Malum bir ilke hadisimiz var: el-Veledü li’l-firâş diye. Yani
çocuk yatağa aittir. Bu şu demek: Bir evlilik içinde doğan çocuk, o çocuğu
doğuran kadının nikahına sahip olan kimseye yani kocasına aittir. Anne ve çocuk
arasındaki ilişki fiziki bir ilişkidir, doğal olması hasebiyle onun hukukta bir
problem oluşturması söz konusu değildir. Ancak çocuk ile baba arasındaki ilişki
hukukî bir ilişkidir. Dolayısıyla onun babasının kim olduğunun başka bir ifade
ile nesebinin kimden sabit olduğunun hukuken belirlenmesine ihtiyaç vardır.
Fıkhımız diyor ki, çocuk yatağa aittir. Kimin yatağında doğmuş ise çocuk
onundur. Nesebin sabit olması için bu yeterlidir ve ayrıca genetik olarak bunun
tespitine ihtiyaç yoktur. Koca, çocuğun kendinden olmadığını iddia ederse işte
o zaman lian gibi yollarla nesebin reddine gidilir ve çocuğun nesebi annesinden
sabit olur, evlilik dışı yoldan peydahlamış olduğu kişiden de sabit olmaz.
Çünkü haram olan fiile meşruiyet hükmü bağlanmaz. Karı ile koca arası da
ayrılır. Yani o ki faturası da ağır.
Ne alaka? Ben de çok anlayabilmiş değilim ama aklıma benzer bir durum
geldi, içimde kalmasın paylaşayım dedim.
İmdi erbabının malumudur: İslam Medeniyeti içinde de neşvü nema bulmuş
bir takım ilimler, kurumlar, oluşumlar vb. vardır. Mademki bunlar İslam
medeniyeti içinde doğmuştur öyle ise bunların İslam’a nispetinde ve
meşruiyetinde bir sorun olmamalıdır. İyi de gerçekten nesebi gayrı sahih ise…
Olsun, mademki bizim döşeğimizde doğmuştur, öyle ise bizim çocuğumuzdur.
Adamın biri yıllar süren bir deniz yolculuğundan sonra evine dönmüş,
bakmış evde sağa sola emekleyen bir çocuk var.
-Hanım demiş bu da ne?
-Efendi demiş hanım tabi ki bizim çocuğumuz.
-Peki, nasıl oldu?
-Valla bir ara aş yermiştim iştah ile kar yemiştim, işte ondan oldu.
Adam ne yapsın, el-Veledü li’l-firaş: Yatak bizim yatak, o zaman çocuk da
bizim olacak. Yutmuş yutkunmuş, bir şey de diyememiş. Zaman geçmiş çocuk koşar
oynar hale gelmiş. Adam gene yolculuğa çıkacak, sıcak denizlere açılacak demiş
çocuğu da yanıma alayım, gezsin görsün, dünyayı öğrensin… Tabii aklında başka
şeyler varmış. Kadın gönüllü gönülsüz çocuğu adama teslim etmiş. Bir süre sonra
adam dönmüş yanında çocuk yok. Hanım demiş:
-Bey! Hani çocuk?!
-Valla hiç sorma, çocuk sıcağı görünce dayanamadı eridi gitti, demiş.
Öyle ya kardan peydahlanan çocuğun ömrü güneşi görene kadar olur.
Geçen kurucu İslami ilimlerin birbirleri ile ilişkisi hakkında “Şu
tasavvufun durumu nedir? Kimileri onun nesebi gayri sahih çocuk olduğunu söylüyorlar?
Ne dersiniz?” diye bir soru sorma cüretinde bulundum. Cevap olarak: Asla ve kat’a
denildi. Ben ortamın sorumu mahkûm eden havasını koklayarak yine cahil cesur
olur fehvasınca “Fıkhı fıkhımız, kelamı kelamımız olmasa da mı?” diye ekledim.
Belli ki kimsenin bunu tartışmaya açmaya niyeti yoktu. Mademki tasavvuf
medeniyetimiz içinde doğmuş ve neşvü nema bulmuştu öyle ise meşruiyeti
tartışılamazdı. Ya ökse otu gibi ise, Şecere-i Tayyibemize bir şekilde
eklemlenmiş, onu sömürmekte, ondan beslenmekte ama tamamen genetik olarak
farklı, özüyle, esasıyla, yemişi ile tamamen ayrı ise.
Garibce olarak ben derim ki: Yatağımızda bulduğumuz her çocuğun bize
aidiyeti iddiasını her zaman ve zeminde benimseyebilir ve sürdürebilir miyiz?
En azından sağlamasını yapmanın bir imkânı yok mu? Hani ördüğümüz duvarın doğru
- düzgün olup olmadığını şakul tutarak, sıvanınkini mastara vurarak, dört
işleminkini sağlamasını yaparak belirleriz ya? Burada da öyle bir imkân yok
mudur?
Söz gelimi önümüze konulan yemişin İslam’ın Şecere-i Tayyibesi’ne ait
olduğunu, en azından bizim ağacın dalları ucunda mı yetişmiş, o dallar bizim
ağacın köklerinden mi beslenmiş şeklinde bir sağlama yoluna gidebiliriz.
Bittiği dallar bizim ağacın dalları değil, dallar bizim ağacın köklerinin
uzantısı değilse yani ne fıkhımıza ne de akaid ve kelamımıza tabi ise o
takdirde belli ki bu ökse otu gibi bünyemize eklemlenmiş ve bizi sömürmüş
genetik olarak yabancı bir unsur deriz ve ondan Şecerei Tayyibemizi kurtarmaya
çalışırız. Yok, öyle değil de fıkhı fıkhımız, akaid ve kelamı bizim akait ve
kelamımız ise o takdirde verdiği semerelerin, o İslam ağacının Hz. Peygamber
döneminde henüz vermiş bir meyvesi olmamasını önemsemeyiz. Zira “her an yemiş
veren” İslam ağacı/ Şecere-i Tayyibe kimi anlık, kimi günlük, kimi aylık, kimi
yıllık, kimi de (her yüzyılda bir müceddidin yetişmesi gibi) yüz yıllık
meyveler verecek özelliktedir. Hz. Peygamberin mescidinden zaman içinde onlarca
kurumun çıkıp neşvü nema bulması, bilkuvve/ nüve halinde olanın bilfiile
dönüşmesinden başka bir şey değildir. Şimdi bütün bunları Hz. Peygamber döneminde yoktu diye, bidat
sayıp atabilir miyiz?
İlm-i tasavvuf ve onun pratik yönünü oluşturan tarikatların hala sürgit
bir meşruiyet tartışmasına konu olmaları boşuna değildir. Bu itibarla hem
tasavvufun hem de tarikatların kendi konuşlandırılmalarını Şecere-i Tayyibe’nin
yemişine nispetle temellendirmeleri, dolayısıyla o ağacın hem gövde ve
dallarına hem de onu sabit tutan ve besleyen köklerine sahip çıkmaları ve bunun
böyle olduğunu her vesile ile beyan etmeleri, tavırları ile ortaya koymaları üzerlerindeki
ithamların bertaraf edilmesi açısından gereklidir. Zira tasavvuf bazen öyle söylemlere
sahiptir ki İslam ilimleri içinde en küllî ilim kendisiymiş de ne fıkha ne de
kelama ihtiyacı varmış gibi, sanki ayrı bir dinmiş gibi, hem kendi
teolojisini/kelamını hem de fıkhını kendi belirleyen küllî bir yapı imiş gibi
davranabiliyor.
Özetle söylemek gerekirse tasavvuf bizim İslam ağacımızın/ Şecere-i
Tayyibe’mizin dalları ucunda hayat bulmuş yemişlere tekabül ediyorsa, o bütün
İslam ilimlerinin ve pratiklerinin hem amacı hem de tabii sonucudur. Yok, öyle değilse, yatağımızda bulduk diye bu
çocuğa sahiplenmek sürgit tartışmalara sebep olacağa benziyor.
Dua ile!
18.11.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder