumuza bile yapışan kene gibi, sülük gibi, bit pire gibi
kanımızı emen, solucanlar, kılkurtlar gibi bağırsaklarımıza çöreklenen nice
asalaklar vardır. Vücudumuzu bunlardan kurtarmamız gerektiği gibi, dine
çöreklenen, İslamlığımıza eklemlenen ve onu sömüren bu kabil parazitlerden,
asalaklardan da onu kurtarmamız gerekmektedir.
Bir kere şunu
bilmekte fayda vardır: Bidat ve din aynı kaynaktan beslenmediği için bunlar
arasında doku uyuşmazlığı vardır. Dine nispetle bidat, ağaçlarda türeyen ökse
otu (Bizim Toroslarda güvelek derler) gibidir, genetik olarak ağaçla hiç ilgisi
yoktur, ancak onun bünyesi içinde var olur, gelişir ve ağacı sömürür.
İslam’ın ve
hatta tüm insanlığın ortak kabulüne göre yatağımızda doğan her çocuk nikahın
sahibi olarak hukuken bizim sayılmaktadır (el-Veledü li’l-firâş). İyi de
gerçekten bizim mi değil mi? Belki dün için bunu ayırt etmenin kesin yolu
yoktu. O yüzden ilm-i kıyafe gibi bu alanda uzman sayılan kişilere baş
vurulurdu. Ancak bu kesin bir kanıt olmadığı için buna dayanılarak herhangi bir
hukuki işlem yapılamazdı. Bu durumda eğer gerçekten çocuğun bize ait olmadığı
iddiamız varsa lian uygulamasına gidilirdi ve tarafların yeminleşmesi sonucu eşler
arası ayrılır ve çocuk da annenin nesebine katılırdı. Koca da iffete iftira
etme cezasından da bu yolla kurtulmuş olurdu.
İmdi bunu ispat
edecek kesin deliller, yöntemler bulunmaktadır. (Karine-i katı’a). İbn Kayyim
bu gibi kesin kanıtlar hakkında o meşhur sözünü söylemişti: “Eynemâ vücideti’l-maslaha
fe semme şer’ullah: Adaleti gerçekleştirici maslahat her ne olursa olsun o
şeriatın ta kendisidir. Ya da adalet nerede ve nasıl gerçekleşiyorsa şerî hüküm
de odur. Dolayısıyla bugün ihtilaf halinde DNA testi yoluyla nesebin tespiti
tamamen şerî bir yol demektir.
Bu gelişme ve
yeni imkan sonucunda yatağımızda doğduğu için kucağımıza verilen ve “Al bu
çocuk senin!” denilen her çocuğu kabul etmek ve onunla aramızda asılsız bir
nesep bağı oluşturmak zorunda değiliz.
İmdi biz tarih
boyunca geliştirilen metotlar yanında, yeni teknikler, teknolojik imkanlar,
özellikle Batı’da kutsal metinlerin değerlendirilmesi için geliştirilen yeni
yöntemlerden de yararlanarak dinin ya da daha doğru bir ifade ile geleneğin
içinde yer almış olan ancak dine ait olup olmadığı konusunda tereddüdümüz
bulunan asalakvari ögeleri (her türlü bidat, uydurma rivayetler, üretilmiş hayali
kişiler vb.) ayıklamamız mümkün olabilir.
Sözgelimi
tasavvuf ve tarikatlar adına bize sunulan şeyler ağacın meyvesi gibi ise o
zaten bizim nihai amacımızdır, onu asla ve hiçbir şekilde ihmal edemeyiz. Ama
ağaçtaki ökse otu gibi ise, ağacın tutunduğu dalları ve kökleri ile hiçbir
genetik uyum göstermiyorsa, o takdirde bizim bu asalak otlardan -bize bir takım hoşumuza giden zevkli şeyler sunsa bile- bir an evvel
kurtulmak için bir çaba içerisine girmeliyiz. Yatağımızda bulduğumuz her çocuğu
bizden olsa da olmasa da kabullenmek mecburiyetinde olmadığımız gibi İslam
adına ortaya çıkmış olan kurumlar karşısında da aynı tavrı göstermeliyiz. Bu noktadan hareketle tasavvuf hakkında
diyeceğimiz sözümüz şu olur: Eğer tasavvufun tutunduğu dallar (füru) ve kökler (usul)
bizim İslam ağacının kökleri ve dalları ise başka bir ifade ile Tasavvufun
fıkhı fıkh-ı zâhirimiz (furu’u’d-dîn), akaidi fıkh-ı ekberimiz (usûlu’d-dîn) ise
ona karşı çıkmanın bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber zamanında bilfiil olmayıp
da zaman içinde bilfiil halinde ortaya çıkan nice kurumlar vardır. Nitekim fıkıh
mezhepleri de böyledir. Baştan beri nüve olarak özü olan ama adı olmayan
tasavvufun da bu anlamda kurumlaşmış bir yapıya bürünmesi ve kendine has bir
takım özelliklerinin ortaya çıkması normal gelişme kabilinden sayılacak bir
durumdur. Ağacı dikersiniz de meyveyi nice bir zaman sonra devşirirsiniz. Kimi
ağaç dikildiği sene meyve verir, kimi ise üç beş sene sonra ancak meyve verir.
İmdi kıyamete kadar daim olacak İslam ağacındaki bilkuvve olan unsurların zaman
içinde, belki doğuşundan birkaç asır sonra bilfiil meyveye dönüşmesi, onun
verdiği semere olmamasını gerektirmez. Dolayısıyla bu kabilden gelişmeler dinde
bidat sayılmaz, aksine arzulanan, beklenen bir gelişme olur. Önemli olan bu
yeni semerenin genetik olarak aynı öze ve esasa ait olmasıdır. Bu itibarla
kaostan düzene geçişi sağlayan, bölücü değil aksine olabildiğince toparlayıcı
olan mezhepleri bidat sayamadığımız gibi fıkhımızın derunî yönünü (fıkh-ı
bâtın) temsil eden tasavvufu da sözü edilen kayıtlarla bidat sayamayız.
Dua ile!
26.05.2016
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder