Konya’da yapılan İslam Hukuku Koordinasyon toplantımızda Garibce,
genç ve çalışkan ilim adamımız Metin YİĞİT’in sözüne atıfla şöyle bir yorumda
bulunmuş:
“Metin kardeşim, “ayet ve hadislere
döneceğiz” dedi, oysa ayet ve hadise dönmek demek kaos demektir. Sistemin
dışına çıkıyorsun, artık yeni bir arayış içine giriyorsun. Hangi ayet ve hadise
gideceğiz? Tabii ki işimize yarayana, ihtiyacımızı görene... Dolayısıyla nasıl
ki vaktiyle o sistemlerin ilk kuruluşu döneminde fukaha farklı delillere
tutundularsa, -ki o delillerin de büyük ölçüde daha sonraki mevcut görüşlerin
geriye doğru temellendirilmesi şeklinde olduğu kanaatindeyim- bugün de eğer bir
süreç halinde fıkhımız devam edecekse, hayatta yer bulacaksa, ancak yeni bir
inşa biçiminde bunu götürebiliriz. Onların yolunda olmak, onların yaptığının
aynısı yapmak değil. Ancak bu şekilde bu ocağı söndürmeden kıyamete kadar
tüttürebileceğiz.”
Sonra duydum ki Metin kardeşim benim
bu sözümden alınmış ve “ayet ve hadislere dönmenin kaos olacağı” şeklindeki
ifademden rahatsız olmuş. Muhtemelen bu konuda yalnız da değildi.
Evet, bu tespit bir dil sürçmesi
değil, acizane Garibce’nin gördükleridir.
Üç asır gibi uzun bir zaman içinde
ve bir süreç olarak oluşmuş olan fıkıh mezhepleri, elbette kaynağı ilahî olsa
da beşerî sistemlerdir ve bunlardan her biri kendi içerisinde tutarlı, usulü,
mantığı olan oluşumlardır. İslam dünyasının hukuk ihtiyacını da işte bu
sistemler başarılı bir şekilde karşılamışlardır. Bu anlamda İslam dünyasında asırlar
boyu “hukuksuzluk” ya da “hukukta kaos” gibi durumlar yaşanmamıştır.
Sonunda bizim dışımızda oluşan bir
takım esaslı gelişmeler biz Müslümanların yeni arayışlara girmesine sebep
olmuştur.
Kanunlaştırma çabaları böyle bir
arayışın sonucudur.
Mezhepler arası istifadeye gitmek,
inkıraz bulmuş görüşlerden istimdadda bulunmak ve hatta başka hukuk
sistemlerinden iktibaslara gitmek de bu arayışın bir sonucu olmaktadır.
Özellikle iktisadî ve sair alanlardaki
diğer gelişmeler, toplumsal yapıyı ve bunun sonucu olarak da mezhep esasına
dayalı sistemleri derinden sarsmış ve mevcut haliyle belli bir mezhebe olduğu gibi sarılmak,
yıkılmak üzere olan bir binada oturma ısrarı gibi bir hal almıştır.
İşte tam da bu anda yeni arayışlar
arasında “âyet ve hadislere dönme” çağrısı giderek yükselen bir biçimde duyulur
ve etkin olmaya başlamıştır.
Garibce diyor ki bunun tabii sonucu
kaos olacaktır.
Neden?
Bir kere ilk başta Kuran ve Sünnet
ile şimdi bizim dünyamızdaki âyet ve hadis aynı değildir.
Fıkhın Hz. Peygamber örnekliği
üzerinden başlamış olması, ashabın ve arkasından gelen nesillerin katkısıyla
gelişmesi, imamların ve onların müntesiplerinin elinde de her birinin bir sistem
halini alması hep hayatın içinde ve kesintisiz bir süreç halinde olmuştur.
Yani Hz. Peygamber döneminde söz
konusu olan bir âyet, bugün bizim için aynısıyla o âyet değildir.
Çünkü Hz. Peygamber’e inen âyet, her
şeyden önce bir olayın içine iniyor ve inişiyle birlikte bağlamın yaşanılan
hayat olması sebebiyle başta Hz. Peygamber olmak üzere herkes tarafından
anlaşılıyor ve tam da yerine konulmuş oluyordu. Hadisler de öyle. Hatta şunu
söylemek abartı olmayacaktır: İslam’ın bir din olarak vücut bulması,
şekillenmesi, kurumlaşması sürekli vahiy tarafından yönlendirilen Peygamber
örnekliği üzerinden gerçekleşmiştir. Bu itibarla Peygamber, Kitab’ı dahi
önceler haldedir. Nitekim Gazalî de el-Mustasfâ’nın daha başında Kelâm ile
diğer İslamî ilimlerin ilişkisini ortaya koyarken, diğer tüm İslam İlimlerini
Hz. Peygamber’in kavline (sözüne) irca eder ve Kelam’ın görevinin de bir
peygamber olarak Hz. Peygamber’in sözünün sıdkına delil ikame etmek olduğunu bu
itibarla Kelam’ın diğer bütün İslamî ilimlere nispetle yegane küllî ilim
olduğunu ispat eder ve diğer ilimlerin Hz. Peygamber’in kavlinden hareketle
kendilerine iştigal alanları bulduklarını söyler. Kur’an’ın Kur’an oluşunu biz
işte Peygamber’in sözü edilen kavline dayandırmak durumundayız. Daha açık bir
ifade ile Hz. Peygamber’in “Bu Kur’an” dedikleri Kur’an olmuştur. Hal böyle
olunca elbette ki varlık bakımından Peygamber’in öncelenmesi bizim açımızdan
zorunlu olmaktadır. Bu böyle olduğu içindir ki
tüm dinler kurucu peygamberlerinin adıyla anılabilmektedir: Musevîlik,
İsevîlik… gibi.
Buna göre bizim İslam dininin
oluşumunu Hz. Peygamberin sünneti üzerinden takip etmemiz gerekmektedir. Bu
haliyle sünnet, Kur’an’ı da içkin olan bir sürecin adı olmaktadır. Biz sünnet
denildiği zaman, Kur’an dışında, ona alternatif ya da onun yanında yer alan ve
ayrıca müstakil bir varlığı olan bir şeyi kastetmiyoruz. Aksine sünnet ile Kur’an’ı
da içkin olan ve ete kemiğe bürünmüş ve yaşanmış bir hayatı kastediyoruz. İşte
bu sürecin devam ettirilmesi sonucunda bugün bizim adına fıkıh mezhepleri dediğimiz olgular ortaya
çıkmıştır. Bunların farklılaşması bir kökten çıkan ağacın birden fazla kola
ve sonsuz denebilecek kadar çok dallara
ayrılması gibi tabiidir. Tabii olmayan, bu ağaçta ökse otu (güvelek) gibi
peydahlanmış parazit varlıkların yer almasıdır. Bunlara din dilinde “bidat” denilmektedir
ve ağacın salahı için bu türden asalak
bitkilerin temizlenmesi gerekmektedir. Birlik ve beraberlik gibi söylemlerle
bütün insanlık ufkunu tutmuş olan İslam ağacının tüm dallarını kesip de tek bir
dal bırakmak gibi çabalar hem yersiz hem de imkansızdır. Tevhid, gövde ve dalların çokluğunda değil kök
birliğinde aranmalıdır.
İmdi, bugüne gelindiğinde “ayet” ve “hadis”
ne demektir.
“Ayet”, adına Kur’an dediğimiz mushafın
içinde olan ve vaktiyle kelam =söz olan vahiylerin yazıya geçirilmiş şekilleri olmaktadır.
“Hadis” de hadis kitaplarında yer alan Hz. Peygamber’in sözleri, fiil ve
takrirleri olmaktadır.
Yani bu haliyle ayet ve hadisler, mutlak,
yalın, her biri masa üzerindeki bir damla civa gibi her tarafa akabilen özellikte
metinlerdir.
Neden öyle?
Nedeni basit. Çünkü hayatın içine
inen bir âyet değil bunlar, kitapta yazılı olan metinlerdir.
Hadisler de keza öyle.
İnanç gereği de mutlaklaştırılan ve
her zaman ve mekanda her ihtiyaca cevap vereceğine inanılan bir “ayet”, hangi
derde derman olmaz ki?
Kaderci iseniz sizi onaylar, kader
inkarcısıysanız da sizi onaylar.
Tarikatçı iseniz tarikatın cevazına “vesile”
bulursunuz. Tarikat inkârcısı iseniz şirk ayetlerini okursunuz.
Hz. Ali, daha o günlerde Kur’an
ayetlerinin “hammaletü’l-vücûh” olduğunu yani birden fazla anlama
çekilebileceğini görüyor ve İbn Abbâs’a Haricîlerle tartışmaya giderken ona “Sakın
ayetlerden delil getirme, senin getirdiğin aynı delili onlar aleyhine
çevirebilirler sen onlara Hz. Peygamber’in uygulamalarından (somut örneklerden)
delil getir!” diye tembihte bulunuyordu.
Bağlam o kadar önemli bir şeydir ki,
manayı ancak o belirler.
Alın size iki tane “Oha!”
Bu öyle aynı yazılan bir “Oha!”dır
ki birinde kağnıyı durdurur, öbüründe zelve kırdırır.
Oysa yazı aynı yazı.
Ama bunu kağnıyı süren adamın
ağzından duyan öküze göre anlamı başka.
Şimdi IŞİD diye bir şey çıktı ve
herkes “nereden çıktı bunlar?!” diye hayretle soruyor. Nereden çıkacak, kitabın
tam ortasından yani ayet ve hadislerden çıktı! Adamların bayrağında Tevhidimiz
var hem de Hz. Peygamberimizin mühründeki şekliyle istif edilmiş. Okudukları
hep ayet ve hadis. Yanlış mı okuyorlar, hayır. Okuduklarının hepsi ayetlerde ve
hadislerde var. O zaman bunların kabahati ne? Üstelik de İslam Devleti
kurduklarını iddia ediyorlar ve hilafet çağrısında bulunuyorlar.
İşte ayet ve hadislerin götürdüğü
bir yer.
Garibce’nin “ayet ve hadise
dönüldüğünde kaos doğar” derken kastettiği işte budur.
Herkes kendince bir İslam inşa eder.
Herkes kendince bir yol tutturur ve
sadece o yolun Hak yol olduğunu ve başkalarının “yolda olmayanlar” ya da “yoldan
çıkmışlar” olduğunu iddia ederler ve kendilerine karşı çıkanları da Allah için tekbirlerle
boğazlarlar. Siz Allah için tekbirle Kurban keserken kendinizi hiç merhametsiz
hissettiniz mi ki tekbirlerle kâfirleri kurşuna dizenlerden farklı bir duygu
bekleyesiniz.
Bizim en büyük yanılgımız şudur: Biz
İslam’ın tarihini tek bir örneklikle sınırlıyoruz. Hz. Peygamberimizin
örnekliğinde yaşanmış yirmi üç yıllık bir tarihimiz var ve ardından da
fetihlerle sürekli güçlenen ve genişleyen bir var oluşum söz konusu. Dinimiz
tamamlanmış ve artık her şey yerli yerine oturmuştur. Bize düşen bu haliyle
mevcut yapıyı sürdürmektir. Bu anlayıştan hareketle Medine döneminde fiilî
savaş sebebiyle inen ve Müşrik Arapları hedeflemiş bulunan ve birçoğu ültimatom
anlamı taşıyan “Nerede görülürlerse öldürülmelerini” âmir ayetler gibi bütün
ayetleri bağlamından ve maksadından koparıp bütün insanlara teşmil ettik ve
bugün dahi nerede ve nasıl olunursa olsun kâfirlerin her görüldüğü yerde
öldürülmeleri gerektiği hükmünü çıkardık. “Seyf (kılıç) âyeti”nin onlarca affı, hoş görüyü, barışı, adaletten
öte ihsanı, görmezden gelmeyi, herkesin kendi yoluna gitmesi anlayışını, dinde
zorlama olmadığı… ilkesini vaz eden ayetlerin tümünü mensuh kıldığını kabul
ettik. Oysa bir dinin evrenselliği ancak
bu kabilden ilkeler ile mümkündü. Medine dönemi, ancak belirli şartların
oluşmasıyla iman ve ahlak alt yapısının tamamlanmasıyla gerçekleşmiş, çok daha
özel bir durumla ilgiliydi. İnsanlığın genelini ilgilendiren asıl ilkeler Mekke
dönemi mücadelesi esnasında atılmıştı.
Bugün hem birey olarak hem de
toplumsal olarak İslamlaşma süreçlerinin herkes ve her toplum için yeniden ve
sıfırdan başlayabileceği gerçeğini göremedik. Bir kimse Müslümanlığı seçmişse,
ona söyleyeceğimiz ilk şey, yirmi üç senelik sürecin en sonunda getirilmiş
hükümler oldu; Riba dedik, örtü dedik. Namaza alıştırmadan kılmayanı
cezalandırmaya kalkıştık.
Görüldü ki geleneği göz ardı ederek
âyet ve hadise başvurmak çıkar yol değil.
Gelenek, bunların bağlamını içinde
saklı tutuyordu. Asırlar boyu süzülüp gelen bir tecrübeyi içinde
barındırıyordu. Bu kadar önemli bir kazancın yok sayılarak devrimci bir ruh
haletiyle “ayet ve hadise başvurma” çağrısı inşa etmez, daha çok kaos oluşturur.
Başarılı inkılaplar devrimci değil,
mevcudun içinden ve onu koruyarak gerçekleştirilen istikrarlı dönüşümlerdir.
Söz gelimi bilgisayar alanında bir
işletim sistemi olan Windows her yeni sürümünü eskisini içinde taşıyacak
şekilde gerçekleştiriyor. Bu haliyle de sürekli gelişiyor ve büyüyor. En
ibtidaî sürümü ile yapılmış çalışmaları bile bugünün gelişmiş sürümleriyle güncellememiz
mümkün oluyor.
Bugün bize düşen devrimci, köktenci
çabalar değil, geleneği kendi içinden dönüştürücü çabalar olmalıdır.
İmam Şatıbî meşhur makâsıd
nazariyesini ortaya koyarken, yeni bir sistem inşasını değil, mevcudun
anlaşılmasını amaçlamıştır.
Bugün biz de benzer çabalarla
mevcudun kesintiye uğratılmadan yürütülebilmesi için çabalamak zorundayız.
Makasıd nazariyesi bu anlamda bizim çok işimize yarayacaktır. Her şeyden önce
bir din olarak İslam’ın umdelerini, ilke ve esaslarını, maksatlarını tespit
edip, mevcut geleneği bunlara vurarak nelerin teyit edilmesi, nelerin de
terkedilmesi ve yerine yenilerinin ikamesi gerektiği konusunda önemli
çalışmalar yapmalı ve İslam’ı hayatın içinde tutabilmek için gerekli cehd ve çabayı
(ictihad ve cihad) göstermeliyiz.
Bu işin ilk başta yola koyulması
uzun soluklu bir çaba ile başarıldı ve bu zaman olarak asırları aldı. Bizim
yolda olmamız ve yolda yol almamız da aynı şekilde uzun soluklu çabalar sonucu
olacaktır ve unutulmamalı ki bu bir
süreç halinde kesintisiz devam ettiğinde ancak belki onlarca sene sonra her şeyin
yeniden yerli yerinde olduğu dönemler yaşanacaktır.
Yedisinde ne ise yetmişinde de o
olan bir dinimiz ve İslamlığımız olacak elbet. Ama biz yetmişinde iken
yedisinde yediğimizi yedirmeye, giydiğimizi de giydirmeye kimse kalkışmamalı.
Dua ile!
06.11.2014
GARİBCE
Allah razı olsun hocam. Çok güzel özetlemişsiniz.Umarım gündemde olan IŞİD konusunu da herkes daha iyi anlamış olur.
YanıtlaSilÜzeyir Durmuş Bence en güzeli geleneği inkar etmeden köklerimize (ayet ve hadislere) yeniden dönüp bilgilerimizin sağlamasını yapmaktır. Böylece gereken ayıklanma yapılır ve mevcut kaosa bir çözüm getirilir.
YanıtlaSilEsra Özgün Mezheplerden bahsederken agac ornegini vermissiniz ya hocam aklima komsunun bahcesindeki agac geldi. Cok fazla golge yapiyor diye bir hayli fazla budadilar sadece govdesi kalacak sekilde. Sonra kuvvetli bi rüzgar çıktı tam da ortasindan agac kırılıverdi. Dallar ruzgarin siddetini azaltiyordu heralde diye dusunmustum.
Muhterem hocam,Rabbim kalemimize,gönlünüze ve ömrünüze bereket versin.Ortalık o kadar herc ü merc olmuş ki,bunları anlatan,yazan ve yaşayan hocalarımız değil ,islâmı alt üst etmeye çalışan insanlar itibar sahibi...Bu konuda denecek o kadar çok şey var ki...
YanıtlaSilherdogan38@.
YanıtlaSilBir değil kütüphane dolusu bilgi bir makale/yazıda sunulmuş. Nefes kesici, özümsenerek okunması gereken bir metin.. Aslında konu başlı başına bir sempozyumda ele alınması, zaman tahdidi olmaksızın müzakerelerin yapılması gereken bir durum...Bırakın ilim adamı kimlikli kişileri, sıradan sokaktaki vatandaş bile artık işine gelen ayetle hükme kalkışmakta, üstelik bu acaiplikleri sosyal medyada da yayınlamaktadırlar.. Önemli ve güncel bir konu..Kutlarım..