Bir takım
insanlar bir zamanlar İslam yolunda mücahede etmek üzere yola çıkmışlar.
Kendilerine mücahid demişler, baş koydukları yolda canla başla çalışmışlar.
Kimi aynı
zamanda muhacir de olmuş; inandığı davası uğruna terk-i diyar eylemiş, varını
yoğunu hep arkasında bırakmış. Hem de bir daha dönmemecesine.
Sabırla yola
devam etmişler, yoldaki engelleri kaldırmışlar, engebeyi düzeltmişler, zaman
olmuş kendilerine imkansız denilen
yerlerden yeni yollar açmışlar ve sonunda belli bir yere gelmişler.
İmdi bu
geldikleri yerde ilk başladıkları gibi kalmaları isteniyor.
Bu talep
doğrudur ve yerinde bir taleptir. Ama ahlaki yönden olmak kaydı ile. Diyelim ki
iktidarı ele geçirmişse bile tevazuu elden bırakmamak, kibir gibi bir sıfata
sahip olmamak, isar yani başkalarını kendi özüne tercih etmek, emin olmak,
liyakati esas almak, özünde, sözünde ve fiilinde doğru olmak, hep doğrularla
olmak, istikamet üzere olmak, vefalı olmak, merhametli olmak, işleri danışma
ile olmak… gibi özelliklere sahip olma açısından gene ilk başladığı gibi hatta
bunca hayat tecrübesinin sonunda daha bir olgun olmak gibi sahip olduğu önceki
özellik ve hallerini korumak.
Yok, öyle değil
de birtakım makam ve mevkilere gelmek, bir takım ihalelere girmek ve almak ve bunun sonunda haliyle maddi anlamda
zengin olmak kastediliyor ve bunun yerilen bir şey olması işaret ediliyorsa, bu
eleştirinin yeri yoktur. Bunun İslam adına yapılmasının bizim asrı saadetimizde
de örneği yoktur.
Muhacir ve
mücahid olup da maddi yönden sıfırdan başlayıp çok zengin olan nice
sahabilerimiz vardır. Abdurrahman bin Avf gibi. O kısa zamanda bir defada yedi
yüz deveyi yükleriyle birlikte Allah yolunda bağışlayacak dereceye gelmişti. Abdurrahman
bin Avf, vefatından önce, servetinden Bedir şehitlerinin yakınlarına 400’er
dinar verilmesini vasiyet etmişti. Bedir şehitleri ise yüz kişi idi...
Hz. Osman ve
daha pek çok sahabe de öyle idi.
Abdurrahman b.
Avf, bu zengin haliyle sahabenin ileri gelenlerinden biriydi ve Hz. Ömer’in
şehadeti ardından halife seçimine atadığı şura üyelerinden ve halife
adaylarından biri idi.
Hz. Osman da
bilindiği gibi dört halifenin üçüncüsü idi.
İmdi iktidara
gelmiş bir kesimin, siz vaktiyle mücahid idiniz, müteahhitlik ile ne işiniz var
şeklinde bir eleştiri, (eğer müteahihitlik ülke zenginliğinden pay almak anlamında
ise) bırakın biz eskisi gibi yemeye devam edelim demeye gelmiyor mu?
Ya da Cem Karaca’nın
türküsünde olduğu gibi “Sen işçisin işçi kal!”
Eleştiri mücahitler
müteahhit oldu diye değil de, müteahhitler haksız ihaleler aldılar, işlerinin
hakkını vermediler, temel atıp kaçıp
gittiler, başlattılar ama bitirmediler, çimentosunu, demirini çaldılar o yüzden
yaptıkları binalar yıkıldı… gibi ahlakî yönden olsaydı ve hakikaten de
dedikleri, olguya uygun düşseydi o takdirde yapılan eleştirilerin bir anlamı
olurdu.
Bu haliyle hiç
inandırıcı değil.
Liyakat olduktan
gayrı mücahitler neden müteahhit olmasınlar.
Hakkını
verdikten sonra Müslümanlar neden zengin
olmasınlar.
İslam cihadı
ille de savaş ile olacak değildir. Yeri gelir ümmet için çok muhataralı bir
proje üstleniciliği ile de en ala cihad edilebilir. Yeter ki Hak yolda, Hakka
ve halka hizmet için ve hakkını vererek olsun. Belirleyici olan liyakat ve
istikamet olsun.
Bu tür
eleştiriler Garibce için dahi gına getirmiştir. O yüzden hiç âdeti olmadığı
halde böyle bir yazıyı yazma gereği duymuştur.
Dua ile!
17.01.2016
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder