Kavaktan öte yol gidermiş. Nasıl bir yol? Nereye gider?
Şimdiye dek öğrenebilmiş değilim. Ama madem atalar söylemiş illa ki vardır bir
hikmeti.
Hem bunları ehli tecrübeye sormak lazım.
Dün cuma sonrası "Hadis" sofrasında Emekli Diyanet
İşleri Reislerimizden (Vekil) saygılı Lütfi Doğan hocamızdan oğlu Yahya Doğan,
babasının da bulunduğu mecliste “Babam hep şöyle derdi” dedi ve ekledi:
"Her şey akla muhtaçtır. Akıl da tecrübeye!"
Aklın bile muhtaç olduğu bir değer demek ki tecrübe.
Biz tecrübe etmedik diye, âlemi kendimizden ibaret sanmamak
ve “El elden üstündür!” fehvasınca hemen
herkesin kendine göre bir tecrübesi olabileceğini dikkate alarak istifadeye
çalışmak ârif işi olmalıdır.
Kabağa gelince, hakkında çok güzelleme dinlemişizdir. Peygamber
yemeği olmak da artısı galiba.
Kavakla ilişkisi hakkında şöyle bir hikâye anlatılır:
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy
göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak
ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ey ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini, yapraklarını
sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak. Çünkü ben kavağım sen se kabak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları
başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da
aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın
için.
Ayyy! Güzelmiş hakikaten.
Nice insan için alabilse eğer ders olacak ibretler taşıyor.
Bre kabak! İlla ki kavakla boy ölçüşmeye mecbur mu idin? Ne
güzel kabaktın, kabak kalaydın da böyle kabak tadı vermeyeydin. Sen ki taze
teveğinden, hele de dölsüz çiçeklerinden bol sumaklı dolma yaparlardı da ne
güzel bir nimet olarak sofralarımızı süslerdin. Çeşit çeşit, renk renk, desen
desen kabaklar verdin, bize ikramda bulundun. Denizden sahile atılmış
peygamberi o enli yapraklarınla gölgelemiştin. Tevek saplarından çocuk iken
borazan yapardık. Urkların dikenli yüzeyini bıçağın arkasıyla temizler ve
onlarla kabaklarından o küçük çocukların engin hayal gücüne göre nice
oyuncaklar yapardık. Hele ben çarkı ile, dönen taşı ile bayağı dink (seten)
yapardım ve su ile döndürürdüm, ne güzelliklerdi onlar. Sen kabaktın ve kabak
olarak bizim dünyamızda hoş bir yerin vardı.
Kavakla boy ölçüşmek de nesi!? Yahu bir kere senin boyuna
imrendiğin kavak eninde sonunda kereste olacak, o da sencileyin varlık amacına
uygun bir işlev görecek. Ne gam, ne keder!
Her şey kendi yerinde özel, kendi doğasında güzel değil mi?
Hem korkma öleceğim diye. Senin o ürün olarak verdiğin ve
benim dahi yetiştirmek için çabaladığım kabakların var ya onların her birinin
içinde, neslini sürdürecek nice tohumların/ çekirdeklerin var.
Yediden yetmişe herkesin bahusus elli yaş üstü bizlerin hem
şifasısın hem keyfisin.
Her gelen baharla yine yeşerecek, yine boy atacaksın. Yine
kabak olup kabak vereceksin. Ebter değilsin. Daha ne istersin!
İşte böyle! Arif olan anlarmış. Sözün tamamını söylemek de zaitmiş.
Dua ile!
16.09.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder