26 Aralık 2021 Pazar

MAKÂSID-I ŞERΑA ALANINDA MUHAMMED TÂHİR B. ÂŞÛR’UN MAKÂSIDU’Ş-ŞERÎATİ’L-İSLÂMİYYE ADLI ESERİ

 

İslâm’ı hayata hâkim kılabilmenin tek yolu cihad destekli fıkıh (ictihad) faaliyetidir. İslâm’ı bir din olarak vahye dayalı temel kaynaklarından almak, kavramak ve anlaşılır bir dille, açık bir söylemle anlatmak (tebliğ) ve hayata geçirmek anlamında olması gereken fıkıh, bu işlevi sebebiyle hayatı bir bütün olarak ele almak zorundadır. Bunun tabiî sonucu olarak da şerî ve sosyal bilimlerin üzerinde, onların hepsini de kucaklayıcı bir yapı arz etmesi gerekir.

Müslümanlık temel inanç olarak “Tevhîd” esası üzerine kuruludur. Her şey denge üzeredir ve bir bütünlük arz etmektedir. İnsan, varlık âleminde ayrı bir dünyada değil, bütünün içinde ve fakat merkezî konumda bir yerdedir. Dışımızdaki âlem de kezâ bütünlüğün bir parçasıdır. Bu bütünlüğü ince bir nizam ve denge üzerine oturtan hakîm, habîr, alîm olan yüce bir İrade ve Kudret vardır ve varlık âlemi bütünlük içinde tek elden yaratılmakta, tedvir ve tedbir edilmekte, düzen bu şekilde sürdürülmektedir.

Bu bütünlük içinde insanın önemli bir yeri vardır ve insan da gene aynı nizama tabi, aynı İrade ve Kudret’in şümul ve hükümranlık alanındadır. Başka bir güce açık ne bir alan vardır, ne de böyle bir alanı sağlayabilecek başka bir güç vardır. Bu itibarla madde ile manayı; ruhu ile bedeni ile; aklı ile kalbi ile ve gönlü ile insanı; toplumsal, siyasal, iktisadî… yönü ile hayatı; biri diğerinin uzantısı olması hasebiyle dünya ve âhireti… kısaca her şeyi bir bütün olarak almak ve bu bütünlüğe tek bir “Kâdiri Mutlak”ı egemen görmek, ve O’nun irade ve kudreti dahilinde bulunan ve O’nun koyduğu nizam içinde var olmuş ve varlığını sürdürmekte olan bu âlemi sadece O’nun bilmek, O’nun iradesinin tecellî etmeyeceği bir alan asla tasavvur etmemek… tevhid inancının tabiî bir gereği olmaktadır.

Fıkıh işte bu bütünlük anlayışı içinde, haddi zatında zorunlu olarak Allah’ın kulları olan biz insanları gönüllü olarak da O’na kul yapmanın ve hayatımızı O’nun koyduğu ilkeler, amaçlar doğrultusunda düzenlemenin gayreti içindedir ve bunun için vardır. Bunu yaparken bütünlüğü göz ardı etmeden insanı ruh ve beden olarak, akıl, kalp ve gönül sahibi bir bütün olarak, ferdi insanlık âlemi içinde, insanlık âlemini de diğer âlemler içinde bir bütün kabul ederek duyulacak ihtiyaçları öngörmesi ve bunu en güzel biçimde karşılaması gerekecektir. Bu itibarla Fıkıh, inanç ve ahlâk meselelerini konu edinen ilimlerden kendini koparamayacağı gibi, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle de keza insanın içinde yaşadığı sosyal ve fizik çevre ile uğraşan ilimlerle de yakından uğraşmak zorundadır.

Bugün müslümanlar bir taraftan tevhide inanmanın gereğini duyarlarken, öbür taraftan da hayatlarının parsellere ayrıldığını ve her bir alanının başka güçler tarafından doldurulduğunu, Kâdir-i Mutlak olarak inandığı Allah’ın, hayatının sadece cüzî bir kısmına egemen olduğunu görmektedir. İnsanımız bütünlük fikrinden koparılmış ve kendisine gündüzün dünya için, gece âhiret için çalışabileceği, aklını işine gönlünü Allah’a verebileceği, bedenine Tagut’un ruhuna ise Tanrı’nın hükmedebileceği, bunun da normal ve çağdaşlık gereği olduğu telkin edilmiştir. Bu telkinler altındaki insanımız ya işin vahametini kavrayarak büyük ıstıraplara maruz kalmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmış, tamamen kendi kabuğuna çekilerek sosyallikten uzaklaşmış yahut da telkinlere inanarak çifte kişilikli insanlar halini almışlardır; yani aynı insan hem mü’min hem kâfir gibi bir yaşantı sürdürmeye başlamış ve zamanla buna hem kendisi hem de başkaları alışmışlardır.

İşin bu noktaya gelmesinde, bütünlük fikrinin kopması ve Fıkhın asıl mahiyet ve işlevini yitirerek ayrı bir vadide çevreden habersiz fertlere ve toplumlara yön verme, onları “gütme” iddiasını sürdürmesi büyük rol oynamıştır. İman, amel ve ahlâk bütünlüğü unutulduğu için fıkhın alanı “şerî amelî ahkâm” olarak daraltılmış ve zamanla bunların sûrî şekiller alması kaçınılmaz olmuştur. Oysa ki din “şerî amelî ahkâmı” iman düzlemi üzerine oturtmak ve ahlâkî semereler vermek için vaz’ etmiştir. Öyleyse ne iman düzlemi üzerine oturtulmayan, ne de ahlâkî semereler vermeyen bir amel/fiil, iş, eylem gerçekte “meşrû” olamaz. Âleme, bütünlük gözü ile bakılmayan her yaklaşım, insanı parselleyecek, hayatı farklı güçlerin egemenliğine teslim edecek her izah yanlıştır. “Gönüllü kulluğa” ulaştırmayan her adım bizi Hakk’tan uzaklaştıran, şeytana yaklaştıran adım olacaktır. Fıkhın amacı bize mutlak anlamda “adım attırmak” değil, bunun Hakk’ın istediği için, Hakk için ve Hakk’a götürecek biçimde olmasını sağlamaktır. Dolayısıyla bizi Hakk’a ulaştırmayacak bir adımı, Tevhid’den uzaklaştıran parçacı bir çabayı bizden uzak tutmak Fıkhın vazifesidir.

Fıkhın bunu yapabilmesi için iki şeye önem vermesi gerekiyor: Birincisi hareket noktasının çok iyi tespiti, bunun mutlaka vahye dayalı sağlam bir zemin olmasına özen gösterilmesi. İkincisi de amaçların, değerlerin, ilkelerin çok iyi belirlenmiş olması ve yapılacak işlerin, tutulacak yolun mutlaka belirlenen amaçlara (makâsıd-ı şerîa) ulaştırıcı olduğundan emin olunması.

Fıkhın vahye dayalı kaynaklarından olan Kur’ân ve onun açılımı olan ve onayını alan sünnet, hükümleri bugünkü kanun tekniğinde olduğu gibi soyut maddeler halinde vaz etmemiş, aksine neden ve niçin bu hükümlerin konulduğuna yani hikmet-i teşrîye büyük önem atfetmiştir. Hükümlerin imanla irtibatlandırılması ve amaçlanan bir sonucu meydana getirici şekilde “gönüllü kulluk” icrasını isteme Kur’ân ve sünnet fıkhının belirgin özelliğini teşkil eder.

İslâm vahyi inmeye başladığından beri teşrîde takip olunan bu usûl ashap tarafından da anlaşılmış ve iyice kavranmıştı. Onlar, Rasûlullah’ın (s.a.) arkasından, teşrî sürecini onunla birlikte bilfiil yaşamanın kendilerine kazandırmış olduğu meleke sayesinde, vahyin hayata geçirilmesinde gerçekten başarılı olmuşlardı. Onların bu başarısını, teşrî usûlünü iyi kavramalarında, hükümlerin arkasındaki maksatları, gerekçeleri görebilmelerinde, dine ve hayata bir bütün olarak bakabilmelerinde, birini diğeri için görmelerinde aramak gerekir.

Üzülerek belirtmek gerekirse fıkhın bu özelliği sonuna dek hep böyle sürdürülememiş ve zamanla fıkıh; iman, amel ve ahlâk bütünlüğünü göz ardı eden soyut kurallar halini almış ve dahası amacın gerçekleşmesi zaman zaman hiç dikkate alınmayarak “hiyel” gibi maksadı ters şekilde gerçekleştirici ama suretâ meşrû hüküm ve uygulamalar bile insanımızı gönüllü kulluğa yükseltmesi gereken fıkıh olabilmiş, bunlar şöyle ya da böyle meşrû sayılabilmiştir. Çünkü zamanla bütün çabalar nasların sündürülmesi anlamına gelebilecek lafzî yorum tekniklerine indirgenmiş, Usûl-ı fıkhın şerî delillere bakışı, hemen hemen Arap diline ait özellikler ile, rivâyetle ilgili konular açısından olagelmiştir. Yapılan ictihâd faaliyetleri de çoğu kez bu iki çerçeve ile sınırlı kalmış gibidir. Zamanla insanımızı mutlu kılacak, dünya ve âhiret saadetini temin edecek bir fıkıh ortaya konulamayışının en büyük sebebi bu anlayış olmalıdır.

Tutulan usûl dairesinin geniş olmaması sebebiyle gerek Kur’ân’ın tefsiri ve gerekse hadislerin şerhi aşağı yukarı bu çerçeve içerisinde kalmış, akıl ve düşünce ihmal edilmiş, insanlık hayatına yön verecek şerî hükümlere delâlet eden nasların tefsirinde yalnız umûm, husus, ibâre, işâre, muhkemlik, mücmellik… gibi yönler esas alınmış, o hükümlerin insan hayatındaki önemine, tesirine o kadar itina gözüyle bakılmamış, hem kitabın hem de sünnetin genel maksatlarına, hukuk kuralı olacak şeylerin insanlık hayatındaki önemine gereği kadar itibar edilmemiştir.

Böyle bir yaklaşım sonucunda ictihadın ikinci bir temel ayağı olan “makâsıd-ı şerîa” bu işlemler esnasında dikkate alınmamıştır. Bu tavrın tabiî sonucu olarak “Hikmet-i teşrî” ilmi de, gerçek anlamda bir ilim olarak gelişmemiş, bu dalda hemen hemen hiçbir eser —bir istisna halkası hariç— verilememiştir.

Söz konusu istisnâ halkasını Cüveynî, Gazzâlî, Râzî gibi öncüler olsa da asıl olarak  İzz b. Abdisselâm’ın (ö. 660/1262) Kavâidu’l-ahkâm’ı, onun talebesi Karafî’nin (ö. 684/1285) el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ ani’l-ahkâm’ı ve el-Furûk’u; Şâtıbî’nin (790/1388) el-Muvâfakât’ı, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1176/ 1762) Huccetullâhi’l-bâliğa’sı teşkil eder. Bunlar içerisinde el-Muvâfakât ile Huccetullâhi’l-bâliğa adlı eserlerin çok müstesnâ bir yeri vardır. Her ikisi de tarafımızdan çevrilmiş ve her ikisi de İz Yayıncılık kalitesiyle Türk okuyucularının istifadesine sunulmuştur.

Fıkhî düşünce tarihinin yüz akı halkası bu isimlerle bitmemiş ve Tunus’un Ezher’i olan Zeytûne Üniversitesi şeyhi Muhammed Tâhir bin Âşûr’un (ö. 1973) kudretli kalemiyle zirve bir eserle ivme kazanarak çoğalacağının ve seviyenin giderek artacağının müjdesini de vermiştir.

Şimdi müsaadenizle bu değerli kitabı biraz tanıtmak istiyorum. “İslâm Hukuk Felsefesi Gaye Problemi, Mekâsıdu’ş-Şerâti’l-İslâmiyye” adıyla değerli arkadaşım Vecdi Akyüz’le birlikte tercüme ettiğimiz ve üçüncü basımı Rağbet Yayınları, İstanbul 1999 (İkinci basım: İz Yayıncılık (İstanbul 1996) (Birinci basım: İklim Yayınevi, İstanbul 1988) tarafından gerçekleştirilen bu eser orta hacimde (310 sayfa) ve güzel bir baskıyla okuyucularına ulaşmış bulunmaktadır. Bu vesile ile emeği geçenlerin hepsine teşekkür ederiz. Eserin bizce ilk kez tanınması doktora dersleri sırasında değerli danışman hocam Hayreddin Karaman sayesinde olmuştu. Kısmen beraberce okumuş, teşvik ve yardımları ile tercüme etmiştik. Sonra İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi (M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları İstanbul 1990, 1995) adlı doktora tezimde, bu değerli insanın fikirlerini —üstadımın da yorumlarını ekleyerek— kanaviçe işler gibi tezimin hemen her sayfasında işlemek imkân ve bahtiyarlığına sahip oldum. Bu naçiz eserimiz —bir tez olmasına rağmen— kısa sürede eğer ikinci baskısını yapabildiyse bunu, Hayreddin Karaman gibi bir üstadla İslâm Fıkhı Düşünce Tarihinde bir zirve isim olan İbn Âşûr’un bu değerli kitabını okuma nimetine sahip olmaya borçlu olmalıdır. Bu vesile ile İbn Âşûr’a Allah’tan sonsuz rahmet, üstadıma da Allah’tan sağlık, sıhhat ve âfiyet içerisinde uzun ömürler niyaz ediyorum, daha nice istifadelerde bulunabileceğimizi umuyorum.

İbn Âşûr, söz konusu ettiğimiz halka içinde Şâtıbî’ye özel bir önem atfeder. Gerçekten de o makâsıd konusunu ilk kez müstakil olarak ele alan ve bu konuya tam bir cilt yer ayıran çok değerli bir müellif olma ayrıcalığına sahiptir. Bununla birlikte konuyu bu çapta ilk kez ele almış olması hasebiyle İbn Âşûr’un zihnindeki düzeye ulaşamamış, gereksiz uzatmalara dalmış, konu bütünlüğünü bozucu unsurlara da yer vermiş bazı hususları ise dikkatinden kaçırmıştır.

İbn Âşûr, sonra gelmenin ve daha önceleri yapılmış olanları görmenin kendisine verdiği avantajla konuyu daha derin bir vukûfiyetle ele almış ve sahip olduğu üstün fikrî kişiliğini de yansıtarak sahasında gerçek bir otorite olmuştur. O konuyu üç bölümde ele almıştır:

1. Hukukun gayelerinin temellendirilmesi, hukukçunun makâsıd-ı şerîayı bilme zorunluluğu vb.

2. Hukukun genel gayeleri.

3. Hukukun özel gayeleri.

Görüleceği gibi müellif, önce konuyu nazariye olarak ele almakta, temellendirmekte daha sonra da bunu her bir meseleye uygulayarak özel maksatları ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu haliyle Dihlevî’nin Huccetullâhi’l-bâliğa’da tuttuğu yola benzer bir yol izlemektedir.

Sonuç olarak biz, bu üç eserin de mutlaka birbirinden müstağni kılmayacak şekilde önemli olduklarını, her birinin ayrı ayrı önemli yerleri olduğunu belirtiyor, bu eserlerin Türk okuyucularına ulaştırılmasında bizi bir pay sahibi kılan Yüce Allah’a hamd ediyor, her üçünün de basımını güzel bir biçimde gerçekleştiren İz Yayıncılık’a teşekkür ediyor, üzerimizde hakkı olanları hürmetle yad ediyor, kusurlarımızı bağışlamanızı ve iyi niyetimize yormanızı siz sevgili okuyucularımızdan rica ediyoruz.

 

Doç. Dr. Mehmet ERDOĞAN

24. 03. 1996    Ferah/İstanbul

 

11 Aralık 2021 Cumartesi

Garibce maniler

 Kahve gelirdi Yemen'den

Uzak dur hakka sövenden

Müslümanlık belli olur

Halka verdiği güvenden


Arı bal alır kevenden

Mürebbi olmaz dövenden

Temkini elden bırakma

Yüzüne karşı övenden

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...