25 Ocak 2014 Cumartesi

Bir dost ziyaretinin bereketi!



Bugün cumartesiydi. Hava kış havasına hiç benzemiyordu. Hanım günlerdir yenidoğan torunun yanındaydı ve ben de yemek saatlerinde onlarda oluyordum. Bugün kahvaltıdan sonra döndüğüm evimizde bir süredir  baş başa kaldığım yapayalnızlığın şöyle bir tadını çıkarayım dedim kendi kendime. O, “-Yoo, öyle ben o kadar da tadı çıkarılacak bir şey değilim…” der gibiydi.
Şunu yaparım, bunu yaparım dedim. Baktım hiçbirini yapabilecek halde değilim. Yorgun muyum, durgun muyum, dargın mıyım… üstelik onu da bilmiyorum.
İsa Bey aklıma düştü. Hani Ümraniye çarşıdaki ayakkabıcı bizim İsa bey. İzmir İlahiyat mezunu eski ve aslında çok başarılı bir öğretmen. Her ne ise ayrılmış ve ayakkabıcılığa vurmuş. Tanıdım tanıyalı dükkanı hep aynı. Her sorduğum da çok şükür der ve “Eşeğin kuyruğu gibi, bizim iş ne uzar ne de kısalır!” diye de ekler. Kendisi benden biri iki yaş büyük ve ruhumun kendisine kaynadığı bir dost.
Dedim ona gideyim, hem biraz yürümüş de olurum, nasıl olsa onun kahvesi de var, kahvemizi de onunla birlikte içmiş oluruz, sohbet ederiz, belki dertleşiriz de.
O niyetle çıktım, ana yola çıkınca elimi cebime attım, üzerimde cüzdanım yoktu. Ev giysisi ile çıkmıştım, rahat oluyor diye. Geri gelip, yukarı çıkıp cüzdanımı almak kolayıma gelmedi, zaten zar zor çıkmıştım evden. Ceplerimi yokladım, tek bir kuruş bile yoktu. Kimliksiz çıkmak olmazdı. Sonra baktım Ruhsat üzerimdeydi. En azından orada ismim yazılı idi. Hem ben yaşta birinden bir olaya karışmazsam kimlik soran da pek olmazdı.
Neyse yola çıktım. Hava bahar havası gibiydi. Arabalar her taraftaydı ve kaldırımlarda bile yolu kesecek şekilde doluydu. İki arabanın arasından birisinin aynasını kapatarak ancak geçebildim. Bunların kul hakkı olabileceğini düşündüm. Kaldırımlardaki arabalara sebep araç yoluna inmek zorunda kalan ve bu yüzden arabaların çarpmasına maruz kalan masum ve mağdur insanları hatırladım.
Trafik probleminin en büyük sebebi yerinde ve uygun biçimde yapılmayan park edilmiş arabalar olduğunu düşündüm.
Ümraniye eski Belediyesinin önünden epey bir zamandır geçmemiştim. Şimdi orada Metro çalışması var ancak yayalara geçit veren dehlizlerden geçerek ana caddeye ulaştım.
Yolda silah satan bir dükkanın vitrinini seyrettim. Envayi çeşit çakı bıçakları vardı. Benim dikkatimi çeken onlardı. Ben minik bir şey arıyordum ama oradakiler hep silah türü şeylerdi.
Gerçi param da yoktu. Sonra kendi kendime şimdi ben şu koca şehirde acıksam bir ekmek alacak kredim yok diye hayıflandım.
Ana caddeye çıktığımda ilk dikkatimi çeken manzara sekiz dokuz yaşında bir çocuğun ıslak beton zemine oturmuş ve pasaportunu da açarak dilenmekte olması idi. Belli ki Suriyeli idi. Sahte olmadığını kanıtlamak için pasaportunu da önüne açmıştı. Yüreğim cız etti. Önüne atılmış beş altı tane bir liralık vardı. Kim bilir belki de koca bir aileye bunlar akşama aş olacaktı. Dilencilere para vermek pek adetim değildir ama bu kez cebimde hiç para olmadığına üzüldüm.
Cadde boyu yürümeye devam ettim. Çok kalabalıktı ve herkes apayrı bir âlemde idi. “İşte tam da bu yüzden hiç kimsenin şiiri bir başkasını anlatmıyor ve tam da işte bu yüzden herkes aynı cehennemde ayrı ayrı yanıyor” sözünü hatırladım. Ben bu kalabalıkta yapayalnızdım ve eminim ki ben çoğundan da belki iyi haldeydim.
Biraz ilerledim ve bu kez en az beş altı kişilik bir ailenin ıslak beton zeminde oturup insanların ellerine bakmakta olduklarını gördüm. Belli ki onlar da Suriyeli idiler ve belli ki dilenmek durumundaydılar.
Biraz ilerledim bir küçük kalabalık vardı bende boynumu uzattım, baktım bir firma yeni icat ettikleri Türk kahvesi pişirme makinesinin tanıtımını yapıyorlar ve sıradakilere o makine ile yaptıkları Türk kahvesi ikram ediyorlar. Dedim bu sıra bana uyar, çok da beklemedim, hem de bol köpüklü mis gibi bir Türk kahvesi ikramına nail oldum, kendi kendime güldüm ve aldığım kağıt bardaktaki kahvemle İsa beyimizin yanına vardım. Öğle azığını yiyordu. Hasretle kucaklaştık. Ben kahvemi içtim o da yemeğini tamamladı.
Arkasından uzun bir süre sohbet ettik. Kâh güldük, kâh duygulandık. Garibce’yi sordu, neden epey bir zamandır yazmıyor dedi. “Bilmem!” dedim. “Belki vakti yoktur, belki kulağına kar suyu kaçmıştır” diye ekledim.
Kendisine sorulan feraiz ile ilgili bir problemi yeniden çözdük.
İkindi namazına yanı başındaki camiye gittim. Hem müezzinlik hem de imamlık yapan doğrusu hoşuma gitmedi. Merkezi bir camide her ikisini de itici buldum.
Cami kapısında gene eski yerliler yanında dilenmekte olan Suriyeli çaresiz insanları gördüm. Bu insanlar kendi ülkelerinde kim bilir nasıl şerefli ve itibarlı insanlardı. Ve çaresizlik onları ne hallere düşürmüştü. Allahın belası bir iktidar mücadelesi uğruna bu insanlar ne kadar büyük bir çileye mahkum ediliyorlardı ve ne kadar büyük zulümler altında inlemeye bırakılıyorlardı.
Namaz sonrası da uzun uzadıya konuştuk. Ona artık galiba biz yaşlılar grubuna dahil oluyoruz dedim. O “Yok, daha şurada sadece altı tane on yıl tükettik!” dedi.
Yeni yüzüme sebep gelirken yolda ekstra selamlar aldığımı söyledim.
Eski hocalarımızı andık.
İsa hocayla çok şey konuştuk.
Ve İsa bey yıllarca  yaşamakta olduğum bir şehirde esnaf içinde benim tanıdığım, bir dost olarak yanına varabildiğim ve makamına kurulduğum tek kişi.
Sanal dostluklar yüzünden her gün birlikte olduğumuz insanların hallerinden gafletimizi ayıpladık.
İsa beyle çok şeyler paylaştık.
İsa beylere çok ihtiyacımız var.
Dostluklar eskidikçe daha bir değerli oluyor. Onu bir kere daha anladık.
Dua ile.
25.01.2014

GARİBCE


2 yorum:

  1. mevlam isa bey amca gibi dostlardan herese nasip etsin..:)

    YanıtlaSil
  2. Dünyanın her ülkesinde böyle değil mi?

    "Allahın belası bir iktidar mücadelesi uğruna bu insanlar ne kadar büyük bir çileye mahkum ediliyorlar..."

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...