6 Kasım 2014 Perşembe

Gene bağlam: Ayet ve hadislere dönmek!



Konya’da yapılan İslam Hukuku Koordinasyon toplantımızda Garibce, genç ve çalışkan ilim adamımız Metin YİĞİT’in sözüne atıfla şöyle bir yorumda bulunmuş:
“Metin kardeşim, “ayet ve hadislere döneceğiz” dedi, oysa ayet ve hadise dönmek demek kaos demektir. Sistemin dışına çıkıyorsun, artık yeni bir arayış içine giriyorsun. Hangi ayet ve hadise gideceğiz? Tabii ki işimize yarayana, ihtiyacımızı görene... Dolayısıyla nasıl ki vaktiyle o sistemlerin ilk kuruluşu döneminde fukaha farklı delillere tutundularsa, -ki o delillerin de büyük ölçüde daha sonraki mevcut görüşlerin geriye doğru temellendirilmesi şeklinde olduğu kanaatindeyim- bugün de eğer bir süreç halinde fıkhımız devam edecekse, hayatta yer bulacaksa, ancak yeni bir inşa biçiminde bunu götürebiliriz. Onların yolunda olmak, onların yaptığının aynısı yapmak değil. Ancak bu şekilde bu ocağı söndürmeden kıyamete kadar tüttürebileceğiz.”
Sonra duydum ki Metin kardeşim benim bu sözümden alınmış ve “ayet ve hadislere dönmenin kaos olacağı” şeklindeki ifademden rahatsız olmuş. Muhtemelen bu konuda yalnız da değildi.
Evet, bu tespit bir dil sürçmesi değil, acizane Garibce’nin gördükleridir.
Üç asır gibi uzun bir zaman içinde ve bir süreç olarak oluşmuş olan fıkıh mezhepleri, elbette kaynağı ilahî olsa da beşerî sistemlerdir ve bunlardan her biri kendi içerisinde tutarlı, usulü, mantığı olan oluşumlardır. İslam dünyasının hukuk ihtiyacını da işte bu sistemler başarılı bir şekilde karşılamışlardır. Bu anlamda İslam dünyasında asırlar boyu “hukuksuzluk” ya da “hukukta kaos” gibi durumlar yaşanmamıştır.
Sonunda bizim dışımızda oluşan bir takım esaslı gelişmeler biz Müslümanların yeni arayışlara girmesine sebep olmuştur.
Kanunlaştırma çabaları böyle bir arayışın sonucudur.
Mezhepler arası istifadeye gitmek, inkıraz bulmuş görüşlerden istimdadda bulunmak ve hatta başka hukuk sistemlerinden iktibaslara gitmek de bu arayışın  bir sonucu olmaktadır.
Özellikle iktisadî ve sair alanlardaki diğer gelişmeler, toplumsal yapıyı ve bunun sonucu olarak da mezhep esasına dayalı sistemleri derinden sarsmış ve mevcut haliyle  belli bir mezhebe olduğu gibi sarılmak, yıkılmak üzere olan bir binada oturma ısrarı gibi bir hal almıştır.
İşte tam da bu anda yeni arayışlar arasında “âyet ve hadislere dönme” çağrısı giderek yükselen bir biçimde duyulur ve etkin olmaya başlamıştır.
Garibce diyor ki bunun tabii sonucu kaos olacaktır.
Neden?
Bir kere ilk başta Kuran ve Sünnet ile şimdi bizim dünyamızdaki âyet ve hadis aynı değildir.
Fıkhın Hz. Peygamber örnekliği üzerinden başlamış olması, ashabın ve arkasından gelen nesillerin katkısıyla gelişmesi, imamların ve onların müntesiplerinin elinde de her birinin bir sistem halini alması hep hayatın içinde ve kesintisiz bir süreç halinde olmuştur.
Yani Hz. Peygamber döneminde söz konusu olan bir âyet, bugün bizim için aynısıyla o âyet değildir.
Çünkü Hz. Peygamber’e inen âyet, her şeyden önce bir olayın içine iniyor ve inişiyle birlikte bağlamın yaşanılan hayat olması sebebiyle başta Hz. Peygamber olmak üzere herkes tarafından anlaşılıyor ve tam da yerine konulmuş oluyordu. Hadisler de öyle. Hatta şunu söylemek abartı olmayacaktır: İslam’ın bir din olarak vücut bulması, şekillenmesi, kurumlaşması sürekli vahiy tarafından yönlendirilen Peygamber örnekliği üzerinden gerçekleşmiştir. Bu itibarla Peygamber, Kitab’ı dahi önceler haldedir. Nitekim Gazalî de el-Mustasfâ’nın daha başında Kelâm ile diğer İslamî ilimlerin ilişkisini ortaya koyarken, diğer tüm İslam İlimlerini Hz. Peygamber’in kavline (sözüne) irca eder ve Kelam’ın görevinin de bir peygamber olarak Hz. Peygamber’in sözünün sıdkına delil ikame etmek olduğunu bu itibarla Kelam’ın diğer bütün İslamî ilimlere nispetle yegane küllî ilim olduğunu ispat eder ve diğer ilimlerin Hz. Peygamber’in kavlinden hareketle kendilerine iştigal alanları bulduklarını söyler. Kur’an’ın Kur’an oluşunu biz işte Peygamber’in sözü edilen kavline dayandırmak durumundayız. Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber’in “Bu Kur’an” dedikleri Kur’an olmuştur. Hal böyle olunca elbette ki varlık bakımından Peygamber’in öncelenmesi bizim açımızdan zorunlu olmaktadır. Bu böyle olduğu içindir ki  tüm dinler kurucu peygamberlerinin adıyla anılabilmektedir: Musevîlik, İsevîlik… gibi.
Buna göre bizim İslam dininin oluşumunu Hz. Peygamberin sünneti üzerinden takip etmemiz gerekmektedir. Bu haliyle sünnet, Kur’an’ı da içkin olan bir sürecin adı olmaktadır. Biz sünnet denildiği zaman, Kur’an dışında, ona alternatif ya da onun yanında yer alan ve ayrıca müstakil bir varlığı olan bir şeyi kastetmiyoruz. Aksine sünnet ile Kur’an’ı da içkin olan ve ete kemiğe bürünmüş ve yaşanmış bir hayatı kastediyoruz. İşte bu sürecin devam ettirilmesi sonucunda bugün bizim adına  fıkıh mezhepleri dediğimiz olgular ortaya çıkmıştır. Bunların farklılaşması bir kökten çıkan ağacın birden fazla kola ve  sonsuz denebilecek kadar çok dallara ayrılması gibi tabiidir. Tabii olmayan, bu ağaçta ökse otu (güvelek) gibi peydahlanmış parazit varlıkların yer almasıdır. Bunlara din dilinde “bidat” denilmektedir ve ağacın  salahı için bu türden asalak bitkilerin temizlenmesi gerekmektedir. Birlik ve beraberlik gibi söylemlerle bütün insanlık ufkunu tutmuş olan İslam ağacının tüm dallarını kesip de tek bir dal bırakmak gibi çabalar hem yersiz hem de imkansızdır.  Tevhid, gövde ve dalların çokluğunda değil kök birliğinde aranmalıdır.
İmdi, bugüne gelindiğinde “ayet” ve “hadis” ne demektir.
“Ayet”, adına Kur’an dediğimiz mushafın içinde olan ve vaktiyle kelam =söz olan vahiylerin yazıya geçirilmiş şekilleri olmaktadır. “Hadis” de hadis kitaplarında yer alan Hz. Peygamber’in sözleri, fiil ve takrirleri olmaktadır.
Yani bu haliyle ayet ve hadisler, mutlak, yalın, her biri masa üzerindeki bir damla civa gibi her tarafa akabilen özellikte metinlerdir.
Neden öyle?
Nedeni basit. Çünkü hayatın içine inen bir âyet değil bunlar, kitapta yazılı olan metinlerdir.
Hadisler de keza öyle.
İnanç gereği de mutlaklaştırılan ve her zaman ve mekanda her ihtiyaca cevap vereceğine inanılan bir “ayet”, hangi derde derman olmaz ki?
Kaderci iseniz sizi onaylar, kader inkarcısıysanız da sizi onaylar.
Tarikatçı iseniz tarikatın cevazına “vesile” bulursunuz. Tarikat inkârcısı iseniz şirk ayetlerini okursunuz.
Hz. Ali, daha o günlerde Kur’an ayetlerinin “hammaletü’l-vücûh” olduğunu yani birden fazla anlama çekilebileceğini görüyor ve İbn Abbâs’a Haricîlerle tartışmaya giderken ona “Sakın ayetlerden delil getirme, senin getirdiğin aynı delili onlar aleyhine çevirebilirler sen onlara Hz. Peygamber’in uygulamalarından (somut örneklerden) delil getir!” diye tembihte bulunuyordu.
Bağlam o kadar önemli bir şeydir ki, manayı ancak o belirler.
Alın size iki tane “Oha!”
Bu öyle aynı yazılan bir “Oha!”dır ki birinde kağnıyı durdurur, öbüründe zelve kırdırır.
Oysa yazı aynı yazı.
Ama bunu kağnıyı süren adamın ağzından duyan öküze göre anlamı başka.
Şimdi IŞİD diye bir şey çıktı ve herkes “nereden çıktı bunlar?!” diye hayretle soruyor. Nereden çıkacak, kitabın tam ortasından yani ayet ve hadislerden çıktı! Adamların bayrağında Tevhidimiz var hem de Hz. Peygamberimizin mühründeki şekliyle istif edilmiş. Okudukları hep ayet ve hadis. Yanlış mı okuyorlar, hayır. Okuduklarının hepsi ayetlerde ve hadislerde var. O zaman bunların kabahati ne? Üstelik de İslam Devleti kurduklarını iddia ediyorlar ve hilafet çağrısında bulunuyorlar.
İşte ayet ve hadislerin götürdüğü bir yer.
Garibce’nin “ayet ve hadise dönüldüğünde kaos doğar” derken kastettiği işte budur.
Herkes kendince bir İslam inşa eder.
Herkes kendince bir yol tutturur ve sadece o yolun Hak yol olduğunu ve başkalarının “yolda olmayanlar” ya da “yoldan çıkmışlar” olduğunu iddia ederler ve kendilerine karşı çıkanları da Allah için tekbirlerle boğazlarlar. Siz Allah için tekbirle Kurban keserken kendinizi hiç merhametsiz hissettiniz mi ki tekbirlerle kâfirleri kurşuna dizenlerden farklı bir duygu bekleyesiniz.
Bizim en büyük yanılgımız şudur: Biz İslam’ın tarihini tek bir örneklikle sınırlıyoruz. Hz. Peygamberimizin örnekliğinde yaşanmış yirmi üç yıllık bir tarihimiz var ve ardından da fetihlerle sürekli güçlenen ve genişleyen bir var oluşum söz konusu. Dinimiz tamamlanmış ve artık her şey yerli yerine oturmuştur. Bize düşen bu haliyle mevcut yapıyı sürdürmektir. Bu anlayıştan hareketle Medine döneminde fiilî savaş sebebiyle inen ve Müşrik Arapları hedeflemiş bulunan ve birçoğu ültimatom anlamı taşıyan “Nerede görülürlerse öldürülmelerini” âmir ayetler gibi bütün ayetleri bağlamından ve maksadından koparıp bütün insanlara teşmil ettik ve bugün dahi nerede ve nasıl olunursa olsun kâfirlerin her görüldüğü yerde öldürülmeleri gerektiği hükmünü çıkardık. “Seyf (kılıç)  âyeti”nin onlarca affı, hoş görüyü, barışı, adaletten öte ihsanı, görmezden gelmeyi, herkesin kendi yoluna gitmesi anlayışını, dinde zorlama olmadığı… ilkesini vaz eden ayetlerin tümünü mensuh kıldığını kabul ettik.  Oysa bir dinin evrenselliği ancak bu kabilden ilkeler ile mümkündü. Medine dönemi, ancak belirli şartların oluşmasıyla iman ve ahlak alt yapısının tamamlanmasıyla gerçekleşmiş, çok daha özel bir durumla ilgiliydi. İnsanlığın genelini ilgilendiren asıl ilkeler Mekke dönemi mücadelesi esnasında atılmıştı.
Bugün hem birey olarak hem de toplumsal olarak İslamlaşma süreçlerinin herkes ve her toplum için yeniden ve sıfırdan başlayabileceği gerçeğini göremedik. Bir kimse Müslümanlığı seçmişse, ona söyleyeceğimiz ilk şey, yirmi üç senelik sürecin en sonunda getirilmiş hükümler oldu; Riba dedik, örtü dedik. Namaza alıştırmadan kılmayanı cezalandırmaya kalkıştık.
Görüldü ki geleneği göz ardı ederek âyet ve hadise başvurmak çıkar yol değil.
Gelenek, bunların bağlamını içinde saklı tutuyordu. Asırlar boyu süzülüp gelen bir tecrübeyi içinde barındırıyordu. Bu kadar önemli bir kazancın yok sayılarak devrimci bir ruh haletiyle “ayet ve hadise başvurma” çağrısı inşa etmez, daha çok kaos oluşturur.
Başarılı inkılaplar devrimci değil, mevcudun içinden ve onu koruyarak gerçekleştirilen istikrarlı dönüşümlerdir.
Söz gelimi bilgisayar alanında bir işletim sistemi olan Windows her yeni sürümünü eskisini içinde taşıyacak şekilde gerçekleştiriyor. Bu haliyle de sürekli gelişiyor ve büyüyor. En ibtidaî sürümü ile yapılmış çalışmaları bile bugünün gelişmiş sürümleriyle güncellememiz  mümkün oluyor.
Bugün bize düşen devrimci, köktenci çabalar değil, geleneği kendi içinden dönüştürücü çabalar olmalıdır.
İmam Şatıbî meşhur makâsıd nazariyesini ortaya koyarken, yeni bir sistem inşasını değil, mevcudun anlaşılmasını amaçlamıştır.
Bugün biz de benzer çabalarla mevcudun kesintiye uğratılmadan yürütülebilmesi için çabalamak zorundayız. Makasıd nazariyesi bu anlamda bizim çok işimize yarayacaktır. Her şeyden önce bir din olarak İslam’ın umdelerini, ilke ve esaslarını, maksatlarını tespit edip, mevcut geleneği bunlara vurarak nelerin teyit edilmesi, nelerin de terkedilmesi ve yerine yenilerinin ikamesi gerektiği konusunda önemli çalışmalar yapmalı ve İslam’ı hayatın içinde tutabilmek için gerekli cehd ve çabayı (ictihad ve cihad) göstermeliyiz.
Bu işin ilk başta yola koyulması uzun soluklu bir çaba ile başarıldı ve bu zaman olarak asırları aldı. Bizim yolda olmamız ve yolda yol almamız da aynı şekilde uzun soluklu çabalar sonucu olacaktır ve  unutulmamalı ki bu bir süreç halinde kesintisiz devam ettiğinde ancak belki onlarca sene sonra her şeyin yeniden yerli yerinde olduğu dönemler yaşanacaktır.
Yedisinde ne ise yetmişinde de o olan bir dinimiz ve İslamlığımız olacak elbet. Ama biz yetmişinde iken yedisinde yediğimizi yedirmeye, giydiğimizi de giydirmeye kimse kalkışmamalı.
Dua ile!
06.11.2014

GARİBCE

4 yorum:

  1. Allah razı olsun hocam. Çok güzel özetlemişsiniz.Umarım gündemde olan IŞİD konusunu da herkes daha iyi anlamış olur.

    YanıtlaSil
  2. Üzeyir Durmuş Bence en güzeli geleneği inkar etmeden köklerimize (ayet ve hadislere) yeniden dönüp bilgilerimizin sağlamasını yapmaktır. Böylece gereken ayıklanma yapılır ve mevcut kaosa bir çözüm getirilir.


    Esra Özgün Mezheplerden bahsederken agac ornegini vermissiniz ya hocam aklima komsunun bahcesindeki agac geldi. Cok fazla golge yapiyor diye bir hayli fazla budadilar sadece govdesi kalacak sekilde. Sonra kuvvetli bi rüzgar çıktı tam da ortasindan agac kırılıverdi. Dallar ruzgarin siddetini azaltiyordu heralde diye dusunmustum.

    YanıtlaSil
  3. Muhterem hocam,Rabbim kalemimize,gönlünüze ve ömrünüze bereket versin.Ortalık o kadar herc ü merc olmuş ki,bunları anlatan,yazan ve yaşayan hocalarımız değil ,islâmı alt üst etmeye çalışan insanlar itibar sahibi...Bu konuda denecek o kadar çok şey var ki...

    YanıtlaSil
  4. herdogan38@.
    Bir değil kütüphane dolusu bilgi bir makale/yazıda sunulmuş. Nefes kesici, özümsenerek okunması gereken bir metin.. Aslında konu başlı başına bir sempozyumda ele alınması, zaman tahdidi olmaksızın müzakerelerin yapılması gereken bir durum...Bırakın ilim adamı kimlikli kişileri, sıradan sokaktaki vatandaş bile artık işine gelen ayetle hükme kalkışmakta, üstelik bu acaiplikleri sosyal medyada da yayınlamaktadırlar.. Önemli ve güncel bir konu..Kutlarım..

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...