“İnsanlar, vahyi ve ilahî hidayeti ya yok sayar oldular ya
da ona gerekli değeri vermez oldular. Ne var ki insanlar bu noktaya da durup
dururken gelmediler. Yani insanlığın yolunu aydınlatmak üzere insanlığa mal
edilmiş ilahî hidayet meşalesi yollarını tam aydınlatıyorken bu iş böyle
olmadı. İki sebep yüzünden oldu: Ya ışık zayıfladı, aydınlatamaz hale geldi, ya
da ışık göz aldı da bu halde iken insanlar etraflarını göremez oldular, ona
sebep de ışığı attılar ya da ona sırtlarını çevirdiler.
Birincisi yani ışığın artık yeterince aydınlatamaz oluşu,
kaynakla, asıl memba ile yeterince sıkı bir bağ kurulamamasının bir sonucu
oldu. Lambanın sönmesi, bir gazın tükenmesi sonucu olur, iki fitil kısalır,
gaza ulaşamaz hale gelir, lamba gene söner. Bizde bu ikincisi oldu. Fitilin
yani bizdeki himmetlerin kısalmasını, biz madenin tükenmesine yorduk ve lamba göz
göre göre sönmeye mahkum edildi. Fitili yenilemesini akledemedik. Şimdi onun cezasını karanlıkta kalmakla
çekiyoruz.
İkincisi ise vahyin gözü alması şeklindeydi. Bir türlü
tekvin ve teşri arasında denge kurmasını başaramayan bizler, bütün himmetleri ilahî
olan vahye yönelttik, her şeyin cevabını, her derdin ilacını onda bildik ve
onda aradık. Bizim de bir parçasını oluşturduğumuz tekvinin, asıl âyetler
olduğunu unuttuk. Bütün himmetimizi vahye, yolumuzu aydınlatmak üzere elimize
tutuşturulan nura, ışığa yöneltince, gözümüzü ona dikince o da tabiatı gereği
gözümüzü aldı, kamaşan gözümüzle artık etrafımızda olup biteni göremez olduk,
sonunda da onu ya tümden terketmek zorunda kaldık, ya da onun üzerine daha çok
daha çok kapandık ve etrafımızda olan her şeyden koptuk, apayrı bir dünyanın
yaratıkları olduk. Gerçek dünyada değil, dimağımızda oluşturduğumuz ve
şekillendirdiğimiz mevhum bir dünyanın sanal ortamında sanal bir yaşantı
sürdürmeye başladık. Yaşantımızın hangi tarihe tekabül ettiği umurumuzda bile değildi,
zira bizim bu sanal dünyamızda ne tarih vardı, ne de bizden başka kimse. Artık
tarih yazan özneler değildik, tarihin dışında kalmıştık.
Hz. Ömer’in kadınlar için söylediği
sözü din için uyarlarsak yanlış bir şey söylemiş olmayız. Evet, “bu iş ne din
ile oluyor ne de dinsiz”. Asıl olan hayat, hayata tat verecek olan da din
olmalı. Hayat tekvine, tat verici de dine tekabül etmeli. Şimdi hayatımızı
yaşayacağız, anlamlı olacak, lezzetli olacak, bir amacı bulunacak vb. Bir
kimsenin yemek pişirmesi gibi. Neyi ne oranda katacağımız çok önemli. Ölçüyü
kaçırdığımız zaman ne tat kalır, ne kıvam. Tuz yemeğe tat verir, ama ölçüsünde
olunca. Bu tatlandırıcı bir şey diye, ne kadar çok atarsam yemek o kadar
kıvamında ve tadında olur dersek, pişen yemek yemek olmaktan çıkar. Dinin,
hayattaki yeri işte böyle olmalı, tam kıvam tutturacak ve yeteri kadar. Bizim
tekvinden sarfı nazarla her şeyi dinde aramamızla, yemek yapacağız diye kazanın
içine tuz doldurmamız arasında hiç fark yoktur. Şu da bir gerçek, tatsız da
olsa tuzsuz aşa katlanılabilir, ama tuz doldurulmuş bir aşa asla…”
Valla, zamanla akıl başa düşüp yazmışız. Ana uysa da uymasa
da!
Dua ile!
03.04.2019
GARİBCE
Etiketler: Vahyin ışığı. tekvin-teşri, Hz. Ömer, hidayet
Allah sizden razı olsun.
YanıtlaSil