14 Ağustos 2013 Çarşamba

Ömer Nasuhi Bilmen yerine Hatiboğlu Hoca ilmihal yazsaydı!



Ömer Nasuhi Bilmen hoca merhum  (ö. 1971) saygın bir ilim adamı. Erzurumlu. İstanbul’da yaşamış, Diyanet İşleri Başkanı olmuş.

Devrim sonrası, eski kültürümüzle irtibatı yeniden kurma çabaları sonucu büyük eserler vermiş. Onun en yaygın bilinen eseri ise Büyük İslam İlmihali. Bizim öğrenciliğik dönemlerimizin yegane sayılabilecek en temel baş ucu kitabımız. Müftü olunca da elimizden düşürmediğimiz fetva kitabımız.

Sonraları galiba dili ağır geldi ve  sadeleştirildi. Ama hâlâ oluşturduğu karizması devam ediyor.

İşbu çok değerli başucu kitabımızı Mehmed Said Hatiboğlu Hoca tenkit ediyor.

Niye?

Çünkü onun penceresinden bakıldığında bu kitap İslam’ın nezahetine leke olabilecek ifadeler içeriyor. Söz gelimi o şeyle diyor:

“Çünkü bizim ulemamızın çoğu, kendi ihtisasları dışındakilerin dediklerini  bilmeye ne lüzum görmüş, ne de zaman bulabilmiş, ancak nakille yetinmişlerdir. Günümüz Türkiye’sinde de  bu durum pek değişmiş sayılmaz. Mesela Hanefi fıkhı allamesi Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen merhumun, milyonlarca baskısı yapılan Büyük İslam İlmihali’nde, içine fare … düşmüş kuyuların temizlenmesiyle ilgili olarak  hâlâ bin sene evvelinin, bugünün ilmine göre sağlığa mutlak aykırı fetvalarına yer verilmekte, ilgili uzmanların görüşlerine işaret etme ihtiyacı asla duyulmamış görülmektedir.  Bu kayıdsızlığın vehametini anlayabilmek için, işbu ilmihalin 1968 baskısının 54. sahifesi 63. maddesini misal olarak alıyorum:

“Bir kuyu, içine düşen deve, koyun, keçi, at, katır, merkeb, sığır, manda tersleriyle (kakalarıyla) –muhtar olan kavle göre (tercih edilen alim görüşüne göre) pis olmaz. Bu terslerin yaş veya kırık olmasıyla, kuru ve sağlam olması arasında fark yoktur. Çünkü bunlardan korunmak pek müşkildir”.

Bu satırları okuyan günümüz aydınının “aman Ya Rabbi!” diyerek utanca boğulduğunu görür gibiyim.  Anlaşılıyor ki, temizleme zorluğundan dolayı pis bir şeye temiz damgası vuran muhtar (!) kavilleri temizlenmedikçe, temiz İslam’ı ortaya koyabilmenin imkanı yoktur. Bu fetvaları halen geçerli sayıp tatbik etmeye kalkışacakların maruz kalacakları felaketlerde baş sorumlu acaba kim olacaktır dersiniz? (Mehmed Said Hatiboğlu, İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine 1, Otto Y. Ankara 2009, s. 139)

Garibce diyor ki: Sorumlu evvelemirde Hatib Hoca olacak.

Niye: Çünkü gördü ama yazmadı.

Ömer Nasuhi Bilmen ancak elinden geleni yaptı. Akran ve emsalleri içinde hiç kimsenin yapamadıklarını o yaptı.

Hem ilmihal yazdı hem o koskoca mukayeseli İslam Hukuku muhalled eserini.

Evvela şunu sormak lazım: Bilmen hoca, Hatib Hocanın beklentisi doğrultusunda bir ilmihal yazabilir miydi?

Bence yazamazdı.

Neden?

Çünkü Bilmen hocanın yaşadığı hayat ve içinde bulunduğu imkanlar onu çepeçevre kuşatıyor ve her yönden onu sınırlandırıyordu.

Hatib Hocanın hayretle dikkatini çeken satırları Garibce ve emsalleri defalarca okumuşlardı ama hiç de onların dikkatini çekmemişti.

Neden?

Çünkü Garibce ve emsalleri köylü idi, kırsal hayatta doğmuşlar ve büyümüşlerdi. Şehire geldiklerinde de beraberlerinde köylülüklerini de getirmişlerdi. Bilmen hocanın anlattıkları, kırsal (yarı bedavet) hayatın bir parçasıydı. O yüzden de Hatib Hocanın büyük bir utanç meselesi olarak gördüğü şey hâlâ o hayatın içinde olan ya da olduğunu sanan kimselerin  garibine gidecek bir durum değildi.

Henüz daha yürümesini pekleştirdiği andan itibaren annesiyle birlikte koyun sürüsünün eğleştiği yere koyunları sağmaya giderlerdi. Garibce koyunun başını tutar, annesi de helkeye sütü sağardı. Tabii bu arada hayvanın tabii ihtiyacı gelebilir ve utanacak ve de tutacak değil ya ihtiyacın görüverirdi. Haliyle memelerinin altına konulan helkenin de ağzı açık olduğu için hayvanın dışkısı sütün içine düşüverir, sağım yapan kadıncağız da yüzünü biraz buruşturarak sütün üzerinde yüzen o boncuk boncuk nesneleri eliyle şöyle atıverir, geride hafif sarımtrak bir renk kalır, o da kaybolur giderdi.

Ha bir de köye dolu helkeler elde sütle dönülürken helkelerin içine kasdı mahsusla bir iki kığı atanlar da olurdu. Nazara bire bir olduğuna inanılırdı.

Köy süt ve yoğurdunun neden lezzetli olduğunu şimdi ben daha iyi anlıyorum galiba.

Hatib Hoca bunları bilmez.

Sonra diyelim bizim Susuz Yurda gittiniz. Akşama kadar orda çalışmak zorundasınız. Adı üstünde: Susuz Yurt. Hiçbir yerde su yok. Sadece bir kuyu var, hepsi o kadar.

Kırsal kesim demek tarım kadar hayvancılık da demektir. Tarım da hayvan gücüyle yapılırdı. Dolayısıyla sığır cinsinden hayvanların, taşımayı sağlayan at, eşek, katır gibi hayvanların kırsal kesimde vücudu zararat-ı hayatiyedendir. Koyun keçi türünden davar ise zaten her yerde otlamak durumundadır. Eee bunların dışkılama ihtiyaçlarını kontrol edemezsiniz.  Bunlar ihtiyaç duydukları yere bırakırlar. Sonra güneş bunları kurutur ve hafifler, çıkan bir rüzgar da alır önüne savurur ve nerede bir kuytu yer varsa oralara doldurur. Susuz yerlerde lütuf eseri bulunan kuyular geneli itibariyle özellikle sıcak yaz mevsimlerinde dolu olmaz, bazı hallerde ancak kova yardımıyla su çekilerek kullanılabilir. Dolayısıyla  rüzgarın önüne kattığı nesneleri savurduğu kuytu yerlerden biri de bu kuyulardır. Arazide olan kuyuların yüzeyinde illa ki az ya da çok bu tür savruntular bulunur.

Orada bulunmak ve yaşamak zorundaysanız, sizin ille de o kuyudaki sudan yararlanabilmek için bir yolunu bulmanız lazım. O yüzünde yüzenlerin izahını yapmanız lazım.

Bunu Bilmen hoca çok iyi bilir. Garibce de bilir. Ama Hatib Hoca bunu nereden bilsin.

Bilmen hoca tarım toplumunun bir temsilcisi. Kendisi o hayatı yaşamamış bile olsa zihnî kodları tamamen o döneme ait. Elindeki malzeme hep o hayatın ürettiği bir birikim. Kendisi de çok ender bir paye ile –çünkü akranları içinde ikinci bir Bilmen Hoca yok- bu birikimin üzerinde oturan bir kişi olarak onları değerlendirmiş, kopan gelenekle irtibatı yeniden sağlamanın çabası içinde olmuş ve başarılı da olmuş.

Bilmen Hocayı bindiği at, eşek katır ilgilendiriyordu. Onların yedikleri ve çıkardıkları haliyle bir sorun olarak onu çevreliyordu. O da haklı olarak çözdüğü sorunlar arasına eşeğin, atın, katırın battığı şeyin necis ya da temiz olduğunu, çıkardıkları şeyin keza necis ya da tahir olup olmadığını, haydi necaset-i hafife diyelim, bu kez içine karışmış olduğu şeyi necis edip etmeyeceğini haliyle sorun ediniyor ve cevabını  ilmihale yazıyordu. İlmihal, yaşanılan hayatın rehber kitabı demekti. Yazılanlar onun hayatına ya da öngördüğü hayata tıpatıp uyuyordu.

Haliyle ben de Susuz Yurt’ta çalışacağım zaman, oradaki kör kuyunun suyunu içmede bir sakınca görmeyecektim, çünkü bunun fetvası zaten verilmiş oluyordu. Kaldı ki fetvası verilmese bile ben onu gene de içmek zorunda olacaktım.

Oysa Hatib Hoca yaşadığı hayatta eşeği, atı, katırı sadece seyirlik olarak görmüş, onları belgesellerde ancak izlemişti. O, biz onu bildik bileli Mercedese binerdi. Hiç kimsenin doğru dürüst arabasının olmadığı yıllarda bile bineği Mercedesti. Allah için Hocaya da yakışırdı. Hem hakkını da verirdi. “Bizim Mercedes ne güne duruyor ki!” diye daha yeni tanıştığı Konyalı bir talebeyi ta otogara yetiştirmişti (Bunu Zekeriya Güler anlatıyor ve  bu sadece örneklerden biriydi). İlim talebelerine hizmeti kendine şiar edinmiş biri olarak terkisine talebelerini de bindirirdi ve bundan da büyük bir haz duyardı.

Mercedes su içmezdi, suya batmazdı. O yüzden onun böyle bir problemi yoktu.

Mercedes dışkılamazdı.

Ama bu kez Mercedesin de çıkardığı şeyler vardı. Hatib Hoca işte yaşamının bir gereği olarak ancak bunları sorun edinebilirdi.

Dolayısıyla Hatib Hoca eğer ilmihal yazmış olsaydı, kuyulardaki necaset miktarının tahammül edilebilecek miktarıyla değil, havaya salınan karbonmonoksit gazının müsamaha edilebilir limitiyle ilgilenir ve ilmihaline onları yazardı.

Merkeplerin gördüğünde duracağı kırmızı ışık, geçeceği yeşil ışık yoktu.

Ama mercedes için yanıp sönen ışıklar, bir sürü işaretler vardı.

Hayvanların kendiliklerinden verdikleri zarar hederdi. Ama sürücüsü varsa o zaman sorumlu olan sürücü olurdu.

Mercedes kendi gitmezdi, kendi durmazdı. İlle ki onu yürüten, durduran Hatib Hocası vardı. Hatib Hoca ilmihal yazsaydı yolların genişliğinin yüklü iki deve karşılaştığı zaman kolaylıkla geçebileceği kadar olmalı diye yazmaz, iki taraflı araçların park ettiği yerin ortasından en azından itfaiye aracının geçebileceği genişlikte olması gerekir diye yazar,  Bilmen hocanın hilafına trafik ile ilgili çok önemli bir bölüm açar ve yazar da yazardı. Ahkam-ı hamse (ya da seb’a) nın en güncel örneklerini trafik sorunlarından verirdi.

Hatib Hoca maaş ile geçinen bir adamdı. Zekatta nisabı yazacak olsaydı işe herhalde vaktiyle dağdaki göçebe hayat sürenlerin davarlarıyla söze başlamazdı. Böyle bir şey onu bozardı. İnsanların yaşadıkları dünyada ve kıtada ve bölgede ve ülkede refah düzeyini ölçen genel geçer kıstasları esas alır ve kişinin ekonomik durumunu ona göre belirler, kimin varsıl kimin yoksul olduğunu ona göre ayarlardı.

Belki kimilerine göre saçmalamış olabilirdi. Ama o emindi ki saçmalama hakkı sadece  böyle bir isnadı kendisine yöneltenlerin tekelinde değildi.

Garbice diyor ki: Ben bir uc tuttum. Sarması artık okuyucu olarak sana kalmış gibi.

Sahi Hatib Hoca ilmihal yazsaydı, sizce neler yazardı?

Bilmen hocamıza rahmet diliyorum.

Hatib Hocamıza hayırlı uzun ömürler niyaz ediyorum.

Garibce de saçmalama hakkının kimsenin tekelinde olmadığına inananlardan.

Dua ile!

14. 08. 2013

GARİBCE


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...