8-9.11.2014
tarihinde Ömer Nasuhi Bilmen Sempozyumu düzenlenmişti ve bendenizin de bir
tebliği vardı. Tebliğim Ömer Nasuhi Bilmen’in İlmihali’nin Dili hakkındaydı.
Aslında tebliğin
asıl konusu İlmihalin dilinin ağır oluşu değildi, daha çok tüm geleneğe ait eserler gibi onun da tarım
dili ile yazılmış olduğu idi. Bu itibarla da tezim, onun, tarım döneminin
ardından sanayi devrimini gerçekleştirmiş, bilim çağına ulaşmış ve hatta finans
devrine ermiş ve bunun sonucu olarak da nüfusun yüzde seksenlerine yakın
kısmının artık şehirlerde yaşadığı yeni dönemin ilmihali olmaya bundan böyle
yeterli olmayacağı tespiti idi.
Yeni ihtiyaçlar,
kendine özgü çözümlerini de doğurmalıydı. (el-Hıyle bintü’l-hâce!).
Artık günlük
hayatımızda iç içe yüz yüze olduğumuz yeni durumlar vardı ve bunların ilmihali
henüz yazılamamıştı.
Esas konusu bu
olmakla birlikte dilinin sadece bugünkü
nesiller için değil, eski nesiller için de ağır olduğunu, bir hocamızın (Hüseyin
Elmalı) yaşamış olduğu bir tecrübe üzerinden anlatmaya çalışmıştım.
Sonra kürsüde
tebliğimi sunduktan sonra diğer arkadaşları dinlerken aklıma “Bilmen de dahil
olmak üzere Osmanlı ulemasının
dillerinin neden ağır olduğu sorusu üzerinde düşünmeye çalıştım ve o
anda aklıma bir izah şekli geldi.
Dedim bu Garibce’ye
uyar ve sizlerle paylaşmak istedim.
Şöyle ki: Osmanlı
ulemasının yetişme tarzı bildiğim kadarıyla hep Arapça dili üzere olmaktaydı.
Önce uzunca bir süre Arap dili öğrenilir ondan sonra da gene Arapça eserlerden
olmak üzere tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimler okunurdu. Bunlar, Türkçeyi bir
dil olarak tahsil etmezlerdi. Çok daha önemlisi ilim dili Türkçe olan fizik,
kimya, tarih, astronomi… gibi başka ilimler de tahsil etmezlerdi. Öyle olunca
Türkçe bilgileri kendi aile çevrelerinde ve yörelerinde konuşulan dilden
ibaretti. Konuşma dilinin de oldukça fakir olduğu ve epey bir kısmının da
mahalli özellik taşıdığı bilinir.
Arapçayı çok iyi
öğrenmiş biri olarak oradaki öğrendiklerini
Türkçe ifade etmesi gerektiğinde, çoğu kez asıl kaynakta geçen kelime ya
da kavramın Türkçesini ya bilemez, ya hatırlamakta zorluk çeker, o yüzden de oradaki
kelimeyi ya olduğu gibi ya da masdarını alarak
yaygın Türkçe yardımcı fiillerle karşılamaya çalışır. Yazılanları okuyanlar
da genelde aynı tahsili yapmış kimseler olduğu ve oldukça dar bir kesimle
sınırlı olduğu için bu durum onlar için bir sorun oluşturmaz.
Söz gelimi süt
haramlığı bahsinde geçen hadislerdeki imlâce ve mass kelimelerini ele alalım. Birincisi
annenin memesinin ucunu çocuğun ağzına sokması ikincisi de çocuğun annesinin
memesini soğurması demektir.
İmdi ille de Türkçesini
bulma kaygısı yoksa bir kimsenin bu gibi karşılıkları arayıp bulmak yerine “imlace
ve massetmek” deyivermesi daha bir kolayına gelmektedir.
İfrat ve tefritin
Türkçe karşılığını bulmak ha deyince öyle kolay değildir.
İlzam ve iltizam keza öyle.
İsti’fa ve istîfâ
da öyle.
Marifetin iltifata
tabi olması da.
Bazen de öldü demek
yerine “irtihal-i dâr-ı bekâ eyledi” demek belki daha bir havalı oluyordu.
Elbette ki başka
sebepler de vardı. Ama Garibce nazarım odur ki sözünü ettiğimiz durum bu konuda
en etkin rolü oynuyordu.
1982 yılında
Hollanda’ya gittiğimde Ramazan boyu çocukları da okutmuştum. Liseli ve oldukça
zeki kızlarımız vardı. Onları teşvik için konular verir ve basit makaleler
yazmalarını isterdim. O zekadaki çocukların yazdıklarını gördüğümde şok
olmuştum. Sonra işin sırrını çözdüm. Meğer bu liseli çocuklar Türkçeyi
bilmiyorlardı. Zira okulları Hollanda lisanıyla okuyorlardı. O zamanlar oralarda
Türkçe yayın yapan TV falan da yoktu. Dolayısıyla onların bildikleri Türkçe
vaktiyle Anadolu’nun köylerinden oralara çalışmak üzere gitmiş olan ve çoğu
tahsilsiz olan Anne ve babalarının konuşma dili ile sınırlı idi. Yazı dilini
hiç bilmiyorlardı.
Şimdi sınıfımda
altı yaşında iken Ailesiyle Japonya’ya gitmiş ve Lise tahsilini Japon dili ile
yapmış olan zeki ve de çok çalışkan bir öğrencim var. Benzer şekilde Fransa ve
Almanya’dan gelmiş Türk öğrencilerimiz de var. Bunların Türkçeleri ailelerinin
Türkçesi kadar. O yüzden de soruları anlamakta zorluk çekiyorlar ve konuyu daha
iyi bildikleri dil üzerinden anlamaya çalışıyorlar.
Günümüzde de
medrese okumuş ve resmi okullarda hiç okumamış, bu okulları dışarıdan bitirmiş
öğrenciler ve mezunlar var. Bunlarda da –aynı ders kitaplarını bir şekilde
okumuş olmaları gereğine rağmen- tahsilini normal okullarda ve belirli süresi içinde
tamamlamış diğerlerine göre Türkçe diline vukufiyet bakımından eksiklikler
gözlenmektedir.
Valla ne yapayım,
aklıma gelen böyleydi. Daha orada not aldım. Şimdi de işte yazıya döktüm ve
sizlerle paylaşmak istedim.
İsabet ettimse ne
mutlu.
Etmedimse buna
sebep kıyamet de kopmaz ya!
Dua ile!
11.11.2014
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder