Efendim bizim fıkhımız adalet esası üzere kuruludur. Eşitlik değil.
Eşitlik, adaleti sağladığı sürece itibar görür ve türdeşler arasında söz konusu
olur. Bütün insanlar, insaniyetlikte eşittirler; renk, ırk, dil, cinsiyet vb.
ayrımı söz konusu değildir.
Eşit işi yapmış kişi eşit ücreti hak eder.
Aynı yükün altına girenler benzer yetkilere sahip olurlar.
Adalet herkese hakkını/ hak ettiğini vermektir. İslam felahı[1] takvaya bağlar. Takvâ da
adaletin hemen yanı başındadır, sizi takvaya adalet yakın kılar: “İ’dilû! Huve
akrabu li’t-takvâ!”
İslam adaletin ötesinde ihsana (hakkı bağışlamayı) da çağrı yapar. Ama zararı
yok adaleti bihakkın tesis edelim o da bize yeter.
Dün sınıfta Fıkıh Metinleri dersinde Velayet bahsini okuyoruz. Üstelik
de “Yeni Elbisesi İçinde İslam
Fıkhı”ndan.
Konu ve işlenişi güzel. Her şey adalet esası üzerine kurulu belli ki!
Velayet hakkı kişi ve mal üzerinde olur. Kişi üzerinde velayet hakkı,
kâsır’a (kendi kendini idare edebilme ehliyeti için gerekli olan temyiz
yetisine sahip olmayan küçük, bunak, akıl hastası gibi kimseler) miras ve hacb
tertibi üzere binefsihi asabe olan en yakın akrabasına ait olur. Bunun
sıralaması da şöyledir: 1. Bünüvvet: Kâsırın oğlu, oğlunun oğlu, oğlunun
oğlunun oğlu… 2. Übüvvet. Baba, babanın babası, babanın babasının babası… 3.
Uhuvvet. Babanın cüz’üleri. Yani kâsırın babasının diğer erkek çocukları ki kâsırın
er kardeşleri olur. 4. Umûmet: Dedenin cüz’üleri. Yani kâsırın dedesinin erkek
çocukları ki amcaları olur.
Buna göre mesela sabi yaşta bir çocuğun babası ölse, çocuğun başta annesi
olmak üzere başka yakınları bulunsa, o çocuğun sorumluluğu kime ait olacaktır?
Sıra ile o yaşta oğlu olmayacağına göre babasının babası (yani dedesi) o
da yoksa babasının dedesi, o da yoksa erkek kardeşi, o da yoksa amcası çocuğun
velisi olur.
Bunlardan hiç kimse yoksa o zaman annesi velisi olur.
Biyolojik olarak da şefkat ve merhamet itibariyle de çocuğa en yakın olan
anne neden en sona kalıyor?
Hadane (küçük çocuğun bakımı) hakkı söz konusu olduğunda en başta akla
gelen anne, velayet de neden en sona kalıyor?
Bunun tek telime ile cevabı adalet gereği olmalı.
Üstad Zerka yazdığı kitabına her ne kadar “Yeni Elbisesi İçinde” dese de
içindeki sonuçta bizim klasik fıkhımız. Belli ki fizyolojisinde bir değişiklik
yok, taş gibi sapasağlam ve yerinde çakılı duruyor, milim bile oynamamış!
Elbisesine aldanmadan içindeki bedeni tanımaya çalıştığımızda aslında her
şey yerli yerinde gözüküyor. Ne var ki beden mumyalanmış, korunmuş ama onu
içinde taşıyan zaman akıp gitmiş, bu yeni zamanda tanınması zorlaşmış. Doğru
anlaşılabilmesi için belli ki geriye doğru zamana bir yolculuk yapmak gerekli
gibi gözüküyor.
Geleneksel toplumlarda sosyal yapıyı büyük aileler oluşturuyor, hatta diyet
ödenmesi, âkıle oluşturulması, kasame gibi bazı
sorunların üstesinden gelmek için kabile ölçekli kurumlar gerekli oluyor.
Ailenin bir kavvamı yani her türlü umurunu üstlenen, koruma ve kollama
görevi/ yetkisi bulunan bir efendisi/ beyi oluyor (Arapçası Rab). Bu yapıda birim
aile olduğu için kişiler ve bireysellik öne çıkmıyor, işler genellikle temsil
yoluyla kotarılıyor.
Kökü sağlam, dalları göğe ağmış mücessem bir ağaç gibi bir sosyal yapı
söz konusu. Bu yapıda bireyler ağaçların dalları, dallarda açan çiçekler gibi.
Bu itibarla bunların kendiliklerinden karar vermeleri ve başlarına buyruk
hareket etmeleri söz konusu değildir. Ağacın kaderine sahip olan (bahçıvan)
şefkatle gereken budamaları da yaparak onu sonsuza kadar yaşatmayı gaye edinir
ve bunun gereğini yapar.
Bu yapı içinde anne yabancıdır, dışarıdan başka bir aileden gelmiştir ve
hala o aileye aittir. Ölümle ya da talak ve tefrik gibi bir yolla nikah bağı koptuğu
an, yine eski ailesine dönebilecektir. Adı hala eski ailesinin adıdır. Malı da
öyle tamamen kendisine aittir. Mehri kendi ailesinin itibarına göre belirlenir.
Nikah bağı ile bağlandığı bu yeni aile
içinde şayet çocuk doğurmuşsa bu onu sadece o çocuğun annesi yapar, bu yeni
ailenin esaslı bir üyesi yapmaz. Hal böyle iken ağacın yeni bir sürgünü
mesabesinde olan yenidoğanın velisi elbette ki onu doğuran kadın değil, ailenin
yetkili ve sorumlu kavvam kişisi olacaktır. Hasat edilen ürün ambara
kaldırılmış, tarla ile olan alakası bitmiştir. Yeni ürün doğuran kadına değil
aileye aittir ve haliyle onun kaderi de ailenin temsilcisi olan veliye (veli işleri
üstlenen demektir) havale edilecektir. O veli ki nafaka dahil olmak üzere her
türlü ihtiyacı karşılamakla yükümlü kimsedir, öyle ise mukabil bir yetkiyi de
haiz olmalıdır. İşte bu yetkiye velayet denilmektedir. Kâsır’ın nerede
ikamet edeceği, eğitimi, tedavisi, iş ya da sanat sahibi olması için çalıştırılması
ve yönlendirilmesi ve hatta bir maslahata mebni küçük yaşta nikahlanması gibi
konularda belirleyici olan velidir, bu yetki tamamen ona aittir. Velayet-i
icbar söz konusu olduğu zaman –ki baba ve dedenin velayeti böyledir- bu durumda
küçüğün ergenlik çağına ermesi halinde hıyaru’l-bülûğ denilen ergenlik seçim
hakkını dahi kullanamamaktadır. Çünkü baba ve dedenin kâsır’a karşı olan şefkat
ve merhameti, kollama hırsı o kadar güçlüdür ki, bu saikle onlar korumaları
altında bulunan ve kendi sulbünden gelen bu çocuklara karşı asla yanlış
yapmazlar, velayet hakkını kötüye kullanmazlar. Ama veli olan amcanın yetim kız
yeğenini kendi oğluna nikahlaması gibi durumlarda olduğu gibi, baba ve dedenin dışındaki
velilerin işlemlerine karşı böyle bir tedbir uygun görülmüş ve onlar için
hıyaru’l-bülûğ tanınmıştır.
Doğrusu yapı ile birlikte yetki ve sorumluluk dağılımı oldukça yerinde ve
adaletli gözüküyor.
Şimdi velayet altında olan kâsır’ın
evlilik çağına gelmiş bir kız olduğunu düşünelim. Bu kızın mehr-i mislini
tespitte annesi hesaba katılmakta mıdır? Mesela bizde bir söz vardır: “Kenarına
bak bezini annesine bak kızını al!” derler. Mehir tespitinde durum öyle mi?
Bakıyoruz hiç de öyle değil. Çünkü bu kızın annesi aileye yabancı, o yüzden
kızın mehr-i misli, amca kızları ve halaların mehirleri dikkate alınarak
belirlenmektedir. Çünkü aileye ait olan
bunlardır.
Birey olmak ve bağımsız bir kişilik sahibi olmak öne çıkmadığı, büyük
ölçüde ailenin öne çıktığı gerçeğidir ki veliye henüz fizyolojik olarak evlilik
yaşına gelmemiş olan küçüklerin nikahlanmasını da tecviz etmekte, küçükleri/ ya
da bâkireleri rızalarına bakmadan everebilmeleri, kişiye eş değil de aileye
gelin alındığı için ister istemez görücü usulü ve temsil ile işlerin
götürülmesi esasının yaygın olması hep bu yapı ile ilişkili olmalıdır.
İmdi elimizi vicdanımıza koyup baktığımızda yapı ve ona uygun olarak dağıtılan yetki ve
sorumluluğun âdil olduğu gözükmüyor mu?
Bence gözüküyor.
Eeee!
Eeesi o ki bu hikaye bizi anlatmıyor.
Anlatılan bizim annelerimiz, kadınlarımız, kızlarımız değil.
Bizim annelerimiz çocuğu hasbelkader doğurmakla kalmıyor, fıkıh kazaî
anlamda görevi değil demişmiş de dememiş de ona hiç bakmadan bağrına basıyor ve
iki yıl emziriyor, hayatını ona adıyor, onu geleceğe hazırlıyor, ömrü billah
yüreğinde taşıyor. İşte böylesi bir kadına/ anneye kusura bakma ama bu çocuğun
hatta amcaları varken bile sana onun üzerinde velayet hakkı veremeyiz…
Nihayetinde sen el kızısın, aileye yabancısın… Üstelik eksik eteksin ve dahası
dahası… diyeceksin. Zor gözüküyor. İsterseniz bir deneyin. Alacağınız cevap
baştan belli gibi.
Nedense bu satırları yazarken kocasının zıhar yapması sonucu hakkını Hz.
Peygamber’e karşı savunan ve ondan umudunu kesince de halini doğrudan Allah’a
şikayet eden ve buna sebep Mücadele[2] suresinin inmesine sebep
olan Havle bt. Mâlik b. Sa’lebe adlı sahabi kadın geldi. Allah rahmet eylesin,
ruhu şad olsun. Hak mücadele tarihinde ufuk bir kadın belli ki.
Bu vesile ile bir daha gördüm ki fıkhımıza yeni elbise biçmek ile iş
olmuyor. Zerka büyük bir üstad ve İslam Hukukuna Giriş mahiyetindeki eseri de
çok değerli. Ne var ki fıkhımıza maharetle biçip diktiği bu yeni elbisenin içindeki
beden tahnitli gibi duruyor. Beden öyle olduktan sonra elbise yeni olmuş ne
yazar ki? Bize lazım olan yaşayan bir fıkıh, hayatımızda karşılığı olan
düzenlemeler getirecek bir fıkıh, belli ki yeni bir inşa ve yeni bir fıkıh.
Herkese hakkını veren ve adalet duygusunun zedelenmesine izin vermeyen,
hemen herkesin işti bu diyeceği kabilden bir fıkıh. Tekvine de en az teşri kadar
itibar veren bir fıkıh. Kendi ilahî ve özgün kaynakları yanında tüm beşerî
tecrübe ve ortak insanlık birikiminden de yararlanmayı ilke edinen bir fıkıh.
Nasrettin hocanın borçlarını ödemek için koyunların çalılara takılan yün
parçalarını toplamakla işe başladığını bilmeyenimiz yoktur. Peşin parayı belli
ki sen de duydun yüzündeki gülümsemeden belli.
Biz de işte öylesine bir başlangıç yapalım. Bir şey muhal değilse mümkin
demektir. Neden olmasın!?
Dua ile!
09.04.2015
GARİBCE
[1] Felah=
kurtuluş, korktuğumuzdan emin umduğumuza
nail olmak demektir.
[2] “Allah,
kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü
işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz
Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”. (Mücadele 58/1 vd.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder