Telfikle ilgili
dünkü yazımız bazı şeyleri biliyor olmamızı var sayma esası üzerine
oturtulmuştu. Belli ki bazı kavramların açıklanması gerekiyor. Bunların başında
da mezheb geliyor.
Mezheb, dini yaşamada
tutulan yol demektir.
Hz. Peygamber
zamanında mezhep diye bir şey yoktur. Öyle ise bunlar bidattır demek de doğru
değildir. Hz. Peygamber zamanında pek çok şey yok idi, zamanla duyulan ihtiyaca
mebni pek çok uygulama ve kurumlar ortaya çıktı. Şimdi bunlar bidat demek,
İslam’ın doğduğu hal üzere kalması, hiç gelişmemesi, bebeklik halinde varlığını
sürdürmesi demek gibi bir şeydir.
Elbette ki Hz.
Peygamber’in insanlık dünyasına bir nüve halinde ektiği ve kendi zamanında da
filizlendirip yeni yeni meyve verir hale getirdiği İslamiyet ağacı, asırlar
içinde üç kıtayı ve zamanla da bütün dünyayı tutmuş; inanç, ibadet ve gündelik
yaşantı (muâmelat) ve de ahlak olmak üzere üç boyutlu devasa görkemli bir ağaç
(şecere-i tayyibe) halini almıştır.
Bu ağacın bütün
insanlık ufkunu tutabilmesi için Hz. Peygamber’den sonra gerek siyaset
tasarrufundaki halefleri hulefayı râşidîn, gerekse tebliğ ve fetva tasarrufunda
ulema ve gerekse tezkiye tasarrufunda davetçiler (eğitimciler) elbette büyük
katkılarda bulunmuşlardır. İslamiyetin bu görkemli haliyle kıyamete kadar
varlığının garantisi de işte bu katkıların kesintisiz olarak
sürdürülebilmesidir. Bu katkılar olmadıkça İslam’ın bekasından söz etmek mümkün
değildir.
İmdi hulefanın
katkısı ümmeti siyaset etme şeklinde olmuştur. Özellikle Râşid Halifeler gerçek
anlamda ülülemr olarak niteleyebileceğimiz kimselerdir. Bunlar siyaset erkini
ellerinde bulundurdukları gibi aynı zamanda her biri bir müctehid olmaları
hasebiyle ilim temsilcileridir de. İleriki zamanlarda ulema ve ümera diye ikiye ayrılacak olan
ülülemr bunların şahsında henüz tek bir sınıf gibidir. Bunlar hem hukuku yapan,
hem uygulayan hem de ümmet tarafından kendilerine uyulan kurucu önderlerdir.
Hz. Peygamber’in
sahabesi fetihlerle birlikte çeşitli şehirlere dağılmışlardı. Bunlar içinde
ilimde seçkin olanlar gittikleri yerde birer otorite olarak insanların dini
ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.
İslam devleti kurulma
aşamasında olduğu için henüz kurumlar oluşmamıştı. Bir anlamda kervan yolda
düzülür hesabı kurumlar ihtiyaca mebni yeni yeni ortaya çıkıyordu. Özellikle
Râşid Halifelerden sonra yöneticiler hukuk yapma yoluna gitmemişler bunu tayin
ettikleri şeriat kadılarına havale etmişlerdi. Bir de halkın fetva işleri için
kendilerinin başvurdukları temayüz etmiş
âlimler vardı.
Kadılar hukuku,
fetva veren âlimler ise diyaneti temsil ediyorlardı. Başka bir ifade ile
kadılar Hz. Peygamber’in yargı tasarruflarında halefleri idi, âlimler de fetva
tasarrufunda onun naibleri olmaktaydı. Bazı hallerde bu görevler aynı
şahıslarda birleşebilirdi. Yani bir
kimse hem yöneticilerin tayin ettiği kadı olabilir hem de o yörenin en
saygıdeğer âlimi olarak diyanette kendisine başvurulan fetva mercii olabilirdi.
Örnek yaşantısıyla da aynı zamanda Hz. Peygamber’in tezkiye tasarrufunda da
halef olmuş olurlardı. Zaten “âlim” denilince günümüzde kullanılan “bilgin” kelimesinin aksine ilmi
ile aynı zamanda âmil de olan kimseler kastedilirdi. Dolayısıyla diyanette
merci olan âlimler, hem ilim sahipleri hem de toplum tarafından diyanet
alanında kendilerine örnek alınan kimselerdi.
Diyanet iltizama
bağlı bir şeydir, yargıda ise ilzam esastır. Yani bir dinî konu hakkında
kişinin nasıl davranacağını belirlemek üzere bir âlime başvurup ondan fetva
alması ve onun gereği doğrultusunda hareket etmesi tamamen kendi tercihinin bir
sonucudur. Oysa kadının mahkeme kararı bağlayıcıdır.
Kadı hukuku, müftî
diyaneti temsil eder.
Kadı, kendisini
tayin eden makamın belirlediği şartlara uymak ve sınırladığı yetkiyi aşmamak
durumundadır. Oysa müftî Allah adına şerî hükmün ne olduğunu belirlemek ve
bildirmek durumundadır.
Kadı hüccete
(belgeye) dayanır ve hukuk olarak belirlenen şeye göre hüküm verir, müftî ise
kişinin beyanını esas alır ve şerî deliller müvacehesinde hüküm verir.
Müftî, sadece şerî
delillere bakar ve tearuzu halinde kendisince
hangisi daha güçlü ise onun gereği doğrultusunda hüküm verir. Keyfî davranamaz.
İlk zamanlar işler
bu minval üzere yürüyordu. Yani ümmete siyaset etmek Halifelerin elindeydi,
yargı onların tayin ettiği şerî kadılar marifetiyle yürüyordu. Diyanet işleri
de müftîler marifetiyle götürülüyordu.
Diyanet işlerinin
fetva yoluyla kotarılması, aynen tababet
alanında hasta olan kişinin kendi muhitinde mesleğine güvendiği doktora gidip
de tedavi olması gibi idi. İlle falan doktora gideceksin gibi bir ilzam ve
icbar yoktu. Güven esastı.
Zamanla yöresel
olarak kadı ve müftilerin öncekilerden devraldıkları ve ayrıca kendi
ictihadları marifetiyle oluşturulan şerî dinî hükümler giderek yaygın biçimde
bilinmeye başladı. Din âlimleri ve kadılar bir olayla karşılaştıkları zaman
onun hükmünü kendileri oluşturmak yerine tevarüs edegeldikleri yerleşik
kurallar doğrultusunda vermeye başladılar. Özellikle yargı alanında bu usulün
belirginleşmesi giderek artan biçimde yargı güvenliğini de beraberinde
getirmekteydi. İş öyle bir noktaya vardı ki artık görevlendirilen kadılar
yöneticilerin zımnî iradeleriyle önceden oluşturulmuş olan hükümler
doğrultusunda yargı faaliyetlerini yürütmeleri gerekli hal aldı. Belli başlı
şehir merkezlerinde oluşan bu durum giderek de daha geniş alanlarda kabul gördü
ve artık müftîler de benzer tavır geliştirdiler. İlk zamanların oluşum süreci
olması ve zamanla giderek belli başlı problemlerin çözülmüş bir hal alması ve
bu çözümlerin de nesiller boyu tevarüs edilegelen bir gelenek halini alması,
sonunda bugün bizim adına mezhep dediğimiz olguların ortaya çıkmasını intaç
etti.
Söz gelimi Kufe’de
Hz. Ömer’in de fıkhını ve uygulamalarını beraberinde getiren İbn Mesûd’un hem
öğretmen (müftî) hem kadı olarak Kufe’de bulunması ve Hz. Ali de başta olmak
üzere orada pek çok sahabinin yaşamış olması, bunların ellerinde yetişen tabiin
nesli, onların arkasından gelen tebe-i tâbiîn nesli ve bu zaman içinde ortaya
çıkan yeni yeni problemlerin bir şekilde çözüme bağlanmış olması ve bunların
kabul görerek nesilden nesle aktarılması ve
böylece büyük sayılabilecek bir fıkıh mirasının oluşması bu mirasın onu
tevarüs eden Ebu Hanife’nin elinde (başka havzalarda başka isimler ile) giderek sistemleşmeye başlaması ve onun talebelerinin eliyle de bir iki asır
süren süreç içinde iyice bilinen, yaygın ve yerleşik şerî hükümler/ hukuk
kuralları halini alması, bunların usullerinin belirlenmesi mezhep dediğimiz
olgunun İslam Medeniyet havzasında yerini alması ve asırlar boyu hem diyanet
işleri hem de hukuk olarak yargı işlerinin kotarılması sonucunu doğurmuştur.
Şu hale göre mezhep
dediğimiz zaman akla iki şey gelmelidir: Birincisi farklı gelenekler şeklinde şerî hükümlerin tespit
edilmiş olması ve insanların ihtiyaçlarının bu geleneği iyi bilen müftîler
marifetiyle karşılanması. Bu diyanî boyutu teşkil eder.
İkincisi de bu şerî
hükümlerin mahkemelerde yargı faaliyetlerinin sürdürülmesinde hukuk mevzuatı olarak
işlev sürdürmesi. Bu da kazaî yönü oluşturur. Kazaî yönde ülülemrin emrinin
iktiranı söz konusudur. Yani bir süreç halinde oluşmuş olan şerî hükümlerin
mahkemelerde nizaların hall ü faslında hukuk mevzuatı gibi kullanılmasına dair
yöneticilerin iradelerinin mevzubahis olması.
Bu irade ile birlikte mezhepler, İslam Devletlerinin hukuk sistemleri
halini almışlardır. İslam dünyasının büyüklüğü ve genişliği, coğrafî ve
kültürel farklılıklar vb. dikkate alındığında mezhep olgusunun tekçi değil de
çoğulcu bir yapı şeklinde ortaya çıkması tabii görülmelidir. Bununla birlikte
kamu yönetimi ile ilgili olduğunda genelde aynı mezhebin (Hanefî) etkin olduğu
da görülmektedir.
Bu yapının oluşması
ve tamamlanması üç asır sürmüştür. Sistem başlangıç aşamasında naslardan yani
şerî delillerden hareketle oluşturulmuş olmasına rağmen tamamlandıktan sonra
artık referans sistemin kendisi olmuştur. Bu noktadan sonra yeni sorunlar çözülürken
sistem dahilinde ve sistemin enstrümanları vasıtasıyla aşılmaya çalışılmıştır.
Söz gelimi yeni bir olayla (vâkıât ve
nevâzil) karşılaşılmışsa, artık bu konuda Allah ve Peygamberinin ne buyurduğuna
değil (ictihad), mezhebin kuralları ve imamlarının yöntemleri doğrultusunda ne
denilebileceği (tahrîc) esası benimsenir olmuştur. Hukuk güvenliği ve istikrar
açısından da buna gerek duyulmuş ve içtihad kapısının kapandığına
hükmedilmiştir. Bu bir anlamda ihtiyaç kalmadığı için kendiliğinden kapanmış
olmak anlamına gelmektedir. İşte böyle bir zamanda Hanefî mezhebinin önemli
imamlarından Kerhî’nin (ö. 340) sözü[1]
önem arz etmektedir ve o söz bugün bir çokları için yadırgatıcı olabilir
ama kendi dönemi için yerinde söylenmiş gözükmektedir.
Bu şu anlama geliyor: Hukuk sistemi oluşturulmuş ve istikrar sağlanmıştır.
Bundan böyle bu istikrarı sürdürmek gerekir. Bu da ancak sistemi bir bütün
olarak kabul etmek ve yürürlükte tutmakla mümkün olur. Bu itibarla böyle bir
zamanda birilerinin çıkıp “ama efendim bu konuda hadis var, haber var…” demesi
ve yerleşik sisteme itirazda bulunması çok kabul edilebilir değildir. Sizin
sözünü ettiğiniz haber vaktiyle bizim imamlarımız tarafından görülmüş,
değerlendirilmiş ve bütünlük içinde her şey yerli yerine konulmuştur. Bu
itibarla eğer sözünü ettiğiniz şey, onların vardığı sonuçlara uymuyorsa,
mümkünse tevil edilmeli değilse neshe hamledilmelidir.
Hukukun bu
istikrarı, asırlar boyu süren durağan süreçte İslam dünyasına barış ve huzur
getirmiş, duyulan ihtiyaçları bihakkın karşılamıştır. Ortaya çıkan küçük çaplı
bazı sorunlar da mezhep içinde kalınarak tahric yoluyla ve bazen de hiyel vb.
gibi yolarla aşılabilmiştir.
Sıkıntı köklü
değişimin yaşandığı dönem ile başlamıştır. Batıda 18. Yüzyıla kadar giden ama
bizde ancak geçen çağımızın ortalarında hissedilmeye başlayan değişim olgusu fıkıhta
da etkin olmuş ve mezhep olgusunu sarsmaya başlamıştır.
İlk sarsıntı kanunlaştırma
hareketleriyle başlamıştır. Bu alanda en parlak
çalışma olan Mecelle kimilerine göre fıkhımızın bir kırılma noktasıdır,
kimilerine göre de önemli bir açılımdır.
Mecelle tamamen
Hanefî mezhebi içinde kalınarak sadece bir iki meselede mezhep içi hiyerarşi
esnetilerek çıkarılmış bir kanun mecmuasıdır. Başında bizzat Padişah Abdulaziz’in
el yazısıyla yazmış olduğu “Mucebince amel olunsun!” emru fermanı ile resmen
kanunumuz olmuştur. Akabinde Mecelle Tadil Komisyonlarının çalışmaları olmuş
ancak alınan kararlar Padişahın iradesine iktiran edemediği için
yasalaşmamıştır. 1917 yılında Hukuk-ı
Aile Kararnamesi yürürlüğe konulmuştur. Bu kararname, bir devrim mesabesindedir.
Çünkü ilk kez resmi olarak dört mezhebin
de dışına çıkılarak İbn Şübrüme, Ebu Bekir el-Asam gibi müctehidlerin görüşlerinden de istifade
yoluna gidilmiştir. Ancak bu kararname bir buçuk yıl ancak yürürlükte kalabilmiş
ve hem içeriden hem de dışarıdan gelen baskılar sonucu yürürlükten
kaldırılmıştır. 1923 ve 1924 tarihli iki Aile Hukuku kanun tasarısı da meclise
kadar gelmiştir. Bunlar hem Adliye hem
de şeriye encümenlerinden geçmiş tasarılardır. Yani hem kanun tekniği
bakımından hem de şer-i şerîfe uygunluk bakımından komisyonlardan geçmiş ve
mecliste tasarı halinde bekletilmiştir. Bu tasarılarda Avrupa hukukundan yararlanma
gibi adımların atılması da söz konusu olmuştur. Bu sırada Lozan’da da
müzakereler sürdürülmektedir. Sonunda bilindiği üzere 1926 yılında Mecelle
yürürlükten kaldırılmış, Şeriyye ve Evkaf Vekaleti lağvedilmiş yerine Diyanet
İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Bu tarih, asırlar
boyu bizim hukuk mevzuatı ihtiyacımızı karşılamakta olan mezhebin de hukuk boyutunun
ilgası demektir. Bu işi yapanlar, meseleyi iyi bildiklerinden yeni kurulan
başkanlığın adını “Diyanet İşleri” diye tespit etmişlerdir.
Bu şu demektir:
Şimdiye kadar fıkhımız, mezhepler marifetiyle hem diyanetimizi hem de
hukukumuzu temsil ediyordu. Artık hukuk boyutu ilga edilmişti ve geriye sadece
diyanî yön kalmıştı.
Diyanet, inançlar,
ibadetler ve ahlakiyattan ibaretti. Diyanet işleri reisliğinin vazifesi de
bunlarla sınırlı olarak belirlenmişti. Hukuk (yargı) boyutu ise, artık yeni bir
mecrada yeni bir kanun ile işleyecekti.
İmdi günümüze
geldiğimiz zaman mezheb artık tamamen iltizama dayalı bir hal almıştır.
Mezhebin
kurumsallığı artık yoktur. İnsanlar sanki ilk başta olduğu gibi artık diyanî
meselelerini diyanet işleri başkanlığına ve onun görevlendirmiş olduğu
müftîlere, ya da güvendikleri bir âlime soracaklar, onlar ne fetva verirlerse
insanlar da onun gereğini yerine getirecek ve böylece diyanetlerini yaşamış olacaklardır.
Hukuk alanında ise
mezhebin işlevi artık sona ermiştir. Sadece 1926 öncesini ilgilendiren miras
vb. gibi davalar varsa, o zaman devreye sokulmuştur.
Hal böyle olunca
bugün için dinî bir sorunu olan kimsenin diyanî olarak yapması gereken şey,
meselesini güvendiği bir müftîye ya da âlime/ fakihe sormasıdır.
Fakihin/ müftînin
görevi de ta en başta olduğu gibi Allah adına hüküm vereceği için şerî delillere
başvurmaktır. Müfînin delil karşısında keyfi davranması asla caiz değildir.
Müsteftînin yani soru soran kimsenin içinde bulunduğu durumu çok iyi kavrayıp,
onun durumuna en uygun düşecek Allah’ın hükmünü şerî deliller içerisinden çıkarması müftînin vazifesidir.
Müftî kör taklitle
işi götüremez. Yani, herhangi bir meseleye daha önceden verilmiş bir fetvayı
olduğu gibi veremez. Bu aynen bir hastaya daha önce bir hastaya yazılmış
reçetenin kopyalanıp verilmesi gibi bir şeydir. Hastaların şikayetleri aynı
olsa bile, vücut yapıları farklı, sebepler değişik vb. olabilir. Bu itibarla
doktorun, hastaya özel reçete yazması gerekir. Aynı şey müftî için de bir gerekliliktir.
Bu, daha önceki fetvalardan istifade edemeyeceği anlamına da gelmez.
İşte mezhebin
işlevselliğini kaybettiği ve ülülemrin emrinin iktiranı şartını kaybettiği
durumlarda artık tamamen iltizama dayalı bir diyanet işleri söz konusu olmaktadır.
Eskiden de söylenen
“Âmmînin mezhebi yoktur, müftînin fetvası vardır” sözü günümüz için artık daha
bir geçerlidir. Dolayısıyla bir Müslüman dinî sorumluluğunu yerine getirmek
için başına gelen herhangi bir dinî meseleyi ehil bildiği bir müftîye/ fakihe/
âlime sormak ve onun vereceği fetva ile de amel etmek durumundadır. Aynen
hastanın doktora gidip verdiği reçeteyi uygulaması gibi. Ne var ki fetva işi
iltizama dayalı olduğu için kalbi yatmaması halinde bağlayıcı olmadığından
başka bir müftîye de sorabilir. Eğer müftîye güveni var ve verdiği fetvanın
kendisi açısından din olduğuna inanıyorsa bu halde bir başkasına soramaz.
Sorması halinde bu keyfilik olur. Müctehidin deliller karşısındaki tavrı nasıl
ise müsteftînin de fetva karşısındaki durumu öyle olacak, her ikisinde de
keyfîlik olmayacaktır.
İşte vaziyet böyle
böyle iken bir kimse mesela bir müftîye “Vücudun bir yerinden kan çıkması
abdesti bozar mı?” diye sorsa, o da bu konuda daha önce verilmiş hükümleri ve
onların delillerini incelese ve ulaştığı
sonucu mesela “Bozmaz!” şeklinde ona verse, aynı kişi bir başka sefer aynı müftîye ya da bir başkasına “Kadına elim
değse abdestim bozulur mu?” diye sorsa, o da gene aynı şekilde delilleri
değerlendirdikten sonra vardığı sonucu “Hayır bozmaz!” şeklinde o kişiye
bildirse o kişi bu fetvalara uyarak dinini yaşasa ve abdestini ona göre alsa ve
namazlarını kılsa bu kimse dinî açıdan kendisine düşen sorumluluğu yerine
getirmiş olur. Bu kimsenin yaptığı şey telfiktir ve telfik caiz değildir
şeklinde itiraz doğru değildir.
Ama bu kişi müftîye
sormadan, delilini bilmeden kendi keyfine göre güya kitaplardan okuyarak onu oradan
bunu buradan almak suretiyle bir terkip
yapsa işte bu bir telfik olur ve caiz olmaz. Çünkü din iki şekilde yaşanır:
Müctehid olan ictihad ederek, öyle olmayan da müctehide sorarak.
Ziraat alanında
profesör de olsa bir kişi diyanet alanında müçtehid değilse o âmmî yani ilmî
yeterlilik bakımından normal, sıradan bir insan sayılır ve böylelerinin mutlaka
dinî sorunlarını liyakat sahibi bir âlime (müçtehide) sormaları gerekir.
Fetva vermeye
liyakati olmayan kişinin dini konularda kendi başına hareket etmesi, hastanın
kendi kendini tedaviye kalkışması gibidir.
Her iki davranış da
yanlıştır.
Yarım hoca dinden
yarım doktor candan edermiş.
İyisi mi siz ne
candan olun, ne dinden!
Dua ile!
16.03.2014
GARİBCE
-الْأَصْلُ: أَنَّ
كُلَّ خَبَرٍ يَجِيْءُ بِخِلَافِ قَوْلِ أَصْحَابِنَا فَإِنَّهُ يُحْمَلُ عَلَى النَّسْخِ
أَوْ عَلَى أَنَّهُ مُعَارَضٌ بِمِثْلِهِ ثُمَّ يُصَارُ إِلَى دَلِيْلٍ آخَرَ أَوْ
تَرْجِيْحٍ فِيْهِ بِمَا يَحْتَجُّ بِهِ أَصْحَابُنَا مِنْ وُجُوْهِ التَّرْجِيْحِ
أَوْ يُحْمَلُ عَلَى التَّوْفِِيْقِ وَإِنَّمَا يُفْعَلُ ذَلِكَ عَلَى حَسْبِ قِيَامِ
الدَّلِيْلِ فَإِنْ قَامَتْ دَلَالَةُ النَّسْخِ يُحْمَلُ عَلَيْهِ وَإِنْ قَامَتِ
الدَّلَالَةُ عَلَى غَيْرِهِ صِرْنَا إِلَيْهِ.
Peygamber Efendimiz (sav) kendisine sorulan sorulara cevap verirken, soruyu soran kişinin durumunu da esas alarak cevap verdiğini görüyoruz.
YanıtlaSilKur'ân'ı Kerim'i anlama noktasında insanların ise Mümin, Müttaki, Muhsin gibi ifadelerle vasıflandırıldığını görüyoruz.
Şuhalde kendisine soru sorulan bir Müftü kendi anladığı seviyede mi cevap vermeli, yoksa soruyu soran kişinin durumunu da gözetmeli mi?
Elbette gözetmeli.
Sil