Bugün cumartesiydi.
Hava kış havasına hiç benzemiyordu. Hanım günlerdir yenidoğan torunun
yanındaydı ve ben de yemek saatlerinde onlarda oluyordum. Bugün kahvaltıdan
sonra döndüğüm evimizde bir süredir baş
başa kaldığım yapayalnızlığın şöyle bir tadını çıkarayım dedim kendi kendime.
O, “-Yoo, öyle ben o kadar da tadı çıkarılacak bir şey değilim…” der gibiydi.
Şunu yaparım, bunu
yaparım dedim. Baktım hiçbirini yapabilecek halde değilim. Yorgun muyum, durgun
muyum, dargın mıyım… üstelik onu da bilmiyorum.
İsa Bey aklıma düştü.
Hani Ümraniye çarşıdaki ayakkabıcı bizim İsa bey. İzmir İlahiyat mezunu eski ve
aslında çok başarılı bir öğretmen. Her ne ise ayrılmış ve ayakkabıcılığa
vurmuş. Tanıdım tanıyalı dükkanı hep aynı. Her sorduğum da çok şükür der ve “Eşeğin
kuyruğu gibi, bizim iş ne uzar ne de kısalır!” diye de ekler. Kendisi benden
biri iki yaş büyük ve ruhumun kendisine kaynadığı bir dost.
Dedim ona gideyim, hem
biraz yürümüş de olurum, nasıl olsa onun kahvesi de var, kahvemizi de onunla
birlikte içmiş oluruz, sohbet ederiz, belki dertleşiriz de.
O niyetle çıktım, ana
yola çıkınca elimi cebime attım, üzerimde cüzdanım yoktu. Ev giysisi ile
çıkmıştım, rahat oluyor diye. Geri gelip, yukarı çıkıp cüzdanımı almak kolayıma
gelmedi, zaten zar zor çıkmıştım evden. Ceplerimi yokladım, tek bir kuruş bile
yoktu. Kimliksiz çıkmak olmazdı. Sonra baktım Ruhsat üzerimdeydi. En azından
orada ismim yazılı idi. Hem ben yaşta birinden bir olaya karışmazsam kimlik
soran da pek olmazdı.
Neyse yola çıktım.
Hava bahar havası gibiydi. Arabalar her taraftaydı ve kaldırımlarda bile yolu
kesecek şekilde doluydu. İki arabanın arasından birisinin aynasını kapatarak
ancak geçebildim. Bunların kul hakkı olabileceğini düşündüm. Kaldırımlardaki
arabalara sebep araç yoluna inmek zorunda kalan ve bu yüzden arabaların
çarpmasına maruz kalan masum ve mağdur insanları hatırladım.
Trafik probleminin en
büyük sebebi yerinde ve uygun biçimde yapılmayan park edilmiş arabalar olduğunu
düşündüm.
Ümraniye eski
Belediyesinin önünden epey bir zamandır geçmemiştim. Şimdi orada Metro
çalışması var ancak yayalara geçit veren dehlizlerden geçerek ana caddeye
ulaştım.
Yolda silah satan bir
dükkanın vitrinini seyrettim. Envayi çeşit çakı bıçakları vardı. Benim
dikkatimi çeken onlardı. Ben minik bir şey arıyordum ama oradakiler hep silah
türü şeylerdi.
Gerçi param da yoktu.
Sonra kendi kendime şimdi ben şu koca şehirde acıksam bir ekmek alacak kredim
yok diye hayıflandım.
Ana caddeye çıktığımda
ilk dikkatimi çeken manzara sekiz dokuz yaşında bir çocuğun ıslak beton zemine
oturmuş ve pasaportunu da açarak dilenmekte olması idi. Belli ki Suriyeli idi.
Sahte olmadığını kanıtlamak için pasaportunu da önüne açmıştı. Yüreğim cız
etti. Önüne atılmış beş altı tane bir liralık vardı. Kim bilir belki de koca
bir aileye bunlar akşama aş olacaktı. Dilencilere para vermek pek adetim
değildir ama bu kez cebimde hiç para olmadığına üzüldüm.
Cadde boyu yürümeye
devam ettim. Çok kalabalıktı ve herkes apayrı bir âlemde idi. “İşte tam da bu
yüzden hiç kimsenin şiiri bir başkasını anlatmıyor ve tam da işte bu yüzden
herkes aynı cehennemde ayrı ayrı yanıyor” sözünü hatırladım. Ben bu kalabalıkta
yapayalnızdım ve eminim ki ben çoğundan da belki iyi haldeydim.
Biraz ilerledim ve bu
kez en az beş altı kişilik bir ailenin ıslak beton zeminde oturup insanların
ellerine bakmakta olduklarını gördüm. Belli ki onlar da Suriyeli idiler ve belli
ki dilenmek durumundaydılar.
Biraz ilerledim bir
küçük kalabalık vardı bende boynumu uzattım, baktım bir firma yeni icat ettikleri
Türk kahvesi pişirme makinesinin tanıtımını yapıyorlar ve sıradakilere o makine
ile yaptıkları Türk kahvesi ikram ediyorlar. Dedim bu sıra bana uyar, çok da
beklemedim, hem de bol köpüklü mis gibi bir Türk kahvesi ikramına nail oldum,
kendi kendime güldüm ve aldığım kağıt bardaktaki kahvemle İsa beyimizin yanına
vardım. Öğle azığını yiyordu. Hasretle kucaklaştık. Ben kahvemi içtim o da
yemeğini tamamladı.
Arkasından uzun bir
süre sohbet ettik. Kâh güldük, kâh duygulandık. Garibce’yi sordu, neden epey
bir zamandır yazmıyor dedi. “Bilmem!” dedim. “Belki vakti yoktur, belki
kulağına kar suyu kaçmıştır” diye ekledim.
Kendisine sorulan
feraiz ile ilgili bir problemi yeniden çözdük.
İkindi namazına yanı başındaki
camiye gittim. Hem müezzinlik hem de imamlık yapan doğrusu hoşuma gitmedi.
Merkezi bir camide her ikisini de itici buldum.
Cami kapısında gene
eski yerliler yanında dilenmekte olan Suriyeli çaresiz insanları gördüm. Bu
insanlar kendi ülkelerinde kim bilir nasıl şerefli ve itibarlı insanlardı. Ve
çaresizlik onları ne hallere düşürmüştü. Allahın belası bir iktidar mücadelesi uğruna
bu insanlar ne kadar büyük bir çileye mahkum ediliyorlardı ve ne kadar büyük
zulümler altında inlemeye bırakılıyorlardı.
Namaz sonrası da uzun
uzadıya konuştuk. Ona artık galiba biz yaşlılar grubuna dahil oluyoruz dedim. O
“Yok, daha şurada sadece altı tane on yıl tükettik!” dedi.
Yeni yüzüme sebep
gelirken yolda ekstra selamlar aldığımı söyledim.
Eski hocalarımızı
andık.
İsa hocayla çok şey
konuştuk.
Ve İsa bey
yıllarca yaşamakta olduğum bir şehirde esnaf
içinde benim tanıdığım, bir dost olarak yanına varabildiğim ve makamına
kurulduğum tek kişi.
Sanal dostluklar
yüzünden her gün birlikte olduğumuz insanların hallerinden gafletimizi
ayıpladık.
İsa beyle çok şeyler
paylaştık.
İsa beylere çok
ihtiyacımız var.
Dostluklar eskidikçe
daha bir değerli oluyor. Onu bir kere daha anladık.
Dua ile.
25.01.2014
GARİBCE
mevlam isa bey amca gibi dostlardan herese nasip etsin..:)
YanıtlaSilDünyanın her ülkesinde böyle değil mi?
YanıtlaSil"Allahın belası bir iktidar mücadelesi uğruna bu insanlar ne kadar büyük bir çileye mahkum ediliyorlar..."