Malum
Fakültemizde yıllardır sürmekte olan inşaat var. İmam Ebu Hanife binası
sağlamlaştırma sonrasında yeni açıldığında kura sonucu bana harika bir oda
düşmüştü. İki odanın birleştirilmesinden meydana gelmiş, güney cephede müthiş
bir oda. Sonra döşememizde yenilenmiş, masamız, sandalyelerimiz hep birinci
sınıf, kocaman da bir halı ayağımızın altına serilmişti. İlim adamlarına helal
olsundu.
Sonra yıkım
başladı. Oradan oraya, oradan oraya göçtük derken şu anda bulunduğumuz odada karar
kıldık. Kimi zaman beş kişi birlikte oturduk. Doldur boşalt işlevi gören,
sınıftan bozma koca bir oda. Güzel aslında. Ne ki yaz kış hiç güneş almıyor,
koca odanın küçücük de bir penceresi var. Kitapların kahir ekseriyeti kolilere
tıkılmış ve depoda terkedilmiş vaziyette. Zaten kitaplara da eskisi gibi fazla
ihtiyaç yok. Daha çok psikolojik etkisi var gibi sanki.
Ben vaktiyle İslami
İlimler Fakültesi’nde iken ilk yıllarda Hilmi Merttürkmen hocanın evine
gitmiştim. Hoca evinde İngilizce dersi veriyordu. Kapının hemen girişinin
içerden sağında tek bir çelik kitaplık vardı. Hepsi de renkli, takım kitaplarla
dolu idi. O kitaplığın benim üzerimde o kadar büyük bir etkisi olmuştu ki.
Kitap ve ilme karşı bizde bir tutkunun oluşmasında sanırım o görüntünün etkisi
büyüktü.
Şimdi
hatırlıyorum da keşke benim de arkamı dayayacağım öyle bir görüntü olsa. Kitaplarım
raflarda yeniden yerini alsa.
Mahkeme kadıya
mülk değil. Dünya zaten böyle bir şey. Bazen öyle bazen böyle. Ve tilke’l-eyyâmu
nüdâvilühâ beyne’n-nâs…
Şimdi biz
kitaplardan boşalan boşluğu kabak tutkusuyla doldurmaya çalışıyoruz, iyi mi?
Talebeler
soruyor: “Hocam bu kabaklar neyin nesi?”
Diyorum “Tutkunun
sesi!” “Bir sebebi yok mu?” Diyorlar. Diyorum “Sevmek için illa bir sebep mi
gerekir. Gönüldür bu, haka konar kabaka da? Hem sen Garibce misin ki kabağın
sevdasından anlayasın.” Sonra diyorum “Bak sade kabak değil ki, sepetlere bak
bir sürü daha başka şeyler var:
Hindistan cevizleri, Handel, Dum, Mango çekirdeği, şeftali, kayısı ve erik
çekirdekleri, çedene ve çıtımık tohumları ve daha ismini bilmediğim bir takım
meyve çekirdekleri… Peki, söyle bakalım bütün bunların ortak noktası nedir?” “Hayat!”
diyorum. “Hayat! Bak kulağına tut ve
salla, ne var. İçinden sana mesaj var. Duydun mu çekirdeklerin sesini? İşte o
çekirdektir ki her biri yeni bir hayata gebe… Belki ben de işte o yeni
hayatlara aşığım, belki bir nüveden yeni bir dünyaya evrilmeye teşneyim, minnacık
bir çekirdeğin koca bir ağacı nasıl içinde sakladığına hayranım… İşte bu
şaşkınlığımdır ki benim aklımı başımdan alıp beni o gördüğün kabak misillü
nesnelere hayran etmiştir.
Laf gene uzadı.
Asıl sadede gelelim. İmdi masamın altında her gün üzerinde oturduğum halım var
idi ya, işte o halı gene aynen duruyor. Eskimesi falan da yok. Fakat albenisi
derseniz hiç kalmamış. Yolların biraz da inşaata sebep çamuru, kiri, pası hep
üzerinde toplanmış sanki. Hanımların eline bir geçse ya bir araba sopa yer. O
kadar yani.
Temizlik
elemanları arada bir odaya giriyorlar, sözde temizlik de yapıyorlar. Ama hangisini
temizlesinler. Çöpleri almaları bile bir lütuf. Neyse bu halıyı temizlemeyi
aklıma koydum. Bir tane küçük elektrik süpürgesi aldım. Ve onunla başladım
süpürmeye. Aman Allah’ım! Bir toz bir toz, deme gitsin. Halı halı olmaktan
çıkmış, keçeleşmiş.
Oldu mu? Olmadı
tabii! Gene olmadı. Evden daha büyük süpürge götürüp, onunla da uğraşacağım.
İmdi bu halı
evlerimizde olsaydı. Ne olurdu? En köktenci çözüm, kaldırıp atmak olurdu ve bunun
çok da masum izahı olurdu. Bu kadar pisliğe tahammül etmek akıl işi değildi.
Hem kaç sene olmuş, çoktan kullanım miadını da doldurmuş, yenilenmeli idi.
Komşular bizimkinin üstüne kaç halı yenilemişlerdi?!
İkincisi hanımlar
bunu ellerine alırlar, balkondan salındırırlar, ellerine de alırlar kızılcık
kirazından hususi kesilmiş sopalarını vur Allah’ım vur! Vur Allah’ım Vur!
Bazen halı elden
kurtulur, aşağıda zemine çakılır.
Bu yolla halı
adeta içinde ne var ne yok kusturulur ve yediği adam akıllı sopa ile hizaya
getirilirdi. Tabii bazen sopanın ölçüsü kaçırılır ve halının belki de tam
ortasından paralanmasına sebebiyet verilirdi.
Nitekim laf aramızda bizim evde pek kullanılmayan bir halı var ve tam
ortasında yirmi santim kadar düz çizgi halinde yırtık var. Halıya birkaç kez
söyledim, ne oldu sana diye, ser verdi sır vermedi. O da öğrenmişti işi belli
ki!
Bir de tabii
yıkama yolu var. Eğer halı malzeme ve boya itibari ile kaliteli ise yıkama yolu
ile belki de en güzel şekilde
temizlenebilirdi.
İmdi bu halı
örneği üzerinden tevarüs ettiğimiz mirasa bakalım. Vaktiyle o ter ü
tazeliğinden eser kalmamış, albenisi gitmiş, kirlenmiş, paslanmış, saçaklanmış…
At gitsin…
Atamam, çünkü
benim varlığım bu miras içinde anlamlı.
O zaman adam
akıllı döv. Döveyim de yazık değil mi, o güzelim ahenkten eser kalır mı? Hem paralanır,
param parça olmaz mı?
O zaman tozunu
al! Elektrik süpürgesi toz almada bire bir. Sen de otur, düşün, aklını –hala başında
duruyorsa eğer- çalıştır, yol bul, yordam bul, yöntem geliştir, ne et et, bu
mirasın tozunu al. Sakın tozunu attırma, sadece tozunu al.
İşte o zaman onun
albenisi yeniden kendine gelecek ve içinde huzurlu bir hayat yaşamanız mümkün
olacaktır. Müslümanlar olarak bizim başka bir iklimde, başkalarının yurdunda,
başka medeniyetlere taşınarak sığıntı halde yaşamamıza imkan yoktur. Bunu bil
vesselam.
Geçenlerde Cem
Boyner’e isnat edilen bir yazı paylaşılıyordu. Ulusal kaygı ile de olsa onu sen
de oku istersen. Ahanda dipnota[1]
da koydum.
Dua ile!
23.12.2017
GARİBCE
[1] Cem
Boyner'in şirketlerine yolladığı yazı:
Herkeste bir gitme arzusu. Dolar uçuşa geçmiş,
başkanlık tartışmaları canını sıkıyor, sınırımızda savaş, içeride terör belası,
biliyorum...
Ama nereye gideceksin ki zaten?
Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden
sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam
yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta,
masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen
bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.
Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan
uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.
*
Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden
sonra oraya gidip anca beyaz Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar
Kanada’ya kapağı atmak için başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin
orada ne işin var?
Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto
Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil
yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar
kalabalıklar. Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl
cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu
arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?
*
Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz
dedin mi sokakta adam bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar.
Karınca gibi planlı, düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak
isteyeceksin, bir kısa yol bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez
bunlar. Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak
hiç bir Alman komşun. Anca fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına,
ona dert anlatacaksın.
*
Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın
en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse
bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu
dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle.
Ama sen onlardan değilsin ki? Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de
bir kafede mutlu mutlu oturup ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.
*
Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası
Kanada’ya sakın gitme mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma
‘neden döndün oğlum, manyak mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi:
‘çok soğuk oğlum!’
Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş
ister. Bazen günün ortasında felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak
gibi duralamak ister bizim bedenler. Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de
senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel...
Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da.
Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen,
Türkiye’deki Genel Müdür maaşını isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki
kürer, sonra bakakalırsın.
*
Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya
dışında da. Irkçılık almış başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın
bir memlekette nasıl huzur bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere
İskandinav dostlar, bilir misin?
- Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk
arasına yediririm,
- Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim,
Brüksel’de Burdurlular Kahvehanesinde takılırım,
- Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına
karıştım mı kimse anlamaz, gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.
Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma.
Türk kahvesinde bir Euro’ya içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.
*
İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince
Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman
dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da
Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede.
Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle
evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil
dersen, bilemem. Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir
olasılık var.
Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını
saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.
Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer
bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan
abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı, Çorum
Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.
*
Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.
Aslında demek istediğim şu:
Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi
birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.
25.04.2022 Yıllar geçti. Bütün binalarımız yenilendi. Şu anda çok güzel bir odam da var. Güneş alıyor ve pencerenin önünde çiçeklerim coşuyor, rengarenk baharı soluyor.
YanıtlaSilLakin bu kez de ben artık Fakültemde son aylarımı yaşıyorum.
Mahkeme kadıya mülk değilmiş diye yazmıştım.
Şimdi ise aynı şeyi gene söylüyorum. Gerçekten mahkeme kadıya mülk değilmiş.
Ve ben bugün itibariyle emekli bir öğretim üyesi oluyorum.
YanıtlaSil