Fakültede dersler başladı ve ilk dersimizde adet üzere giriş
yapıyoruz. Fıkıh dersimizde “Varsa yoksa Fıkıh, başka ilim yok!” demeye
getirdim.
Vakıa da öyle değil mi?
Şecere-i Tayyibe (İbrahim 14/24) örneğinden hareketle de
anlatıldığı gibi ed-Din olarak İslam’ın sapasağlam kökleri var (asluhâ sâbit).
O köklerden dışarı vuran gövdesi ve dalları var (fer‘uhâ fi’s-semâ). Ve ucunda
da her an verdiği yemişi/ semeresi var (ükülühâ) . Kökler, inançlara; görünen
gövde kısmı davranışlara, yemiş/semere de erdemlere tekabül eder. Bu her üç
boyutu ile İslam’ı /ed-Din’i anlama ve kavramaya, hayata geçirme becerisine de
“et-Tefekkuh fi’d-dîn” denir. “İlim” rivayete dayalı bilgi anlamında
kullanılırken “Fıkıh” insan aklının devreye girmesiyle oluşturulan sistematik
bir “bilim”dir ve bu anlamda yegânedir. Bu ağacı bir bütün olarak konu edinen
bilim fıkıh iken zamanla köklerini /inançları Fıkh-ı ekber, gövdeyi fıkh-ı
zâhir ve semereyi de fıkh-ı bâtın diye ayırmaya, ardından da içeriklerini
dikkate alarak köklerini konu edinen ilmi akaid, akla dayalı olarak savunusuna
kelam, fıkh-ı bâtını da zühd, ahlak, tasavvuf gibi adlarla ayırmışız. Bu ayırmada
bir sakınca yoktur, yeter ki ahlak ya da tasavvufun fıkhı bizim fıkhımız,
akaidi de bizim akaidimiz olsun. Zamanla bu kutlu ağaca ökse otu gibi asalaklar
da yerleşmiş ve İslam’ın bünyesini sömürmüştür. Bunlara da “bid’at” demekteyiz.
“Bu kutlu ağacın falanca dalı ya da meyvesi Hz. Peygamber döneminde yok idi,
dolayısıyla reddi gerekli bidattir” şeklindeki bir anlayış sakattır. Bidat’ın
ayrıcı özelliği, ağacımızın genetik özelliklerini taşıyıp taşımamasıdır. Fıkhı
fıkhımız, akaidi akaidimiz olan her yeni meyve bizim kendi öz bünyemizin
semeresidir. Onu almakta tereddüdümüz olmaz.
Tefsir- hadis diye okutmakta olduğumuz ilimlere gelince
bunlar esas itibariyle bu kutlu İslam ağacına hayat veren vahye bizi ulaştıran,
malzeme temin eden ilimlerdir.
İmam Şafiî’nin benzetmesiyle hadisçiler (ve tefsirciler) ya
da daha doğru bir ifade ile “rivayete dayalı bilgiler” anlamında malumatı bize
sağlıklı bir şekilde temin eden eczacılardır. Fakihler ise tabiblerdir. Eczacı
malzeme tedarikçisi olarak gerekli her eczayı tedarik eder ve tabibin verdiği
reçeteye göre ilaçları hazırlar. Eczayı değişik terkiplerle hastalıkların
tedavisinde kullanmak ise tabibin işidir. Tabib eczacıdan ayrı olarak eczanın
etkin maddelerinin neye yaradığını da bilir ve reçeteyi ona göre yazar. Aynen
bunun gibi hadis ve tefsir ilmi bize şecere-i tayyibemize hayat vermekte olan
vahye dayalı “ilim”i tesbit edecek, onu bir medeniyetin esası olan bilim haline
getirmek ise fakihin işidir.
Medeniyetimizin bir fıkıh medeniyeti oluşu, bu anlayışın ve
iş bölümünün sonucu olmuştur.
Şimdi zaman değişti. Eczacılar artık her şeyi bilir oldu. Onlar,
hastalara doktorlardan daha çok ilaç verir oldular.
Tefsir ve Hadis de öyle. Onlar da artık malzeme tedarikçisi
olmayı kendileri için yeterli görmediler ve hepsi fıkıh yapar oldular.
Bu bir iddiadır. İspatı için hadis ve tefsir alanında
yaptırılan tezlerin adlarına bakmak kâfidir.
Garibce ama, öyle!
Biz zannımca, şecere-i tayyibeyi bir bütün olarak anlama,
yorumlama ve başka iklimlerde de yetiştirme
çabası olması gereken fıkhı, fıkh-ı zahire indirgemekle kaybettik. Ancak
zihinde bir varlık olarak bölünebilecek olan boyutları gerçeklikte de ayrı
gayrı imiş gibi ele aldık ve fıkhımız iman temeline bina edilmiş ve ahlaki
semereler veren ahkam oluşturma entelektüel çabası olmaktan çıktı. Hal böyle
olunca da fıkıh sanılan somut kurallar ilminin okunması bile fizik, coğrafya okumadan pek
farklı olmadı. İmam Gazalî’nin Ruhunu kaybetmiş din ilimlerinin yeniden hayata
döndürülmesi anlamındaki İhyâu ulûmi’d-dîn
adlı kitabını yazma mecburiyetini hissetmesi belki de bu gerçekliğin kendisinde
uyandırdığı düşüncenin bir sonucu idi.
Fıkıh, “kervan yolda düzülür” fehvasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.)
örnekliğinde yola çıkmış kutlu yürüyüşün zamanla ardından gelenlerin de katkısıyla
bir sisteme dönüştüğü sürecin adıdır ve bu süreç devam etmektedir. Yatağını
bulmuş bir ırmağın sessiz sedasız akışı gibi, istikrar içinde ama sürekli taze
ve kendisini yenileyen, içindekilere ve etrafındakilere hayat veren bir
mahiyettir/ öyle olmak zorundadır. Durduğu ve donduğu anda, beraberinde hayatı
da durdurmanın/ dondurmanın imkanı olmayacağı için ister istemez kendisini
hayatın dışına itilmiş bir halde bulacaktır. Vakıa da biraz budur.
İmdi biz ve bizden sonra gelecekler bu süreci sürdürmeye var
mıyız?
Yoksa hayatın dışına itilmiş tarihi bir olgunun hatıraları
ile avunacak mıyız?
Dua ile!
13.09.2017
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder