Bugün cumaydı ya! Ayda
bir Kazdal camiinde sohbet ediyoruz. Dönüşte İSAM’a uğrayıp Bekir Topaloğlu
hocamın ellerini öpmek ve duasını almak istedim.
Tevafuk nedir bilir
misiniz?
Birçoklarınca keramet
sanılan şey. Tevafuk için, illa ki tarikatların velayetini ilan ettikleri
şeyhler elinde tezahür etmesi kabilinden olmaya gerek yok.
Zaten iş Allah’a kalsa
velayet dediğin ne ki? İman ve takva şartını bir araya getirenlere Allah “veli
ç. evliya” buyuruyor. “Elâ inne evliya Allah’i la havfun aleyhim vela yahzenun.
Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn”
{أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}
[يونس: 62، 63
Yanına
vardığımda Fahrettin Atar hocam ile İlyas Çelebi hocamız da oradaydılar. İmdi
hoca Maşallahı var anlatıyor. Neler anlattı derseniz çoğu benim bu akşam
Hayrettin Hoca’yı tanıtma konuşmamızda anlatabileceğim şeyler. Ben özel olarak
isteseydim Hoca’dan belki bu kadar bereketli şeyler anlatmazdı. Yani anlattıkları hem üç dinleyici hocayı
ilgilendiren şeylerdi ve ama daha çok da benim ihtiyacıma uygun düşen
hatıralardı.
Bu
gibi durumlara tevafuk deniyor.
Hoca,
o günlerde birlikte nasıl çalıştıklarını anlattı.
Merhum
Muhammed Tanci hocanın Hayrettin Hoca’nın tezini baştan sona nasıl
dinlediğinden dem vurdu. Tabi Çamlıca’da seyyar tüple yaptıkları demli çay
eşliğinde. Merhum çayı çok severmiş.
Sade
Hayrettin bey mi, o dönemde formalite
icabı danışmanlar tayin edilse de bu işi pek anlamadıkları için iş hep Tanci
hoca’ya düşermiş. Allah gani gani rahmet eylesin.
Sonra
birlikte yazdıkları Arapça-Türkçe Yeni Kamus ile diğer Arapça kitaplarını…
Arapça
kitaplarının hazırlanmasında Mehmet Zihni Efendinin kitaplarından çok
yararlandıklarını da söyledi. (Onun Nimet-i İslam adlı ilmihali yanında Muktadab
ve Müntehab gibi bol örnekli ve iddialı Arapça kitapları var.)
O
zaman bilgisayarı bırakın daktilo da yok. Arapça metinleri el ile Türkçelerini de daktilo ile mumlu kağıda
yazıyorlar ve teksir makinesinde çoğaltıyorlar. Böyle elden ele dolaştırıp
ihtiyacı gidermeye çalışıyorlar.
Bir
gün Sirkeci’de bakınırlarken bir dükkanda Arapça bir daktilo görmüşler, öyle
ufak tefek kabilinden değil kocaman bir şeymiş. Hemen içeri dalıp fiyatını
sormuşlar ve istenilen fiyata almışlar. Bulmuşlar ya sen ona bak, böyle bir
durumda hiç pazarlık yapılır mı? Omuzlarına vurup nöbetleşe Vapura kadar taşımışlar,
vapurdan inince de gene nöbetleşe omuzlarında taşıyarak Enstitü’ye getirmişler.
Aman ne sevinmişler ne sevinmişler! Odaları
sırf bu daktiloya sebep ihtiyaç sahiplerinin uğrak yeri olmuş.
Sonra
bastıracaklar para yok. İlim Yayma’ya gitmişler, onlardan borç istemişler. Bir sene
sonra öderiz, demişler. Bekir Topaloğlu İmam Hatibi birincilikte bitirdiği için
o adamlar hocayı tanıyorlarmış ve istedikleri borç parayı aralarında taksim
ederek vermişler. İçlerinden biri buna
hiç memnun olmadı, parayı gene de verdi ama yüzünün asıklığı hiç gitmedi diyor.
Piyasa
o kadar açmış ki daha altı ay dolmadan borçlandıkları paralar geri dönmüş ve
gidip borçlarını ödemişler. Adamlar şaşırmışlar.
Ha
bir de matbaada basım öncesi dizgi yapılıyordu
ya. Arapça hurufat çok zor bulunuyormuş. Basmaya karar veren matbaa bir iki
sayfa diziyor, hocalar tashih ediyor ve son şekli veriliyormuş. Gel gör ki
hurufat kutusundaki vav ve elif harfi çok kullanıldığı için hemen bitiyor, buna
sebep de iş aksıyormuş. Her işi bırakıp Topkapı’daki matbaaya yakın bir otele
yerleşmişler. Dizdikleri bir iki sayfayı hemen kontrol edip geri iade
ediyolarmış onlar da hemen kalıbı alıp dizdikleri hurufatı bozup tekrar
diziyorlarmış. Böyle böyle dizgi ve basım işi tamamlanmış.
Teksir
makinesini yeni nesil bilmez. Önce daktilo ile mumlu kağıda yazılır, sonra o
mumlu kağıt teksir (çoğaltma) makinesine takılır ve ondan sonra da bir kolu vardı o kol çevrildikçe her dönüşte
bir kağıt (saman kağıdı boyayı iyi çektiği ve de ucuz olduğu için teksir
kağıtları hep üçüncü hamur olurdu) çoğaltırdı. Bir anlamda “mumlu kağıt getir, ne
kadar çevir, o kadar götür” usulü.
“Sonra
duyduk ki” diyor hoca “İstanbul Üniversitesinde mumlu kağıt olmadan teksir
yapıyorlarmış. Allah Allah nasıl olur dedik” diyor ve ekliyor: “Sonra öğrendik
ki o makine fotokopi makinesiymiş.”
İşte
böyle imkansızlıkları imkana dönüştürerek bizim nesiler için yol açan o kuşağa
saygı duymamız gerekiyor. Ha bunu yaparken onları göklere çıkarıp da ayaklarını
yerden kesmeye de gerek yok. Onlar bizim hocalarımız olarak önümüzden gitmeye
devam etsinler ki biz de arkalarından gelmeye cesaret edebilelim. Çıkardın
göklere, sonra ne olacak? Sevgide de saygıda da övgüde de ölçü gerek.
Cuma
bereketi olarak sizlerle paylaşayım dedim.
Geçmiş
de olsa cumamız mübarek olsun. Nice mübarek, bereketli ve tevafuklu cumalar
dileği ile.
28.11.2014
Hocalalarımızdan Allah razı olsun. Allah sağlıklı ömürler versin
YanıtlaSil