Bir kesim var, mezheb deyince dine alternatif bir yapıyı anlar ve
dolayısıyla da mezhebe, bir mezhebe ait olmaya karşı çıkar.
Bir kesim de vardır ki bir mezhebe mensubiyetten öte mezhepçilik yapar ve
hakikatin temsilini gerçek anlamda kendi mezhebinde daha dorusu kendi mezhep
anlayışında sanır, diğerlerini toptan ötekileştirir, hepsini firak-ı dâlle ve
mudille / hep sapık hem de saptırıcı görür ve kendi mezhep ve meşrebinden
olmayan her önüne geleni tekfirle damgalar.
İfrat ve tefrit. Yok mu bunun orta yolu Tanrım?
Bir kere mezhep dinin günümüze değin yorumlanmış bir şekli olup haddi
zatında kötü bir şey değildir. Bir dinin içine indiği kültür ortamı fevkalade
belirleyici bir rol oynar. Daha muhataplarından başlayarak dinin muhataplarından
beklentilerini içinde bulunduğu geleneği sürdürerek anlamaya çalışmak gibi
tabii bir durum yoktur. Tarih boyunca imbikten geçmiş olan bu yorumların ana damarlar
gibi günümüze değin varlığını sürdürmeleri bizler için bir şanstır. Zira bu
birikim bizim din namına yeni yeni keşifler yapma mecburiyetinde olmamamızı
sağlar. Biz de böylece sıfırdan başlama durumunda olmaksızın bu birikimin
üzerine bir şeyler koyabilme şans ve imkanına sahip oluruz.
Dinin bu yorumları sonuç itibariyle beşerî yorumlardır ve hiçbir zaman
din ile özdeş değildir. İsimlendirilmelerine de bakıldığı zaman geriye doğru
ümmet-i merhumenin bunun bilincinde olduğu görülür. Hiçbir mezheb Allahça,
Rabca, Peygamberce… gibi adlarla anılmamış aksine, Hanefî, Şâfiî… gibi bu
oluşumlara belirleyici damgalarını vuran kimselerin adlarına nispetle
anılmıştır. Bu sadece onların getirdikleri yorumlara da indirgenemez. Aynen
bugün sözgelimi Sabancı Holding’in sahip olduğu bütün değerlerin ve
faaliyetlerin kurucusu Hacı Ömer’e ait olmadığı ve en üst yöneticiden en alt
düzeydeki işçiye kadar herkesin bu hale gelmesinde katkısı olması gibi
mezhepler de öyledir ve bu itibarla bir mezhebe ait olmak haddizatında kötü
değil, aksine iyi bir şeydir.
Efendim Hz. Peygamber zamanında mezhep var mıydı? gibi söylemler
mugalatadan ibarettir. Hz. Peygamber zamanında bugün mevcut bulunan kurumlardan
birçoğu sadece nüve halinde vardı, fiilî olarak yoktu. Kurumlar zamanı geldikçe
ve ihtiyaç duyuldukça ortaya çıkarlar. Mezheplerin özellikle tarihimizde aynı
zamanda hukuk ihtiyacını karşılayan kurumlar oldukları gerçeği göz önünde
bulundurulursa bu durum daha iyi takdir edilecektir.
İmdi yanlış olan nedir? Yanlış olan mezheplerin cemaî / kolektif de olsa
sonuç itibariyle beşerî yorumlar olduğunu göz ardı edip onları mutlak hakikatin
temsilciliği gibi görmektir.
Furu-ı fıkıh tümüyle zan üzerine kuruludur. Yani mezheplerin yoruma/ictihada
dayalı olarak ortaya koymuş oldukları hükümlerin bilgi değeri zan düzeyindedir,
yüzde yüz mutlak gerçekliği temsil ettiği iddiası ancak hem sübut hem de
delalet bakımından kesin olan naslarla olur. Bunların nispeti ise oldukça azdır
ve bunlar ne kadar farklı da olsalar bütün mezheplerin anagövdelerini ve
çakıştıkları yerleri oluşturur. Birbirlerinden ayrıştıran konuların tamamı
zannî mesailden ibarettir ve bunların mutlak gerçekliği temsil etme iddiaları
asla mümkün değildir. Hal böyle iken bir mezhebe mensup olan kimse nasıl kendi
mezhebine bağlı olmayan, başka bir mezhep müntesibini tekfire varacak kadar ötekileştirir.
“Adamı Müslüman zannettik bağrımıza bastık, kıpkızıl Şâfiî çıktı” gibi algılar
ve söylemler, hele hele dini bildiğini zannedenler tarafından terviç edilirse o
dinin bütün mensupları açısından yazık olmaz mı?
Kaldı ki selefte bu durum çok açık seslendirilmiştir ve “Benim mezhebim
haktır ama batıl olma ihtimali vardır, ötekinin mezhebi ise batıldır ama hak
olma ihtimali vardır” gibisinden söylemlerle bu hususa dikkatler de
çekilmiştir.
Son bir iki on sene de dindarlık artıyor kanaatini oluşturacak bazı
tezahürleri gözlemlemek mümkün. Ama bunun yanında aynı dönemde bir hakikat
tekelciliği ve mezhepçiliğinin yapıldığı da gözleniyor. Molla Kasımlar çıkıyor
ve kendileri gibi düşünmeyen ilim ve fikir adamlarını rahatlıkla linç etme
girişimlerinde bulunabiliyor ve bu gibi insanlar belli mihraklarca teşvik de
ediliyor ve yaptıkları iş tasvip edilmenin ötesinde ödüllendiriyor.
Yazık oluyor.
Söz gelimi ehli sünnet kavramı oldukça kucaklayıcı ve tekfircilikten
olabildiğince uzak olması gerekiyor. Ama gel gör ki ayrımcılığın ve
ötekileştirmenin manivelası gibi kullanılıyor. Ehli sünnete göre bir kimsenin yaptığı
iş hayra yorulmak zorundadır. O kadar ki bir kimsenin yaptığı işi yüzde doksan
dokuz fesada hamletmek söz konusu olsa ama yüzde bir ihtimalle de onu salaha
yormak mümkün olsa bizim onu salaha yormak gibi bir ilkemizin olması lazım
geliyor. Ehli sünnet olmak yani en başta Hz. Peygamber Sallâ’llāhu ‘Aleyhi ve
Sellem olmak üzere onun ardından gelen sahabe ve halifelerin oluşturdukları o
kocaman yolda, hiç kimsenin kurda kuşa yem olmaması için hep birlikte topluca
yol almayı kendilerine ilke edinen insanların, dolayısıyla ehli kıbleyi asla
tekfire razı olamayacak olan kimselerin kolayca her önüne gelenleri dışlayıcı
bir biçimde damgalamaları Müslümanlık hatta ehli sünnet adına asla kabul
edilebilir değildir.
Allah buyuruyor ki “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar!” Tekelci
bir ortamda dinleyeceğimiz söz olmayacak ki içlerinden en güzelini seçebilelim
ve ona uyalım.
Ayının kırk kelimesi varmış, hepsi de armut üzerine imiş.
Nasrettin Hoca almış bağlamayı eline, sol elini sabitlemiş vuruyor da
vuruyor sazın teline. Demişler ki hoca neden sol elini gezdirmiyorsun, hani saz
ustaları gibi yapmıyorsun. Demiş onlar arıyorlar ama bir türlü bulamıyorlar.
Ben ise buldum. Ona sebep, demiş. Hoca müthiş zekâsıyla bizlerle kafa buluyor.
Hep aynı melodi ile ya da dımbırtı ile insanların yüreğini hoplatamazsınız. Bırakın
insanlar düşüncelerini özgürce ifade edebilsinler. Herkes sahip olduğu enstrümanı
doyasıya çalsın ve bunların mecmuundan bir orkestra oluşsun. Bir fikri müdir de
onlara şeflik etsin.
İyi de fikr-i müdir ne olacak dersen derim ki: Ve’l-Asrı diyor ya zamana
ve insanlık birikimine yemin ediyor Allah. Müslim gayrı müslim bütün insanlığın
nicedir bedelini çok ağır ödemiş olduğu tecrübeleri sonucu elde ettiği birikim
var ya işte o olsun, din de dahil her şeyin insan için olduğu inancı ile
insanın kerameti olsun, temel insan hakları ve özgürlükleri olsun. Hak olsun,
adalet olsun; her hakkın sahibine verilmesi olsun, kamu görevlerinin
dağıtımında yegâne şart ehliyet ve liyakat olsun.
Abbas el-Akkad Allah adlı kitabında diyor ki: İslam’ı ifade etmek
için tek bir kelime nedir denirse bunun cevabı: HAK’tır.
Bence de fikr-i müdîr haktır, lakin benim hakkım değil, sadece Müslümanlarınki
de değil, bütün insanlığın ortak hak ve hukuku olmalıdır. Bir yerde Hak yoksa,
adalet yoksa orada zulüm vardır. Zulümle de âbâd olunmaz. Şu da bilinmeli ki “Hak zail olmaz!”
Dua ile!
20.11.2015
GARİBCE
Hâlik'ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
YanıtlaSilNe büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!