Efendim, malum asırlar boyu bir yaşam biçimimiz vardı. Hem üretim hem
güvenlik gibi saiklerle hep bir arada yan yana sırt sırt yaşardık. Kızımızı
gelin verirdik, ellere giderdi. Ardından nice hasretlik türküleri söylerdik.
Oğlumuza gelin getirirdik, içimizde erirdi.
Sonra bunların birkaç çocuğu oldu da artık ayrılmak ve yeni bir yuva
kurmak dilerlerse hemen yanıbaşımıza bir oda ekleyiverir ve onu oraya ayırırdık. Evlerimizin yapımı için üç duvar
yeterdi. Dördüncüsü zaten hazır olurdu. Mevcut büyük evin en dış duvarı üzerine
hatıl başları konur, yeni üç duvarla da bu iş bitiverirdi.
İmdi böyle bir yuvada doğan ve büyüyen çocuklar, dedesinin, ninesinin
kucağında, amcaoğulları ile hep birlikte yek vücut gibi büyürlerdi. Benzetme gerekirse patates ocağı gibi olurdu. Bir, iki olur iki
de Allah ne verdi ise o kadar çoğalırdı. Ama ne kadar çoğalsalar da hepsi aynı
ocağın içinde birlik halinde olurlardı. Aile hem üretim hem de tüketim birliği
idi. Ailenin bir reisi olurdu ve reis sahip olduğu temsil yetkisiyle aile
bireyleri üzerinde bir takım haklara da sahip olurdu; velayet yetkisi ve buna
dayalı olarak tedip ve terbiye ve hatta bazen teczie (cezalandırma) şeklinde
bir takım tasarruflarda bulunabilirdi.
Böyle bir aile yapısı içinde söz gelimi çocuğun babası olmüşse velayet
yetkisinin dizinde büyüdüğü dedesine, onun yokluğunda beşiğini sallamış,
nicedir sırtında gezdirmiş ağabeyine ya da hep gölgesini üzerinde, müzaharetini
ardında hissettiği amcasına geçmiş
olması hiç yadırganmazdı ve bu mahza
adalet ve hikmetin ta kendisi olarak görülürdü.
İmdi gelelim bizim yaşamakta olduğumuz hayatımıza. Sanayileşme ve ona
bağlı olarak kentleşme ve göç olgusu bizi birbirimizden koparmış ve aileyi tam
anlamıyla savurmuş ve un ufak etmiştir.
Hani mısır patlatmak için mısırı tavaya koyarsın da karıştırmaya
başlarsın, belli bir süre sonra patlayan tavayı terkedip sıçrayabildiği kadar
uzaklara gider ve geride bir şey kalmaz ya aynen öyle. Artık ne üretim birliği
kaldı ve hatta ne de tüketim. Çekirdek ailelerde artık yemekler de ya dışarıda
yeniliyor ya da herkes kendi başına bu işi hallediyor.
Herkes iş buabildiği ve karnını doyurduğu yere gidiyor. Aile bireyleri
artık ülke içinde bile değil dünyanın dört bucağına dağılıyor, her biri bir
yerde oluyor. Çocuklar dedelerini, ninelerini tanımıyor, amcalar yeğenler bir
birini bilmiyor, kuzenler birbirlerini hiç görmemiş oluyorlar. İşte böyle bir
durumda babası ölen çocuğa en yakın duran kimse, bütün varlığı ile kendisini ona
adamış olan anne olması gerekiyor.
İmdi böyle bir ortamda anneye Hıdane hakkı tanıyıp da velayet hakkından
hiç söz etmemek bizzat yaşadığımız kendi gerçekliğimizde pek karşılık bulmuyor.
Allah adaleti emrediyor.
Fıkhımız adalet esası üzerine kuruludur diyoruz.
Ama elbisesini yenilersek bu işi kotarırız sanıyoruz. Oysa ihtiyaç olan, yeni
elbise yanında uygun yeni yaşam alanları ve koşulları da oluşturmak gibi
gözüküyor.
Dua ile!
14.04.2016
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder