17 Ocak 2015 Cumartesi

Korkuyorum! Altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum?

 

Bugünlerde Garibce eski günlerdeki gibi çalışıyor.
“Kağnı düşünce iş koca öküze düşermiş” ya da başka bir ifade ile “Batmış kağnıyı koca öküz çıkarırmış”.
Bu sözün gerçekliğini fiilen tecrübe etmiş biri Garibce. Çataloluk’tan bizim köye (Sarıkaya) kağnı ile yük götürüyorduk. Karamıklı’nın oralarda Takataş denilen yerdeydi yokuş yukarı kağnının bir tekeri yoldan aşağı düştü ve onca uğraşa rağmen bir türlü genç tosunlar kağnıyı oradan çıkaramadı. Halit agam beni bizim koca konur öküzü getirmem için köye yolladı. Bizim konur öküz yılların öküzü idi. O civarda bilmediği yol yoktu. Ama genç tosunlar devreye girince çaptan düşmüş ona dinlenmek düşmüştü. Neyse ben  45 dakikalık ama tümüyle dik iniş ve yokuş olan yolu kat edip koca öküzü getirdim. Agam öküzü koştu. Ben merak ediyordum sonucu. Şu genç öküzlerin çıkaramadığı kağnıyı bizim koca konur öküz çıkarabilecek miydi? Yoksa benim bütün emeklerim boşa mı gidecekti. Bu geçen süre içinde ağabeyim isteseydi kağnının yükünü bozar düştüğü yerden çıkarır ve yeniden yükleyebilirdi. Ama yapmadı. Belki bir bildiği vardı. Ne de olsa evin bütün umuru üstünde biri olarak o da tecrübeli sayılırdı.
Neyse kağnının düşen tarafına koca öküzü koştuk ve  biz de bütün gücümüzle yüklendik. Ha babam de babam, kurban olduğum, gadasını aldığım, bilmem neresini yediğim  koca öküz… Öküze iltifatın bini bir para.
Koca öküz bu! Kadir kıymet bilmez mi! Sahibinin sesinden çaresizliğini sezmez mi? Başladı şimdi canhıraş boyunduruğa asılmaya. Kağnı say bir yerde düşmüş, hayvanın tırnakları tutmuyor, kayıyor. Bir iki derken bizim koca öküz kağnıyı düştüğü yerden çıkardı.
Abimin muzaffer bir komutan edasıyla bana bakışına mı dersin, konur öküzün kasılışına mı, benim emeğimin boşa gitmeyişine sevinişime mi…? Ne dersen de işte…
Yahu bu bizim atalar gerçekten çok şeyi tecrübe etmişler ve hepsini de çok güzel bir biçimde kendilerinden sonraki nesillere aktarmışlar. Ne ki devir değişti. İmdi onların bu tecrübeleri bizim bilgisayar çağında ne kadar işimize yarayacak, onları dahi Garibce gibi birilerinin tercüme etmesi ve yeni dile aktarması gerekiyor.
Neyse sadede gelelim.
Bugünlerde Sünnetin kaynak değeri üzerinde bir şeyler yazmam gerekiyor.  Mustafa Sibaî’nin  Mekânetü’s-sünne’sini okurken gördüm ki  Muhammed Sıdkı’nın vaktiyle Menar dergisinde yayınlanmış “El-İslâmu hüve’l-Kur’ânu vahdeh” adlı iki makalesi olduğunu ve bu makalelere o dönemde reddiyeler yazıldığını falan anlatıyor. Eyvah dedim ben şimdi bu makalelere nasıl ulaşacağım. Evden pek çıkmayan, kütüphanelerin yolunu bile unutan ben şimdi nasıl edeceğim… Oldum olası zaten iyi bir araştırmacı olamadım. Araştırıcı dediğin kütüphanelerden çıkmayacak, şöyle olacak böyle olacak diye kendi kendime epey bir verip veriştirdim.
Sonra neyse bir Herbilen’e sorayım belki bir şeyler bulabilirim dedim. Makalenin adını yazdım. Aaa bir de baktım makaleleri ve reddiyeleri kitaplaştırmışlar internet üzerinden de satışa sunmuşlar. Başka dedim ne var? Birkaç adresi daha yokladım. Baktım bir yerde makaleleri yazmışlar ve altında da onlarca yorum yapmışlar. Sevindim. Kopyalayıp kendi dosyama aktardım. Sonra bir sayfa daha gördüm. Aaa o da ne? Bu sayfa el-Mektebetü’ş-Şâmile’ye yolluyor. Hemen el-Mektebe’ye gittim. Eskiler zannedecek ki Allah bilir bu kütüphane nerededir. Yahu burnumun dibinde. Işınlama hızıyla ulaşabildiğim bir yerde. Bilgisayarımda. Hemen girdim baktım hakikaten bütün sayılarıyla birlikte orada, yani elimin altında bir tık kadar yakınımda. Nasıl bir sevindim ki görme gitsin.
Fakat sevincim uzun sürmedi. Beni bir tasa almaya başladı.
Şimdi ben derya içindeki balık misali deryadan habersiz biri gibi olmaktayım. Halim bu anlamda acınası.
Haydi, bunu geçtik. Uyandık, ayıldık… Bu kez de işin cesameti karşısında bayıldık.
Düşün biz doktora yaptığımız sıralarda üç yüz kadar kaynağımız oldu mu sevinirdik. Kaldı ki tüm konular içindi bu. Tuttuğumuz fişleri bir kumarbaz edasıyla karar, bir maharetle önümüze yayar ve kuşların yem toplaması gibi bir ona bir buna bakar, bir berikinden bir ötekinden alırdık. Eğer elde edebilmişsek kitapları önümüze açardık ve  belki onlarca kitap masanın üstünde, gündüz minder akşam yatak olarak kullandığımız divanın üstünde serili olurdu. O zaman tek sobalı odada hem de dört çocukla birlikte hem yaşardık, hem ilim yapardık. Yerlerde serili fişlerimizin ve kitaplarımızın dokunulmazlığı vardı ve Allah vergisi çocuklar da bunu bilirdi. Bizi gören kesinlikle bizim çalıştığımızı ve hatta çalışmadan öte kendimizi kaybetmiş olduğumuzu düşünürdü. En azından görüntü bizi kurtarırdı.
Şimdi bakıyorum. Bir masa, masanın üzerinde bir şaşe (Ekran) Lazım olduğu için değil eskiden kalma alışkanlıkla kalmış ve daha çok da hanım bizim herif çalışıyor desin diye konulmuş bir iki kitap, bir iki kağıt parçası, zaman aşımı sebebiyle çoğu yazmayan ama  huyum sebebiyle de atamadığım onlarca kalem, bir şişe su ve bir kase de atıştırmalık çekirdekli kara üzüm. Fonda da Neşet ağadan çalan bir müzik.
Arada bir de Feys’i falan açıyorum ya, gören tümden işin gırgırında olduğumu sanacak.
Nasıl sanmasın ki… Diz çökme yok, dirsek çürütme yok, mürekkep yalama yok, ezber alameti olarak ırgalanma yok, elde kalem, önde defter kitap yok… Masa bomboş. Kütüphanelere gitme yok, evdeki kitaplıktan aylar geçiyor bir kitap indirme yok. Oh ne güzel! Gel keyfim gel.
Bir de Garibce’nin baktığı yerden bakalım. Şu anda size yazmakta olduğum sayfanın ardında açık ve sürekli işlem yapılmakta olan yedi World dosyası var. El-Mektebe ise devamlı açık halde.
Oku, işaretle, kırmızıya boya, kopyala, öbür tarafa taşı, yapıştır. Ayrı bir dosya aç. Yedeğe al. Yedekler karışmasın önlem al. Başlık aç, normal olsun. Otomatik düzelt komutuna ekle… Yani her ne lazım ise onu yap.
Üç beş kitaptan yazdığın bir konu ile ilgili tafrandan yanına yaklaşılmıyordu ya. Al sana şimdi 13.000 -yazı ile on üç bin- takım kitap ve istediğin bilgi elinin altında ve bir tıka bakıyor hepsi. Müsteşriklerin dokuz hadis kitabı için hazırladıkları fihrist için teşekkür babında dokuz tombalak dönüyordunuz ya hani al sana o dokuz kitap da dahil olmak üzere  235 hadis kitabı, istediğini ara bul.
Fıkıh kitabı dedin, yüzlerce… Usul öyle. Tefsir, kelam, öyle. Fetava türü kitaplar hakeza. Felsefe hariç ne istersen hepsi elinin altında.
Haydi asıl da asıl şimdi tafranı görelim.
Üç beş kitap değil, binlerce kitabın içinden çık da o zaman boyunun gerçek ölçüsünü bilelim.
Valla korktum.
Ben bir Garibce’yim, etim ne budum ne?!
Tez bunun içinden çıkmanın usul ve yöntemlerini bulun!
Koca öküzlere güvenip de zamanı ziyan etmeyin, onların bundan anlayacağı yok.
Cümlenize selam eder, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.
17.01.2015

GARİBCE

2 yorum:

  1. es-Selamü Aleyküm
    Değerli hocam yazılarınızı zevkle okuyoruz. Nasip olursa elinizi öpmeye gelmeyi düşünüyorum.
    Muharrem YILMAZ

    YanıtlaSil
  2. Selam Mehmet hocam,
    Sizin bu ufuk açıcı samimi yazılarınızı zevkle okuyoruz. Üzerinde de düşünüyoruz. Bir de şu tevazuunuz, içi-dışı bir haliniz, içinizden geldiği gibi oluşunuz, tabii haliniz var ya işte onun değerini bu dünyada ölçebilecek bir mikyas var mı bilmiyorum.
    Selam ve mahabbetle
    Saffet KÖSE

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...