Yüce kitabımız Kur’an,
Allah (c.c) katından olması hasebiyle birçok özelliğe sahiptir. Ancak onun
temel niteliği bizzat kendisi tarafından “Hüdâ” olarak belirtilmektedir. Masdar
olan bu kelime amaçlanan yere ulaştırıcı şekilde yol gösterme, doğru yola iletme,
irşad etme, rehberlik yapma gibi anlamlara gelmektedir.
Evet, Kur’an hidayettir,
doğru yolu gösterir, ancak bunun özellikle “müttekîler” için olduğu
vurgulanmaktadır.
Hüdâ’nın “Nûr” anlamında
olduğu da bilinmektedir. Kur’an’ın nûr yani ışık olması, aydınlatıcı
olmasındandır. Bunun müttekîler için olduğunun belirtilmesi onun kullanımı
itibariyle olacaktır. Onu, önünü aydınlatmak için kullanan yararlanabilecek,
arkasına atan, yahut normalden fazla yakın olan yararlanamayacaktır. Onun
rehber, delil olması anlamı daha da yerindedir. Çünkü delil, ancak işlevsel
kılmakla delillik yapar, aksi halde hiç kimseyi durup dururken amaca
ulaştırmaz. Kullanılmayan harita, pusula yol göstermez. Bu takdirde
müttekîlerin zikredilmiş olması daha da anlamlı olur.
Büyük İslâm
bilginlerinden Kurtubî, hidayeti iki kısma ayırır[1]: Birincisi, açıklama,
yol gösterme hidayeti. Bu konuda Kur’an inanan inanmayan herkes için aynı
konumdadır. Nitekim “Ve likülli kavmin
hâdî = Her toplumun bir yol göstericisi vardır”[2]; “Ve inneke letehdî… = Şüphesiz sen dosdoğru yolu göstermektesin”[3] gibi âyetlerde hidayet kelimesi bu anlamda
kullanılmıştır.
Hidayetin ikinci kısmı
ise amaca ulaştırma, başarıya erdirme hidayetidir. “İnneke lâ tehdî men ahbebte… = Sen sevdiğini doğru yola
eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir”[4] âyetinde de bu ikinci anlamda kullanılmıştır.
Kur’an’ın açıklama, yol
gösterme anlamında müttekîler için hidayet oluşu, mü’min olan ve zaten doğru
yolda bulunanların “ihdinâ’s-sırâta’l-müstekîm=
Bizi doğru yola ilet” duasında olduğu gibi, ya da bizdeki “ölü öldüğü
zaman” gibi ifadelerde görüldüğü şekilde kullanılmış ve Kur’an’ın tüm insanlar
için hidayet olduğu ve onun bu hidayetini kabul edenlerin müttekî olacakları
ifade edilmiş olur.
Kur’an’ın ışık (nûr),
rahmet, hidayet olduğu konusunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak onun bu özelliği
tek başına yeterli değildir. İnsanın da buna yetenekli olması ve bu yeteneğini Kur’an’ın
ışığında, onun aydınlattığı yolda kullanması ve gösterilen hedefe ulaştırıcı
bir biçimde yol alması gerekmektedir. Nitekim bu gerçeği âyetlerde apaçık bir
şekilde görmekteyiz:
“Kur’an’dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler
indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır”[5].
“Bir sure inince, aralarında “Bu, hanginizin imanını
artırdı?” diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanını artırmıştır; onlar
birbirlerine bunu müjdelemek isterler. Kalblerinde hastalık olanların ise
pisliklerine pislik katmıştır; onlar kâfir olarak ölmüşlerdir”[6].
Bu durumu Hz. Peygamber
de şöyle açıklar: “Allah’ın benimle
gönderdiği hidayet ve ilim bol yağmura benzer; düşen toprağın bir kısmı
münbittir, suyu kabul eder ve her türlü bitkiyi, yeşil otları bitirir. Bir
kısmı ise çoraktır, bir şey bitirmez ama suyu tutar dibine geçirmez, Allah
insanları o toprağın tuttuğu sulardan yararlandırır; içerler, hayvanlarını ve
ekinlerini sularlar. Bir kısmı daha vardır ki zemin yalçın ve kaypaktır ne su
tutar ne de bir şey bitirir…”[7]
Görüldüğü gibi Kur’an yağmur gibidir; kiminin
ekinini büyütür, kiminin de dikenini. İnananlar için nur, şifa ve rahmet
olmasına karşın, birçok âyette ifade buyrulduğu üzere inanmayanların,
münafıkların kalplerine kilit, kulaklarında ağırlık, gözlerinde körlüktür[8]. Bu halde Kur’an’ın
onlara fayda vermesi, ilahî hidayet olarak yollarını aydınlatıp Allah’ın
hoşnutluğunu kazanacakları yere ulaştırılmaları mümkün değildir.
Öyle gözüküyor ki,
sapıklığa düşmemizde de, doğru yola ermemizde de ilk hamle bizden bekleniyor.
İnsan olarak bizim katkımız olmadan Yüce Allah bizim kaderimizi belirlemiyor.
Rabbimizden, Kur’an’ı bizim için nur, şifa, rahmet ve hidayet kılması
niyazlarımızla siz değerli okuyucularımıza sağlık ve esenlikler diliyorum.
Dua ile!
29.5.2017
GARİBCE
[1] Kurtubî,
I, 160; Elmalılı, I, 167. el-Isbahanî, hidayetin ayrıca iki şeklinden daha
bahseder (bk. Müfredât, 538).
[4] Kasas 28/56. إِنَّكَ لَا تَهْدِي
مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ
بِالْمُهْتَدِينَ
[5] İsrâ 17/82 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآَنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ
لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا]
وَإِذَا مَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ أَيُّكُمْ
زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آَمَنُوا فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا
وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (124) َأَمَّا الَّذِينَ
فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ
كَافِرُونَ [التوبة 125]
[7] Buharî, İlim, 20.
عَنْ أَبِي مُوسَى عَنْ النَّبِيِّ
صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَثَلُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ مِنْ
الْهُدَى وَالْعِلْمِ كَمَثَلِ الْغَيْثِ الْكَثِيرِ أَصَابَ أَرْضًا فَكَانَ
مِنْهَا نَقِيَّةٌ قَبِلَتْ الْمَاءَ فَأَنْبَتَتْ الْكَلَأَ وَالْعُشْبَ
الْكَثِيرَ وَكَانَتْ مِنْهَا أَجَادِبُ أَمْسَكَتْ الْمَاءَ فَنَفَعَ اللَّهُ
بِهَا النَّاسَ فَشَرِبُوا وَسَقَوْا وَزَرَعُوا وَأَصَابَتْ مِنْهَا طَائِفَةً
أُخْرَى إِنَّمَا هِيَ قِيعَانٌ لَا تُمْسِكُ مَاءً وَلَا تُنْبِتُ كَلَأً
فَذَلِكَ مَثَلُ مَنْ فَقُهَ فِي دِينِ اللَّهِ وَنَفَعَهُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ
بِهِ فَعَلِمَ وَعَلَّمَ وَمَثَلُ مَنْ لَمْ يَرْفَعْ بِذَلِكَ رَأْسًا وَلَمْ
يَقْبَلْ هُدَى اللَّهِ الَّذِي أُرْسِلْتُ بِهِ.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ
أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ
آَيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا حَتَّى إِذَا جَاءُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ
الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ [الأنعام/25]
وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي
آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآَنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا
عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُورًا [الإسراء/46]
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِآَيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ
عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ
أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ تَدْعُهُمْ إِلَى
الْهُدَى فَلَنْ يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا
[الكهف/57]
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آَيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ
لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
[لقمان/7]
وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ وَفِي
آَذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ إِنَّنَا
عَامِلُونَ [فصلت/5]
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآَنًا أَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا
فُصِّلَتْ آَيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آَمَنُوا
هُدًى وَشِفَاءٌ وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آَذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ
عَلَيْهِمْ عَمًى أُولَئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ [فصلت/44]
Yine çok güzel bir yazı olmuş Mehmet Hocam, yüce Mevlâ razı olsun.
YanıtlaSil