Tarih boyunca
ilim havzalarına bakın, hep belli iklimlere münhasır kalmış gibidir. Mekke
Medine daha çok dini merkezdi ve bu itibarla ilk başta ilim ve hilafet sebebiyle
siyasetin de merkezi oldu. Sonra dünyamız genişledi Kufe, Basra ardından Bağdat
da katıldı. Mısır, Kuzey Afrika’da belli merkezler ve amma ille de Endülüs. Her
biri deve dişi gibi âlimler hep o mümbit topraklarda bitti.
Bir zamanlar
Maveraünnehir ne mümbit bir iklimdi.
Ve tabii ki
Sivas, Konya, Bursa…
Bir de benim üniversiteyi
okuduğum yer Erzurum.
Ve nihayet ilmin
demir attığı mekan olarak İstanbul.
Sen hiç
Toroslarda ilim havzası ve orada yetişmiş ilim adamı gördün mü?
Vaktiyle bir
sohbette Salih Tuğ hocam aynı konuyu işlemiş ve belli başlı ilim merkezleri ve
onların önemini anlatmış. Lafın gelişi de ilimden mahrum kıraç yerlere örnek
olmak üzere de Torosları göstermiş. “Toroslardan ilim adamı yetişmez!” demiş.
Kimdi bunu bana
anlatan hatırlamıyorum ama sika bir ravi idi belli. Torosoğlu Garibce olarak tabii
ki etkilenmedim. Ama unutmadım da. Hocamı bir gün yakalarsam ona sorarım dedim.
Bugün Cuma idi.
Uzun zamandır Salih Hocamı da görmemiştim. “Araç kullanamıyorum artık!” diyor. Allah
kendisine sağlıklı uzun ömürler versin. Fakülteye gelebilmesi için belli ki
birinin özel olarak himmet etmesi gerekiyor. Bizim vakıf müdürü Hüsnü Beye de
durumu söyledim. İnşallah himmet ederler de hocamız hiç olmazsa haftada bir gün
fakültemizi teşrif eder.
Hocamızın talebeye
bir şeyler vermesi gerekmiyor. Sırf bulunması ve talebenin henüz mezun olmadan
onu dünya gözü ile görmüş olması bile onlar için önemli bir kazanım olacaktır.
“Garibce’nin şu anlatıp
durduğu Salih hoca, fakültenin o meşhur “serhademe”si demek bu imiş!” deyu o
sevecen ve bir o kadar da yakışıklı insanı tanımış olmanın hazzına erecekler,
tıpkı benim vaktiyle Hamidullah hocayı görmüş ve ondan ilim yanında feyz de
almış ve bunu hiçbir şeye değişmez olmam gibi.
Epey bir çabadan
sonra elini öptüm, birlikte fotoğraflar çektik, çektirdik. Eskilerden,
yenilerden birçok kişi hocayı görmüş olmanın hazzına vardı.
Ben Hocam’a
sokularak odaya gidip gelene kadar eğleşmesini kendisinden rica ettim ve odama
koştum. İki gün önce çok sevdiğim bir ağabeyim için evden getirdiğim ve fakat
vermeyi unuttuğum bir kavanoz kuşburnu marmelatlını hocaya yetiştirmek için can
attım. O ağabeye nasıl olsa başka zaman da verebilirdim. Hem kaderde “Kime
niyet kime kısmet!” de varmış.
Koştum, aldım
geldim.
Kuşburnunun toplaması
çok zahmetlidir. Çünkü dikenleri it gibi dalar, o yüzden bizim oralarda
kuşburnu değil de itburnu derler. Tansu Hanım ile birlikte meşhur oldu. Eskiden
köylerde marmelat yapmasını falan da bilmezlerdi. Şimdi onu da öğrenmişler ve
köyden şehre hediyenin de en güzeli olduğunu keşfetmişler. Sağ olsun bizim
hemşire de –ki bu işlerde mahirdir- epey toplamış ve İstanbuldaki ağabeyine de
hediye yollamış. Tam da mevsimi, iyice olgunlaşmış, bir şinik (buğdaydan yaklaşık
8 kilo alan bir ölçek) kadar da vardı. Elbirliği
ile saatler süren bir çabanın ardından güzelce temizledikten sonra sağ olsun
hanım güzel bir kaynattı, ezdi, süzdü, ince elekten geçirdi (şeker yerine daha
şifalı olur inşallah düşüncesiyle) benim önerim üzerine biraz da bal kattı ve marmelat
haline getirdi, kavanozlara da doldurdu. Kış boyu daha çok ihtiyaç duyacağımız C
vitamini deposu. Damak tadı ve lezzeti de ayrı bir lütuf. İster ekmekle ye,
ister öze. İster sıcak iç ister soğuk. Her derde deva.
İçimden hocamı
geçirir dururdum. Bugün bu bir fırsata dönüştü. Ben de ganimete çevirdim. Bu
vesile ile hem hocamın elini öptüm hem de Toroslardan gelen bu çamsakızını tadımlık da olsa onunla
paylaşmış olmanın, o değerli serhademenin iltifatlarına mazhar olmanın onurunu
yaşadım.
“Hocam!” dedim. “Hani
siz Toroslardan ilim adamı yetişmez demişsiniz ya elhak doğrudur. Ama bol bol
kuşburnu yetişir. Bak bu da bizim Toroslarının yabani yemişi. Hem hocam biz bunu
bizzat kendi elimizle yaptık. Hani çam sakızı çoban armağanı…”
Hocamın belki
ders halkasında bulunmamıştık ama o dönemin kurucu dekanı olarak hepimiz onun
elinden geçmiştik. O akabeyi (sarp yokuşu) tırmanmaya çabaladığımız zaman bize
ip atmış, elimizden tutmuştu. Onun ilmi yanında irfanından, beyefendiliğinden
çok şey kapmıştık. Üzerimizde hakkı büyüktü.
O ve diğer
hocalarımızın haklarını bir çamsakızına kapatabilir miydik? Elbette ki hayır.
Onlara teşekkür
etmenin ve onlara olan borcumuzun ödenmesinin tek yolu onların bize tevdi
ettikleri emaneti bizden daha iyi taşıyacak yeni nesillere aktarmaktı. “el-Ceza
min cinsi’l-amel” denirdi ve bunun başka bir yolu da yoktu.
Salih Hocam ve
bütün saygılı sevgili hocalarım! Sizi unutmak, kendimizi inkâr etmek olur. Biz
sizi geçemezsek sizin bize verdiğiniz haram olur ve bizden sonrakilerin yerinde
saymalarına da bu bir bahane ve mazeret olur.
“Toroslardan ilim
adamı yetişmez”a gelince, eğer ravide bir zühul yoksa bunu bir nunun sükutu ile
“Toroslarda ilim adamı yetişmez” şekline
çevirmek lazım. O zaman gerçekten de söz doğru olur. Aksekililer, Elmalılar,
yenilerden Davutoğulları, bizim Farsak hocaları ve daha niceleri Toroslarda
kalarak yetişmediler. İlim merkezlerine hem de gemileri yakarcasına giderek
ilim adamı oldular.
Ey İstanbul’da olup
da ilim tahsiline baş koyanlar. Bu iklimin kıymetini iyi bilin!
Dua ile!
24.11.2017
GARİBCE
Vefa, bu işte hocam
YanıtlaSil