Allah’ın en özel ismi Rahman’dır ve hemen ardından Rahîm gelir. Sırf bu
iki isim bile biz insanların yeterince merhametli olmasını gerekli kılar. Tabii
biz insan olarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğumuz davasında isek. O’na
halife oluşumuz en azından Allah Teâlâ’nın bütün esmasının biz insanlar
üzerinden gerçekleşeceği anlamına gelir.
Allah’ın adl sıfatı gerçekleşecekse bizim elimizle gerçekleşecek; adaleti
biz dağıtacağız.
Rezzak ismi bizim elimizle, settar ismi gene bizim elimizle olacak.
Kahhâr, müntakim gibi celal sıfatları da gene bizim elimizle tecelli edecek
ve zalimlere, haddi aşanlara hadlerini bildirmek bir vazife olarak gene bizim uhdemizde
olacak. Bu uğurda bir bedel ödenecekse biz ödeyeceğiz.
Yaptığı her işi Rahman ve Rahîm olan Allah adına yapmak durumunda olan
biz neden artık yeterince merhametli ve şefkatli, esirgeyici ve bağışlayıcı
değiliz. Duyargalarımız dumura uğramış gibi olup bitenler karşısında neden
etkisiz ve tepkisiz haldeyiz.
İçimize birer cevher olarak yerleştirilmiş olan bu erdemler neden
işlenmedi, aksine köreltildi ya da çarçur edilip yok edildi?
Bunda elbette ki bizim kendi potansiyelimizi tam olarak kullanamıyor oluşumuzun
etkisi vardır ve belki de çok büyüktür. Ama bir de merhamet sömürüsü ile
içimizdeki bu duyguların körelmesine hatta yok olmasına sebep de olunabiliyor.
İşte size bir hikâye:
İÇİMİZDEN KOPARILAN İYİLİK
Bugün vakıf genel kurul toplantısı vardı. Harabat ehlinden nice defineler
saklı Ali Murat Daryal hoca birkaç hikâye anlattı. Bunlardan birini ben de
sizinle paylaşayım istedim.
Bir Arap şeyhi uzun bir yolculuğa çıkmış. Azığını almış ve atıyla çöle
dalmış. Bir vahaya varmış ve atından inmiş, elini yüzünü yıkamış, bir ağacın
gölgesine oturmuş, hem biraz dinlenmek ve hem de karnını doyurmak istemiş. Bir
de bakmış yaşlı bir adam, bir ağaca sırtını dayamış, iki büklüm oturuyor.
Çaresizliği her halinden belli. Arap şeyhi azığını çıkarmış ve yemeden önce
adama seslenmiş,
-Buyur bey amca, gel beraber karnımızı doyuralım, demiş. Yaşlı adam çok
açmış tabiî. Buna rağmen:
-Yok evlat olur mu? Sen buyur? Benim senin azığında ne hakkım olabilir
ki? Hem bir kişinin azığı iki kişiyi aç bırakır, demiş. Arap şeyhi:
-Bey amca, biz burada yiyelim, karnımızı doyuralım, sen orada aç kal, bu
insanlığa sığar mı? Haydi gel buyur hele, demiş. Neyse ısrar üzerine yaşlı adam
biraz da çekinerek gelmiş ve sofraya oturmuş, azığı beraberce yemişler. Arap
şeyhi ihtiyar adamın da yolcu olduğunu öğrenince,
-O zaman buyur bey amca birlikte gidelim. Gel hele sen benim atıma bin,
sen yaşlısın, bak yolculuk da seni iyice bitkin hale getirmiş, bu halde nasıl
yürüyebileceksin. Bir süre sonra ben yorulduğum zaman da sen inersin, ben binerim,
böyle böyle gideceğimiz yere varırız… demiş. Yaşlı adam gene mahcup bir
vaziyette,
-Olmaz evladım, hiç olur mu. Senin bineğinde benim ne hakkım olabilir?
Senin kendi atına binmen varken, hiç yaya yürümen olur mu? Sen bin ve beni
kendi kaderime terk et, yolun açık olsun, demiş. Yiğit Arap şeyhi,
-Olur mu be bey amca, insanlık öldü mü, ben şimdi şu genç ve güçlü
halimde atıma binip gideceğim, seni burada ıssız çölde bırakacağım, bu sıcakta
bu yolu yaya katetmene razı olacağım, hiç olacak şey mi, insanlık öldü mü,
mürüvvet nerede kaldı. Haydi, ısrarı bırak da ata bin demiş. Adam da binmiş.
Çöl sıcağı, güneş sanki tepelerine inmiş, beyinlerini kaynatıyor, yerden
adeta yalım fışkırıyor, uzaklar serap gibi gözüküyormuş. Yaşlı adam önde, yiğit
Arap şeyhi arkada düşmüşler yola, çok gitmeden adım adım araları açılmaya
başlamış ve sonunda adam atı mahmuzlayarak dörtnala kaçmaya başlamış. Yiğit
delikanlı bir süre arkasından koşmuşsa da kesilmiş kalmış ve iki eli yanına
düşmüş, çaresiz bir halde durarak yaşlı adamın arkasından şöyle seslenmiş:
-Açtın, çölde azığımı seninle paylaştım. Yanmadım. Yorgun argın ve
bitkindin atıma seni bindirdim. Şimdi ise sen atımı aldın kaçıyorsun. Bindiğin
atım benim yanımda ne kadar değerliydi, onu sen bilemezsin. Ama ona da yanmadım.
Şu çölde azıksız, bineksiz bıraktın beni, ölümün artık beni beklediğini
biliyorum. Buna rağmen öleceğime, kurda kuşa yem olacağıma da yanmıyorum. Ama
ey ihtiyar bil ki sen giderken, içimde ne kadar güzellik, ne kadar iyilik varsa
hepsini söküp beraberinde götürüyorsun, işte ben buna yanıyorum.
İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşayanlar bilir. Soğuk ve yağışlı kış
günleri, bunaltıcı sıcaklıkta yaz günleri duraklarda bekleyen yığınlarla
insanlar, kimi ıslanmış, kimi tir tir titriyor, kiminin elinde ıslanmamak için
siper olarak kullanmaya çalıştığı telleri kopuk, yamuk ucuz şemsiyeler, kimi
ısınmak için ellerine üflüyor, yerinde sayarak hareket ediyor…, yaz günleri
sıcaktan kimi bayılıyor, kimi ayılıyor… manzara böyle iken, önlerinden saniye
başına bomboş araçlar geçiyor ama hiç kimse orada bekleyenlere ilgi duymuyor,
bekleyenler de zaten umut bağlamıyor.
Neden acaba? Hiç düşündük mü? İçimizde gerçekten iyilik namına ne varsa
hepsi sökülüp atıldı mı? Yoksa üç beş kendini bilmez, kendilerine iyilik
yapanlara sapladıkları bıçaklarla, sıktıkları kurşunlarla bütün insanlığın
içindeki güzellikleri yok etmeyi başarabildiler mi dersiniz?
Eğer öyle olduysa vay insan olarak başımıza gelenlere!
(Mehmet ERDOĞAN Kırkambar
Öykülerin Büyüsü, Gülhane Yayınları, II. Baskı, 2015, s.23-25)
Dua ile!
01.12.2015
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder