Vahiy Akıl Dengesi Açısından Sünnet
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
"Öncelikle şunu söylemek gerekir ki biz bugün burada sünneti değil sünnet anlayışımızı sorgulamaya çalışacağız.
Hz. Muhammed’in adı anılınca aklımıza; Kureyş kabilesinden olan, Mekke’de ekin bitmez bir vadide yetişen oradan seçilip yetiştirilmiş, sıradan olmayan bir insan geliyor. Kur'ân bu insan üzerinden tahakkuk ediyor. Yani Allah’ın kelamı, peygamber olan insanın kalbine indikten sonra O’nun hayatı, yapıp ettikleri ve lisanı üzerinden gerçekleşmiş oluyor. Böyle baktığımızda Peygamberimizi vahiyden ayrı düşünmemiz ve sünneti devre dışı bırakarak bir İslam anlayışı ortaya koymamız mümkün değildir. Nüve, çekirdek vahiydir fakat bu çekirdeğin çimlendiği yer Hz. Peygamber’in şahsında gerçekleştirilen uygulamadır.
Kaba bir benzetmeyle Hz. Peygamberin yaptığı bir bahçıvanın çekirdeği mümbit bir toprağa özenerek yerleştirmesi, ona gözü gibi bakması gibidir. Bunun sonucu olarak nüve fidan haline gelmiş, bakımının sürdürülmesi neticesinde de yavaş yavaş meyve vermeye başlamıştır. Hz. Peygamberin hayatını burada noktalayabiliriz.
Arkadan gelen sahabe de giderek dal budak salmaya başlayan bu taze ağaca yine özenerek bakmayı sürdürdüler, alışık olmadığı çevre şartlarıyla yüz yüze geldiğinde ilaçlama ve aşılama yaptılar, sürgünlerin budanmasını sağladılar. Bu aşılama işi özellikle Hz. Ömer zamanında gerçekleşti. Müslümanlar diğer medeniyetlerle bu dönemde yoğun biçimde karşılaştılar ama onlardan aldıklarını hazmettiler ve dönüştürdüler.
Hz. Peygamber’in uygulamaları, gerçekleştirmeyi amaçladığı bir gayeye yönelikti. Bu gayenin göz ardı edilerek sırf yapıp ettiklerinin sünnet olarak telakki edilmesi yanlış ya da eksik olacak, bu anlayış bizi anlamsız bir şekilciliğe götürebilecektir. Mesela: Mekke’nin dinî başkent (Harem) ilan edilip buraya mü’min olmayan hiç kimsenin girmemesinin şart koşulması bir siyaset işidir. Arap müşriklerine müslüman olmaktan başka tercih hakkı tanımayan ve görüldükleri yerde öldürüleceklerine dair çıkarılan ültimatom da bu siyasetin bir parçasıdır. Hz. Peygamber’in Arap müşriklerine yönelik bu uygulamasını, o bölgede dinin yerleşebilmesi, buranın İslam’ın beşiği olabilmesi için -aynen çocuğun doğduktan sonra mikroptan tecrit edilebilmesi için küveze konması gibi – yapılan çalışmalar olarak değerlendirmeliyiz.
Sahabe de belli bir döneme haiz olan bu uygulamayı kalıcı dinî bir hüküm olarak algılamamış, bütün müşriklerin nerede ve ne zaman olursa olsun öldürülmesi gerekeceği şeklinde yanlış bir anlayışa kapılmamışlardır. Belli bir şahsa ya da duruma özgü uygulamaları genel teşrî hükümlerden ayırmasını bilmişlerdir. Çünkü onlar Hz. Peygamber’in bu türden uygulamalarının belli bir amacı gerçekleştirmeye yönelik olduğunu biliyorlardı.
Hz. Peygamberin kalbine vahyin inmesiyle, örneklik Hz. Peygamber’in üzerinden gerçekleşmiş, böylece diğer insanların da ona bakarak hem kendilerini insan-ı kâmil olmaya doğru eğitmeleri hem de kendilerinden müteşekkil sosyal yapıyı “denge toplumu” olma yolunda inşa etmeleri söz konusu olmuştur.
İlimlerin tedvini açısından hicri II. asrın sonları ve III. asır, en kıvamlı ve en olgun dönemdir. Hadis ve fıkıh, büyük imamlarımız döneminde yeniden değerlendirilerek tedvin ve tasnif edilmiş, geriye doğru temellendirme gerçekleştirilmiş ve bir sistem haline getirilerek hizmete sunulmuştur. Bugün sahip olduğumuz İslam mirası bu gibi çabaların ürünüdür.
Hz. Peygamber’i doğru bir yere koyabilmek için onun adının Muhammed (a.s), doğduğu yerin Mekke, ömrünün önemli bölümünü geçirdiği yerin Medine, mensup olduğu kavmin Kureyş, yaşadığı iklimin çöl olduğunu, ahalinin geçim şartının Mekke’de ticaret ve kısmen hayvancılık, Medine’de bahçe tarımı ve hayvancılık olduğunu dikkate almak gerekir.
Bu dinin böylesi şartların içine doğduğunu ve ilk muhataplarının da Araplar olduğunu düşünürsek dil de dahil, başvurulan kalıpların büyük ölçüde Arabî (Araba ait) olması kaçınılmaz olacaktır. Allah bizim idrak düzeyimize tenezzül buyurup katındakini (mutlak olanı) indirince (inzâl) ve bizimle o dil üzerinden konuşmaya başlayınca karşımıza artık mutlak değil de belli bir dile ait (Arabî) mesaj çıkıyor. Bu mesaj, bir insan üzerinden o sözünü ettiğimiz ortamda gerçekleşiyor. Hâlbuki biz bu mesajın evrensel olduğunu biliyoruz. Oradaki örnekliğin hayatımız için ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu kabul ediyoruz, ancak belirli çevre şartlarının ve indiği topluma ait verilerin özellikle uygulamada bir atıf olarak esas alındığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu haliyle evrensel olamayacaklarını, evrenselliğin ancak “Arabilikten alemîliğe” bizzat bizim tarafımızdan gerçekleştirilecek bir dönüştürme ile sağlanabileceğini kabul etmemiz gerekecektir. Bu da kendi gerçekliğimizden hareketle ve kendi hayatımıza o örneklikten bir cevap bulma çabası ile mümkün olabilecektir.
Olanın (olgunun) olması gereken (ideal) den ayrı tutulması gerekecek, her dönem için ideal olan, olgudan bizzat bizim tarafımızdan çıkarılacaktır. Bu anlamda asr-ı saadet, geçmişte yaşanmış olan tarihin bir kesiti, olgunun bizzat kendisi değil, aksine o kesitten, o olgudan çıkarılmış olan ve insanlığın ufkunda duran bir ideal olacaktır.Arabî olanı evrenselleştirme becerisinden uzak, bu yetki ve sorumluluğu üzerimize almadan olguyu olduğu gibi günümüze ve hatta o günde başka iklimlere taşırsak problem çıkacak ve bu iş yürümeyecektir. Bunca farklı iklim ve kültür içindeki bütün insanları ümmî-arabî bir kalıp içine sokmaya, çalışmak imkân sınırlarını aşacak bir durumdur.
Allah buyuruyor: “Güç hazırlayın!”, Hz. Peygamber de tefsir ediyor: “Güç, ok atmaktır, ok atmaktır, ok atmaktır.” Şimdi gücü ok diye alır ve günümüze öylece taşırsak hiçbir anlamı kalmaz.
Allah buyuruyor: “Güç hazırlayın!”, Hz. Peygamber de tefsir ediyor: “Güç, ok atmaktır, ok atmaktır, ok atmaktır.” Şimdi gücü ok diye alır ve günümüze öylece taşırsak hiçbir anlamı kalmaz.
Hz. Peygamber’i çocuklarımıza anlattığımızda onu üzerindeki entarisi ile başındaki beyaz kefiyesiyle, ayağında na’linleriyle takdim edersek karşımıza bir Arap şeyhi çıkar ve biz ona yabancılaşırız. Hâlbuki biz, o yüce tarihî şahsiyetten, tamamen belli bir iklime, belli bir kültüre ait olan unsurları arındırarak her insana aynı derecede yakın duran bir peygamber tasavvuru çıkararak sunabilmeliyiz.
İslam’ı ve prensiplerini Allah buyurmuş, Hz. Peygamber somut hale getirmiş, biz de üzerimize düşeni yapmalı –aynen bahçıvanın budama, aşılama, temizleme yapması gibi- belli koşullar içinde gerçekleştirilmiş olan bu örneklikten her koşul için geçerli olabilecek evrensel bir din yorumu oluşturma çabası içinde olmalıyız.
Bir örnek olarak Fıtır sadakasına ve bizdeki uygulamaya bakalım: Efendimiz “hurmadan bir ölçek, arpadan bir ölçek, buğdaydan yarım ölçek verilmesini” emir buyurmuştu. Sahabe de bunu uygularken zorlanmamıştı çünkü emredilen şey, yaşadıkları hayatla örtüşen bir gerçeklikti. Kendisi hurma ile doyuyordu, fakiri de hurma ile doyuracaktı. Fakat bu emri bugüne aynen getirdiğimizde problem doğdu. Medine’de hurma yetiştiği için çok ucuz, Türkiye’de yetişmediği için çok pahalı. Daha ilginci yem sanayiinde arpa değer kazandı ve paraya çevirdiğinizde bir ölçek arpa, yarım ölçek buğdaydan daha değerli hale geldi. Bütün bunlar bir yana, bugün arpa, buğdaydan fıtır sadakası vermenin bizim hayatımızda bir gerçekliği var mı? Bizim 30-40 yıl önce köylerde yaşadığımız hayat böyleydi, çobanın, bekçinin, imamın... ücreti hep zahire olarak verilirdi. Temel besin maddesi zahire idi. İnsanımız zahireden yapılmış ekmeğine, gene zahireden yapılmış yemekleri katık yapardı. Fıtır sadakası olarak da kendi yediğinden bir fakiri bir gün doyuracak bir miktarı (tabii zahire olarak) verirdi.
Ama durum şimdi öyle mi? Sen kahvaltıda Allah’ın verdiği bin bir nimetle sofranı donat. Öğle ve akşam yemekleri ona keza. Sonra da Peygamberimiz öyle buyurdu diyerek fakirin önüne bir ölçek arpa koy. Bu hiç hikmetli ve âdil değildir. Kur’an-ı Kerim’de “ailenize ne yedirdiyseniz onun ortalamasından…” diye açık ve net izah varken böylesi uygulamalar Allah’ın ve Peygamberimizin muradına ters düşer. Aylık mutfak masrafınızı otuza bölmekle bir günlüğü, onu da nüfusunuza bölmekle fıtır sadakanızı bulmuş olursunuz. Emir bu kadar sade, kolay ve de hikmetlidir.
Sonuç olarak; bizler sünneti uygulama adına dini, hayattan koparmak gibi bir yanlışlığa düşmemeliyiz. Sünnet, eğer bizim de hayatımıza cevap olabilecekse, bir olgu olarak onun izafî (Arabî-ümmî) bir gerçekliği temsil ettiğini, evrensel gerçekliği ise içinde tazammun ettiğini ve kendi hayatımız için onu oradan bizim çıkarmamız gerektiğini kabul etmemiz gerekecektir. Bu anlamda sünnet, olgunun kendisi değil olgudan çıkarılacak ve ufka konulacak olan idealdir. Nasıl biz hayatımızı, hücrelerimizin yenilenmesi vasıtasıyla sürdürüyorsak ve hücrelerimizin yenilenmesi bizi biz olmaktan çıkarmıyorsa, sünnetin hayatiyeti de öyle bir şeydir ve bu onun verdiği mesajı değiştirmek anlamına gelmez. Aksine bu hep taze tutmanın yoludur."
Not: Hocamızın konuşma özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.
Vaktiyle HAZAR'a yaptığımız bu konuşmanın özetini hazırlayan ve sitelerinde yayınlayan Ayla Hanıma teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilhttp://www.hazargrubu.org/hazar-akademi/din/214.html