28 Kasım 2014 Cuma

Bekir Topaloğlu’nu ziyaret ve bir tevafuk!

Bugün cumaydı ya! Ayda bir Kazdal camiinde sohbet ediyoruz. Dönüşte İSAM’a uğrayıp Bekir Topaloğlu hocamın ellerini öpmek ve duasını almak istedim.
Tevafuk nedir bilir misiniz?
Birçoklarınca keramet sanılan şey. Tevafuk için, illa ki tarikatların velayetini ilan ettikleri şeyhler elinde tezahür etmesi kabilinden olmaya gerek yok.
Zaten iş Allah’a kalsa velayet dediğin ne ki? İman ve takva şartını bir araya getirenlere Allah “veli ç. evliya” buyuruyor. “Elâ inne evliya Allah’i la havfun aleyhim vela yahzenun. Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn”
{أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ} [يونس: 62، 63
Yanına vardığımda Fahrettin Atar hocam ile İlyas Çelebi hocamız da oradaydılar. İmdi hoca Maşallahı var anlatıyor. Neler anlattı derseniz çoğu benim bu akşam Hayrettin Hoca’yı tanıtma konuşmamızda anlatabileceğim şeyler. Ben özel olarak isteseydim Hoca’dan belki bu kadar bereketli şeyler anlatmazdı.  Yani anlattıkları hem üç dinleyici hocayı ilgilendiren şeylerdi ve ama daha çok da benim ihtiyacıma uygun düşen hatıralardı.
Bu gibi durumlara tevafuk deniyor.
Hoca, o günlerde birlikte nasıl çalıştıklarını anlattı.
Merhum Muhammed Tanci hocanın Hayrettin Hoca’nın tezini baştan sona nasıl dinlediğinden dem vurdu. Tabi Çamlıca’da seyyar tüple yaptıkları demli çay eşliğinde. Merhum çayı çok severmiş.
Sade Hayrettin bey mi, o dönemde  formalite icabı danışmanlar tayin edilse de bu işi pek anlamadıkları için iş hep Tanci hoca’ya düşermiş. Allah gani gani rahmet eylesin.
Sonra birlikte yazdıkları Arapça-Türkçe Yeni Kamus ile diğer Arapça kitaplarını…
Arapça kitaplarının hazırlanmasında Mehmet Zihni Efendinin kitaplarından çok yararlandıklarını da söyledi. (Onun Nimet-i İslam adlı ilmihali yanında Muktadab ve Müntehab gibi bol örnekli ve iddialı Arapça kitapları var.)
O zaman bilgisayarı bırakın daktilo da yok. Arapça metinleri el ile  Türkçelerini de daktilo ile mumlu kağıda yazıyorlar ve teksir makinesinde çoğaltıyorlar. Böyle elden ele dolaştırıp ihtiyacı gidermeye çalışıyorlar.
Bir gün Sirkeci’de bakınırlarken bir dükkanda Arapça bir daktilo görmüşler, öyle ufak tefek kabilinden değil kocaman bir şeymiş. Hemen içeri dalıp fiyatını sormuşlar ve istenilen fiyata almışlar. Bulmuşlar ya sen ona bak, böyle bir durumda hiç pazarlık yapılır mı? Omuzlarına vurup nöbetleşe Vapura kadar taşımışlar, vapurdan inince de gene nöbetleşe omuzlarında taşıyarak Enstitü’ye getirmişler. Aman ne sevinmişler ne sevinmişler! Odaları  sırf bu daktiloya sebep ihtiyaç sahiplerinin uğrak yeri olmuş.
Sonra bastıracaklar para yok. İlim Yayma’ya gitmişler, onlardan borç istemişler. Bir sene sonra öderiz, demişler. Bekir Topaloğlu İmam Hatibi birincilikte bitirdiği için o adamlar hocayı tanıyorlarmış ve istedikleri borç parayı aralarında taksim ederek vermişler. İçlerinden biri  buna hiç memnun olmadı, parayı gene de verdi ama yüzünün asıklığı hiç gitmedi diyor.
Piyasa o kadar açmış ki daha altı ay dolmadan borçlandıkları paralar geri dönmüş ve gidip borçlarını ödemişler. Adamlar şaşırmışlar.
Ha bir de  matbaada basım öncesi dizgi yapılıyordu ya. Arapça hurufat çok zor bulunuyormuş. Basmaya karar veren matbaa bir iki sayfa diziyor, hocalar tashih ediyor ve son şekli veriliyormuş. Gel gör ki hurufat kutusundaki vav ve elif harfi çok kullanıldığı için hemen bitiyor, buna sebep de iş aksıyormuş. Her işi bırakıp Topkapı’daki matbaaya yakın bir otele yerleşmişler. Dizdikleri bir iki sayfayı hemen kontrol edip geri iade ediyolarmış onlar da hemen kalıbı alıp dizdikleri hurufatı bozup tekrar diziyorlarmış. Böyle böyle dizgi ve basım işi tamamlanmış.
Teksir makinesini yeni nesil bilmez. Önce daktilo ile mumlu kağıda yazılır, sonra o mumlu kağıt teksir (çoğaltma) makinesine takılır ve ondan sonra da  bir kolu vardı o kol çevrildikçe her dönüşte bir kağıt (saman kağıdı boyayı iyi çektiği ve de ucuz olduğu için teksir kağıtları hep üçüncü hamur olurdu) çoğaltırdı. Bir anlamda “mumlu kağıt getir, ne kadar çevir, o kadar götür” usulü.
“Sonra duyduk ki” diyor hoca “İstanbul Üniversitesinde mumlu kağıt olmadan teksir yapıyorlarmış. Allah Allah nasıl olur dedik” diyor ve ekliyor: “Sonra öğrendik ki o makine fotokopi makinesiymiş.”
İşte böyle imkansızlıkları imkana dönüştürerek bizim nesiler için yol açan o kuşağa saygı duymamız gerekiyor. Ha bunu yaparken onları göklere çıkarıp da ayaklarını yerden kesmeye de gerek yok. Onlar bizim hocalarımız olarak önümüzden gitmeye devam etsinler ki biz de arkalarından gelmeye cesaret edebilelim. Çıkardın göklere, sonra ne olacak? Sevgide de saygıda da övgüde de ölçü gerek.
Cuma bereketi olarak sizlerle paylaşayım dedim.
Geçmiş de olsa cumamız mübarek olsun. Nice mübarek, bereketli ve tevafuklu cumalar dileği ile.
28.11.2014


GARİBCE 

1 yorum:

  1. Hocalalarımızdan Allah razı olsun. Allah sağlıklı ömürler versin

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...