Makâsıd dersimizde Iraklı bir doktora öğrencisi Cuma suresi
ile ilgili bir ayet hakkında bir olmuş fıkra (!) anlattı. İngiliz işgali
sırasında bir subay, âlim ve fazıl bir zata, “Siz her şeyin Kur'ân’da olduğunu
söylüyorsunuz. Madem öyle, benim adım da var mı? Eğer varsa söyle Müslüman olacağım!”
demiş. O zat da “Senin adın ne?” demiş. “Kûk” deyince, şöyle bir düşünmüş ve “Elbette var!” demiş ve hemen
Cuma suresindeki “ve terekûke kâimen…” ayetini okumuş. “Bak, tere “kûk” diyor” demiş. İngiliz de Müslüman olmuş(!)Ꙫ.
Biz de az değildik hani. Arapça bilmesek de aradığımızı
Kur'ân’da bulmada az mahir değildik. Hele isimler konusunda epey iyi
sayılırdık. Oğuz’umuzu Eûzü’den bulmuştuk. Yeni tanıştığım bir Lena’mız yanında
bir sürü Aleynâ’mız vardı. Tükezzibân’dan Keziban’ı bulmamış mıydık. Cennette
küp gibi kavunlarımız vardı. “Ve kübkibû fîhâ hüm ve’l-gâvûn” ayeti de
delilimizdi. Daha neler neler! Hepsi de Kur'ân’da vardı.
Az önce çok sevip saydığım bir hocam aradı ve “Yahu, bir
yazı yazıyorum. Yalan hakkında Kur'ân’dan bir ayet aradım, bulamadım. Senin
aklında var mı!” dedi.
Ben de: “Allah! Allah!” dedim kendi kendime, “yalanın
haramlığının ayeti mi olurmuş. Yalan yalandır ve yalan haramdır. Ayet olsa da
haramdır, olmasa da.” Sonra düşündüm, benim de hatırıma bir şey gelmedi. “Hocam
bir bakayım da size döneyim” dedim. K Z B maddesini yazdım, 220 yerde geçiyor.
Hepsine teker teker baktım, hiçbiri yalan söylemekle ilgili değil, hepsi Allah’a
yalan atmakla ve peygamberlerin
getirdiği mutlak gerçekliği tekzip etmekle/ yalanlamakla ilgili. “Olmadı. Ne
yapacağım ben şimdi!? Bir de Z V R köküne bakayım!” dedim. Baktım dört yerde
geçiyor ve bir ayetin sonu وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ diye bitiyor. “Oh be!” dedim. Buldum.
Uysa da buldum uymasa da buldum. Bağlamına bakmaya da gerek yok. Elmalı’nın “tezvir
sözden kaçının."[1]
diye tercüme ettiği ayeti Diyanet Vakfı meali de “yalan sözden sakının” diye
çevirmiş ya, daha ne isterim. Bulmuştum işte. Hemen hocama döndüm ve haberi
verdim. O da belli ki sevindi. İşi görülmüştü.
Koskoca İmam Şâfiî hiç beklemediği İcma’ın Kur'ân’dan delili
sorusuna cevap bulabilmek için tam üç gün uğraşmıştı. Benimkisi üç dakika bile
sürmemişti. Kendimle iftihar ettim!
Garibce nazarımda burada önemli olan şey, her şeyi Kur'ân’da
arama çabamızdır. Oysa yapmamız gereken Kur'ân’ın bize getirdiği ilkelerden
hareketle problem çözme çabası içinde olmamız olmalıydı. Eğer Kur'ân’da aramak
yerine –ki bulduruna şükür- Kur'ân’dan hareketle yola çıkacak olsaydık,
diyecektik ki Kur'ân’a göre “Din fıtrattır. İnsanlığın fıtratında ise yalan
söylemek kötüdür. O yüzden inançlı inançsız bütün insanlar yalanı kötü
görürler, onu bir fazilet değil, rezilet bilirler. Fıtratta öylesine kötü yeri
olan bir reziletin, ona ışık tutan
Kitabımızda ayeti olsa ne olur, olmasa ne olur?!
Ama yok her şey kitapta aranacak ve bulunacaksa Karadenizli
ustanın, kapıyı söveye tutturmak için ille de kullebi diyen müşterisine, daha
kolayına geldiği için “Hayır, ben sana menteşe
takacağım, hem o Kur'ân’da da geçiyor!” deyip de “Tü’ti’l-mülke men teşâ” (3/26)
ayetini okuyarak amacına ulaşmaya çalışması gibi, her şeyin cevabını biz de buluruz
evvel Allah!
Ha benzer bir öykü de Abduh için anlatılır: Bir gayri müslim
demiş ki “Yaş kuru her şey Kur'ân’da varsa söyle bakalım bir çuval undan kaç
ekmek çıkar?” O da, “Elbette var!” dedikten sonra hemen bir fırıncıya soruyu
iletir ve aldığı cevabı soruyu sorana verir. “Olmadı, cevap hani Kur'ân’dan
olacaktı?” deyince de “Tabii ki Kur'ân’dan. Kur'ân bize “İşi, bilmiyorsanız
ehline sorun!” diyor. Ben de bilmediğim bir konu olduğu için ehline sorum ve
aldığım cevabı sana ilettim. Ben bu halimle cevabı Kur'ân’dan hareketle vermiş
oldum…!” der.
İki tavır. Biri her şeyi Kur'ân’da arıyor.
İkincisi, her şeyi Kur'ân’dan hareketle tekvin (el-Halk) ve teşri (el-Emr) birlikteliğinde arıyor.
Bir Kur'ân’ımız var. 6666 ayet içeriyor. Bu ayetleri bir
ışık olarak kullanıp da kevnde/ evrende ne ayetler var, onlara hiç bakmıyoruz.
Kur'ân “Ben ışığım!” diyor.
Biz, “Sana aşığız!” diyoruz. Işığın ışıttığı yere
bakacağımız yerde kelebek gibi kendimizi ışığa atıyoruz. Aşkımız gözümüzü kör
ediyor. Evrende ne var ne yok hiçbir şeyi artık göremiyoruz. “Kurtuluş iman ve
amel-i salihte!” diyen Kur'ân’a, “Sana olan aşkımız bize yeter!” mukabelesinde
bulunuyoruz.
Vakıa ışığı alan gözlerimiz başka şeyi de görmüyor zaten.
İşte böyle!
Dua ile!
30.09.2017
GARİBCE
[1] { ذَلِكَ وَمَنْ
يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ
لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ
الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ}
"Emir budur, her kim de Allah’ın hurmetlerine
tazîm ederse bu kendisi için Rabb’i indinde mutlak hayırdır, size ise
karşınızda tilâvet olunup duranlar müstesna olmak üzere bütün en'am helâl
kılındı, o halde o evsandan, o pislikten kaçının ve tezvir sözden
kaçının." (Hac 22/30).
“Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına
saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram
olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde,
pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.” (Hac 22/30).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder