İslâm’ı bir din olarak vahye
dayalı temel kaynaklarından almak, kavramak ve anlaşılır bir dille, açık bir
söylemle anlatmak (tebliğ) ve hayata geçirmek anlamında olması gereken fıkıh,
bu işlevi sebebiyle hayatı bir bütün olarak ele almak zorundadır. Bunun tabiî sonucu olarak da şerî ve sosyal bilimlerin üzerinde, onların
hepsini de kucaklayıcı bir yapı arzetmesi gerekir.
Müslümanlık temel inanç olarak “Tevhîd” esası üzerine kuruludur. Her şey
denge üzeredir ve bir bütünlük arzetmektedir. İnsan, varlık âleminde ayrı bir
dünyada değil, bütünün içinde ve fakat merkezî konumda bir yerdedir. Dışımızdaki
âlem de kezâ bütünlüğün bir parçasıdır. Bu bütünlüğü ince bir nizam ve denge
üzerine oturtan hakîm, habîr, alîm olan yüce bir İrade ve Kudret vardır ve
varlık âlemi bütünlük içinde tek elden yaratılmakta, tedvir ve tedbir
edilmekte, düzen bu şekilde sürdürülmektedir.
Bu bütünlük içinde insanın önemli bir yeri vardır ve insan da gene aynı
nizama tabi, aynı İrade ve Kudret’in şümul ve hükümranlık alanındadır. Başka
bir güce açık ne bir alan vardır, ne de böyle bir alanı sağlayabilecek başka bir güç. Bu itibarla madde ile
manayı; ruhu ile bedeni ile; aklı ile
kalbi ile ve gönlü ile insanı; toplumsal, siyasal, iktisadî… yönü ile hayatı;
biri diğerinin uzantısı olması hasebiyle dünya ve âhireti… kısaca her şeyi bir
bütün olarak almak ve bu bütünlüğe tek bir “Kâdiri Mutlak”ı egemen görmek, ve
O’nun irade ve kudreti dahilinde bulunan ve O’nun koyduğu nizam içinde var
olmuş ve varlığını sürdürmekte olan bu âlemi sadece O’nun bilmek, O’nun
iradesinin tecellî etmeyeceği bir alan asla tasavvur etmemek… tevhid inancınınn
tabiî bir gereği olmaktadır.
Fıkıh işte bu bütünlük anlayışı içinde, haddi zatında zorunlu olarak
Allah’ın kulları olan biz insanları gönüllü olarak da O’na kul yapmanın ve
hayatımızı O’nun koyduğu ilkeler, amaçlar doğrultusunda düzenlemenin gayreti
içindedir ve bunun için vardır. Bunu yaparken bütünlüğü gözardı etmeden insanı
ruh ve beden olarak, akıl, kalp ve gönül sahibi bir bütün olarak, ferdi
insanlık âlemi içinde, insanlık âlemini de diğer âlemler içinde bir bütün kabul
ederek duyulacak ihtiyaçları öngörmesi ve bunu en güzel biçimde karşılaması
gerekecektir. Bu itibarla Fıkıh, inanç ve ahlâk meselelerini konu edinen
ilimlerden kendini koparamayacağı gibi, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle de
keza insanın içinde yaşadığı sosyal ve fizik çevre ile uğraşan ilimlerle de
yakından uğraşmak zorundadır.
Bugün müslümanlar bir taraftan tevhide inanmanın gereğini duyarlarken, öbür
taraftan da hayatlarının parsellere ayrıldığını ve her bir alanının başka güçler tarafından doldurulduğunu,
Kâdiri Mutlak olarak inandığı Allah’ın, hayatının sadece cüzî bir kısmına
egemen olduğunu görmektedir. İnsanımız bütünlük fikrinden koparılmış ve
kendisine gündüzün dünya için, gece âhiret için çalışabileceği, aklını işine
gönlünü Allah’a verebileceği, bedenine Tagut’un ruhuna ise Tanrı’nın
hükmedebileceği, bunun da normal ve çağdaşlık gereği olduğu telkin edilmiştir.
Bu telkinler altındaki insanımız ya işin vehametini kavrayarak büyük
ızdıraplara maruz kalmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmış, tamamen kendi
kabuğuna çekilerek sosyallikten uzaklaşmış yahut da telkinlere inanarak çifte
kişilikli insanlar halini almışlardır; yani aynı insan hem mü’min hem kâfir
gibi bir yaşantı sürdürmeye başlamış ve zamanla buna hem kendisi hem de
başkaları alışmışlardır.
İşin bu noktaya gelmesinde, bütünlük fikrinin kopması ve Fıkh’ın asıl
mahiyet ve işlevini yitirerek ayrı bir vadide çevreden habersiz fertlere ve
toplumlara yön verme, onları “gütme” iddiasını sürdürmesi büyük rol oynamıştır.
İman, amel ve ahlâk bütünlüğü unutulduğu için fıkhın alanı “şerî amelî ahkâm”
olarak daraltılmış ve zamanla bunların sûrî şekiller alması kaçınılmaz
olmuştur. Oysa ki din “şerî amelî ahkâmı” iman düzlemi üzerine oturtmak ve
ahlâkî semereler vermek için vaz’ etmiştir. Öyleyse ne iman düzlemi üzerine
oturtulmayan, ne de ahlâkî semereler vermeyen bir amel/fiil, iş, eylem gerçekte
“meşrû” olamaz. Âleme, bütünlük gözü ile bakılmayan her yaklaşım, insanı
parselleyecek, hayatı farklı güçlerin egemenliğine teslim edecek her izah
yanlıştır. “Gönüllü kulluğa” ulaştırmayan her adım bizi Hakk’tan uzaklaştıran,
Şeytana yaklaştıran adım olacaktır. Fıkhın amacı bize mutlak anlamda “adım
attırmak” değil, bunun Hakk’ın istediği için, Hakk için ve Hakk’a götürecek
biçimde olmasını sağlamaktır. Dolayısıyla bizi Hakk’a ulaştırmayacak bir adımı,
Tevhid’den uzaklaştıran parçacı bir çabayı bizden uzak tutmak Fıkh’ın
vazifesidir.
Fıkh’ın bunu yapabilmesi için iki şeye önem vermesi gerekiyor: Birincisi
hareket noktasının çok iyi tespiti, bunun mutlaka vahye dayalı sağlam bir zemin
olmasına özen gösterilmesi. İkincisi de amaçların, değerlerin, ilkelerin çok
iyi belirlenmiş olması ve yapılacak işlerin,
tutulacak yolun mutlaka belirlenen amaçlara (makâsıdı şerîa) ulaştırıcı
olduğundan emin olunması.
Saygı ve sevgiyle.
16.01.2020
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder