Bugünlerde Garibce eski günlerdeki gibi çalışıyor.
“Kağnı düşünce iş koca öküze düşermiş” ya da başka bir ifade ile “Batmış
kağnıyı koca öküz çıkarırmış”.
Bu sözün gerçekliğini fiilen tecrübe etmiş biri Garibce. Çataloluk’tan
bizim köye (Sarıkaya) kağnı ile yük götürüyorduk. Karamıklı’nın oralarda
Takataş denilen yerdeydi yokuş yukarı kağnının bir tekeri yoldan aşağı düştü ve
onca uğraşa rağmen bir türlü genç tosunlar kağnıyı oradan çıkaramadı. Halit
agam beni bizim koca konur öküzü getirmem için köye yolladı. Bizim konur öküz
yılların öküzü idi. O civarda bilmediği yol yoktu. Ama genç tosunlar devreye
girince çaptan düşmüş ona dinlenmek düşmüştü. Neyse ben 45 dakikalık ama tümüyle dik iniş ve yokuş
olan yolu kat edip koca öküzü getirdim. Agam öküzü koştu. Ben merak ediyordum
sonucu. Şu genç öküzlerin çıkaramadığı kağnıyı bizim koca konur öküz çıkarabilecek
miydi? Yoksa benim bütün emeklerim boşa mı gidecekti. Bu geçen süre içinde
ağabeyim isteseydi kağnının yükünü bozar düştüğü yerden çıkarır ve yeniden
yükleyebilirdi. Ama yapmadı. Belki bir bildiği vardı. Ne de olsa evin bütün
umuru üstünde biri olarak o da tecrübeli sayılırdı.
Neyse kağnının düşen tarafına koca öküzü koştuk ve biz de bütün gücümüzle yüklendik. Ha babam de
babam, kurban olduğum, gadasını aldığım, bilmem neresini yediğim koca öküz… Öküze iltifatın bini bir para.
Koca öküz bu! Kadir kıymet bilmez mi! Sahibinin sesinden çaresizliğini
sezmez mi? Başladı şimdi canhıraş boyunduruğa asılmaya. Kağnı say bir yerde
düşmüş, hayvanın tırnakları tutmuyor, kayıyor. Bir iki derken bizim koca öküz
kağnıyı düştüğü yerden çıkardı.
Abimin muzaffer bir komutan edasıyla bana bakışına mı dersin,
konur öküzün kasılışına mı, benim emeğimin boşa gitmeyişine sevinişime mi…? Ne
dersen de işte…
Yahu bu bizim atalar gerçekten çok şeyi tecrübe etmişler ve
hepsini de çok güzel bir biçimde kendilerinden sonraki nesillere aktarmışlar. Ne
ki devir değişti. İmdi onların bu tecrübeleri bizim bilgisayar çağında ne kadar
işimize yarayacak, onları dahi Garibce gibi birilerinin tercüme etmesi ve yeni
dile aktarması gerekiyor.
Neyse sadede gelelim.
Bugünlerde Sünnetin kaynak değeri üzerinde bir şeyler yazmam
gerekiyor. Mustafa Sibaî’nin Mekânetü’s-sünne’sini okurken gördüm ki Muhammed Sıdkı’nın vaktiyle Menar dergisinde
yayınlanmış “El-İslâmu hüve’l-Kur’ânu vahdeh” adlı iki makalesi olduğunu ve bu
makalelere o dönemde reddiyeler yazıldığını falan anlatıyor. Eyvah dedim ben
şimdi bu makalelere nasıl ulaşacağım. Evden pek çıkmayan, kütüphanelerin yolunu
bile unutan ben şimdi nasıl edeceğim… Oldum olası zaten iyi bir araştırmacı
olamadım. Araştırıcı dediğin kütüphanelerden çıkmayacak, şöyle olacak böyle
olacak diye kendi kendime epey bir verip veriştirdim.
Sonra neyse bir Herbilen’e sorayım belki bir şeyler bulabilirim dedim.
Makalenin adını yazdım. Aaa bir de baktım makaleleri ve reddiyeleri
kitaplaştırmışlar internet üzerinden de satışa sunmuşlar. Başka dedim ne var? Birkaç
adresi daha yokladım. Baktım bir yerde makaleleri yazmışlar ve altında da
onlarca yorum yapmışlar. Sevindim. Kopyalayıp kendi dosyama aktardım. Sonra bir
sayfa daha gördüm. Aaa o da ne? Bu sayfa el-Mektebetü’ş-Şâmile’ye yolluyor. Hemen
el-Mektebe’ye gittim. Eskiler zannedecek ki Allah bilir bu kütüphane nerededir.
Yahu burnumun dibinde. Işınlama hızıyla ulaşabildiğim bir yerde.
Bilgisayarımda. Hemen girdim baktım hakikaten bütün sayılarıyla birlikte orada,
yani elimin altında bir tık kadar yakınımda. Nasıl bir sevindim ki görme
gitsin.
Fakat sevincim uzun sürmedi. Beni bir tasa almaya başladı.
Şimdi ben derya içindeki balık misali deryadan habersiz biri gibi
olmaktayım. Halim bu anlamda acınası.
Haydi, bunu geçtik. Uyandık, ayıldık… Bu kez de işin cesameti
karşısında bayıldık.
Düşün biz doktora yaptığımız sıralarda üç yüz kadar kaynağımız
oldu mu sevinirdik. Kaldı ki tüm konular içindi bu. Tuttuğumuz fişleri bir
kumarbaz edasıyla karar, bir maharetle önümüze yayar ve kuşların yem toplaması
gibi bir ona bir buna bakar, bir berikinden bir ötekinden alırdık. Eğer elde
edebilmişsek kitapları önümüze açardık ve
belki onlarca kitap masanın üstünde, gündüz minder akşam yatak olarak
kullandığımız divanın üstünde serili olurdu. O zaman tek sobalı odada hem de
dört çocukla birlikte hem yaşardık, hem ilim yapardık. Yerlerde serili
fişlerimizin ve kitaplarımızın dokunulmazlığı vardı ve Allah vergisi çocuklar
da bunu bilirdi. Bizi gören kesinlikle bizim çalıştığımızı ve hatta çalışmadan
öte kendimizi kaybetmiş olduğumuzu düşünürdü. En azından görüntü bizi
kurtarırdı.
Şimdi bakıyorum. Bir masa, masanın üzerinde bir şaşe (Ekran) Lazım
olduğu için değil eskiden kalma alışkanlıkla kalmış ve daha çok da hanım bizim
herif çalışıyor desin diye konulmuş bir iki kitap, bir iki kağıt parçası, zaman
aşımı sebebiyle çoğu yazmayan ama huyum
sebebiyle de atamadığım onlarca kalem, bir şişe su ve bir kase de atıştırmalık
çekirdekli kara üzüm. Fonda da Neşet ağadan çalan bir müzik.
Arada bir de Feys’i falan açıyorum ya, gören tümden işin
gırgırında olduğumu sanacak.
Nasıl sanmasın ki… Diz çökme yok, dirsek çürütme yok, mürekkep
yalama yok, ezber alameti olarak ırgalanma yok, elde kalem, önde defter kitap
yok… Masa bomboş. Kütüphanelere gitme yok, evdeki kitaplıktan aylar geçiyor bir
kitap indirme yok. Oh ne güzel! Gel keyfim gel.
Bir de Garibce’nin baktığı yerden bakalım. Şu anda size yazmakta
olduğum sayfanın ardında açık ve sürekli işlem yapılmakta olan yedi World
dosyası var. El-Mektebe ise devamlı açık halde.
Oku, işaretle, kırmızıya boya, kopyala, öbür tarafa taşı,
yapıştır. Ayrı bir dosya aç. Yedeğe al. Yedekler karışmasın önlem al. Başlık
aç, normal olsun. Otomatik düzelt komutuna ekle… Yani her ne lazım ise onu yap.
Üç beş kitaptan yazdığın bir konu ile ilgili tafrandan yanına
yaklaşılmıyordu ya. Al sana şimdi 13.000 -yazı ile on üç bin- takım kitap ve istediğin
bilgi elinin altında ve bir tıka bakıyor hepsi. Müsteşriklerin dokuz hadis
kitabı için hazırladıkları fihrist için teşekkür babında dokuz tombalak
dönüyordunuz ya hani al sana o dokuz kitap da dahil olmak üzere 235 hadis kitabı, istediğini ara bul.
Fıkıh kitabı dedin, yüzlerce… Usul öyle. Tefsir, kelam, öyle.
Fetava türü kitaplar hakeza. Felsefe hariç ne istersen hepsi elinin altında.
Haydi asıl da asıl şimdi tafranı görelim.
Üç beş kitap değil, binlerce kitabın içinden çık da o zaman
boyunun gerçek ölçüsünü bilelim.
Valla korktum.
Ben bir Garibce’yim, etim ne budum ne?!
Tez bunun içinden çıkmanın usul ve yöntemlerini bulun!
Koca öküzlere güvenip de zamanı ziyan etmeyin, onların bundan
anlayacağı yok.
Cümlenize selam eder, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden
öperim.
17.01.2015
GARİBCE
es-Selamü Aleyküm
YanıtlaSilDeğerli hocam yazılarınızı zevkle okuyoruz. Nasip olursa elinizi öpmeye gelmeyi düşünüyorum.
Muharrem YILMAZ
Selam Mehmet hocam,
YanıtlaSilSizin bu ufuk açıcı samimi yazılarınızı zevkle okuyoruz. Üzerinde de düşünüyoruz. Bir de şu tevazuunuz, içi-dışı bir haliniz, içinizden geldiği gibi oluşunuz, tabii haliniz var ya işte onun değerini bu dünyada ölçebilecek bir mikyas var mı bilmiyorum.
Selam ve mahabbetle
Saffet KÖSE