Nerden aklıma
geldi bilmem ama işte başa böyle bir soru düştü?
Önden gitmek
fazilet mi?
Genelde böyle
bir telakki var. Önden gidenler önceliklidirler.
Bir yerde de
doğru. Mesela kim camiye önce varırsa istediği yere oturur. Sıralı işlerde kim
önce varırsa en öne o geçer ve işini en evvel o görür. Halkımızın birçoğu
hastanelerde hala işi böyle götürüyorlar. Randevu almak yerine sabahın erken
saatinde sıraya giriyorlar. Bir de bakıyorlar sırada hiç olmayan birileri çıkıp
gelmiş ve kendilerinden önce içeri girmiş. Buna da birçoğunun pek aklı ermiyor,
belki de torpilli falan sanıyorlar. Oysa o işi biliyor.
Bir cemaatin önünde
onların imamı olmak iyi bir şey olmalı. Ama imamet bizatihi bir üstünlük sebebi
de değildir. Bir kere imam olan kişi namaz kıldırmaz, aslında kendisi kendi
namazını kılar, arkadakiler de ona uyarlar. Niyet ederken de namaz kıldırmaya
diye niyet etmez, namazımı kılmaya diye niyet eder. Ama insanlar imamet işine
herkesi layık görmezler. Onun için bir dizi erdeme sahip olmasını beklerler.
İşte bu erdemlere sahip olmaktır ki insanı ve bu arada tabii ki imamı
ayrıcalıklı ve üstün kılar.
Bir de
kervanın düzülüşüne bakalım. Aaa! En öne eşek düşmüş. İmdi en önde olmak
üstünlük olsaydı o zaman merkebin tüm kervana katılanlara nispetle üstün olması
gerekirdi. Atlar, develer, yayalar hepsi bir merkebin peşine takılıp giderler.
O koskoca boyu ile deve için bu bir zül olmalı. Nitekim yaşlı bir deveden
sahibi helallik istemiş de deve dile gelip demiş ki: “Bütün haklarım helal
olsun, ne de olsa sahibimsin! Nice yükler taşıdım, nice çöller aştım. Hiç mi
hiç gam yemedim. Varlığımın hikmeti bildim. Ama bir şey var ki onu hiç
hazmedemedim. Söyle bir ömür boyu neden beni bir merkebin peşine taktın?!”
Ah be deve
kardeş. Alındığın şeye bak. Bu senin alçaklığın, merkebin de üstünlüğü anlamına
gelmez ki. Her önden gideni üstün sanmak gerekmez. Sen de bilirsin ki adımların
kocaman. Atın ki ise çok hızlı. Şimdi en
öne atı koştuğumuzu düşün, sen de dahil bütün kervan onun hızına yetişemeyecek
ve dökülecek. Seni koşsak bu kez merkep
ve yayalar yetişemeyecek. İşte ona sebeptir ki en öne merkebi koşarız. Topluca
menzili maksuda ulaşabilmemiz için hikmet bunu gerektirir. O itibarla alınmana
hiç gerek yok.
Dini
literatürde de öncekilerin hayrına yorulabilecek metinler yok değil. Mesela “Hayrul
kurûni karnî… = Nesiller içinde en hayırlısı
benim içinde bulunduğum nesil, ondan sonra onları takip edenler, ondan
sonra da onları takip edenler.” Bunlar “kurun-ı selâse” diye anılırlar ve
haklarında genelde Müslümanların hüsnü şehadeti vardır. O yüzden hadis
rivayetinde mesela cerh ve tadile pek tutulmazlar. Bir anlamda öyle de
olmalıdır. Çünkü din bize bunların marifetiyle gelmiştir.
Bu hadise
bıkılırsa Hz. Peygamber’in (s.a.v.) içinde yaşadığı nesil “ideal altın nesil”dir,
o dönem “asr-ı saadet”tir. Oradan uzaklaşıldıkça fesat da giderek artar ve nihayet
ahir zaman gelir ve dünya hayatımızın kıyameti kopar.
Bu anlayış
oldukça yaygın ve etkindir. Lebid zamanından sızlanır. Hz. Âişe dert yanar,
ardından gelenler Hz. Aişe için “Ya bir de zamanımızı görseydi!” derler. Artık
hep bir “asr-ı saadet” özlemi vardır. Osmanlının zayıflama sürecine girdiğinde
akla gelen yegane kurtuluş reçetesi “kanun-ı kadime dönmek”tir.
Aslında bunda
şaşılacak bir durum da yoktur. İnsanlığın geleceğe yürüyüşünde kendini hizaya
çekeceği bir sabit noktasının olması kadar zaruri ve tabii bir şey olamaz.
Asr-ı saadet işte bu anlamda oldukça önemli bir işlev görür.
Ne var ki “asr-ı
saadet” çoklarınca tarihin belli bir döneminde yaşanılan hayatın bizatihi
kendisi/ yaşanmış olan o zaman dilimi olarak algılanır ve bir anlamda
kurtuluşumuz o zamana dönmek ile formüle edilir. Oysa farklı bir okumada “asr-ı
saadet”i o yaşanmış hayattan çıkarılan ve insanlık ufkuna konulan ve bizi
geleceğe taşımada ölçüt olarak kullanabileceğimiz bir ideal olarak okumak da
mümkündür. İşte o zaman asr-ı saadet bizi geleceğe ve gerçek anlamda saadete
taşır.
En önde olmak
bizatihi bir erdem olsaydı ümmetler içinde bizim en arkada olmamız gerekirdi.
Ama işin öyle olmadığı söyleniyor.
Kişisel
faziletler açısından da ümmetin başı mı yoksa sonu mu daha hayırlıdır belli
değil anlamında gene metinlere sahip bulunuyoruz. Hani yağmur gibi; başı mı
daha yararlıdır, sonu mu belli olmaz, deniyor.
Nasrettin
Hoca dünyanın merkezini soranlara eşeğinin bastığı yeri gösterirmiş. Bu şu
demektir, her bir kişi kendisini kendi dünyasının merkezi görmeli ve ona göre
davranmalıdır. Bir vücutta yer alan göz ne kadar değerli ise dışkılamak için
işlev gören yerimiz de o kadar önemlidir. Önemli olan her birinin kendi yerinde
işlevsel olmasıdır. Bu itibarla toplumdaki yerimiz mevkiimiz, işimiz, içinde
yaşadığımız çağımız şu ya da bu olabilir. Bunların hiçbir önemi yoktur. Önemli
olan yerimizi fiilen doldurabiliyor olmamız, oranın hakkını veriyor olmamızdır.
Bu bilinçle ancak genel varlık içinde yerimiz anlamlı olabilir ve bir baltaya
sap olabilmenin ya da bir yaralı parmağa işeyebiliyor olmanın ya da kendi çapında
bir .ok olmanın (!) gururunu yaşayabilir oluruz.
Sen cemaat
içinde namazının hakkını verdiysen, sana namaz kıldıran ve bu arada
hayvanlarını nereye bağlayacağını dert eden imamdan daha erdemli olduğunda hiç
şüphe yoktur.
Sahabe nesli
içinde bir sürü münafık vardı. Bunlar senden önce cennete mi gidecekler. Yook! Ya
bir de Hz. Peygamber’i baş gözüyle gören Ebu Cehiller ve Ebu Lehepler’e ne
demeli?
Bu itibarla
bize düşen “her şeyi merkezinde bırakarak” kendi mihverimiz etrafında
yalpalamadan dönmeye çalışmak olmalıdır.
“El-Hayru fî
ma’htârahu’llah”
“el-Hayru fî
mâ vak’a!” derler.
Olan’da hayır
vardır.
Ve sen şu
anda ve bu mekanda varsın. Öyle ise illa ki bu varlığında bir hayır vardır? Ama
acaba sen farkında mısın!?
Farkındalık
duasıyla!
04.01.2015
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder