26 Ekim 2014 Pazar

Söyle bağlamını vereyim anlamını!


 Daha önce bağlamın anlamı belirlemede ne kadar etkin olduğuna dair Garibce olarak yazılarımız olmuştu. Malum bizim usul kitapları örnekler açısından yeterli değildir. Öncekilerin vermiş olduğu bir kaç örnek genellikle aynısıyla sonradan gelenler tarafından tekrarlanır Hal böyle iken konuların anlaşılması için ne kadar çok örnek olursa o kadar iyi olacağını düşünürüz.
Bugün Hadislerle İslam’ın Giriş kısmını okurken bazı hadislerin tercümesi dikkatimi çekti. Bir önceki yazımızda “
ortak aklımızın dil açısından hâlâ rüşdünü ispat edemediği” şeklindeki kanaatim bu vesile ile doğrusu pekişti. Türkçe karşılıklarını bulma bakımından galiba bir sorun yaşıyoruz. Mesela  Buharî’den alınan bir hadis “Sizden biriniz esneyeceği zaman mümkün olduğu kadar yutkunsun!”[1] (s. 111) şeklinde tercüme edilmiş. “Olabildiğince savsın yahut kendisini tutsun” şeklinde çevrilmesi Türkçe karşılığı bakımından daha uygun iken “yutkunmak” denilmiş. Yutkunmak apayrı bir şey olmalı.
Saç ekletenlerle ilgili olarak da “yünden mamul kılları eklemesinde bir sakınca yoktur” diye garip bir çeviri yapılmış.
“Yünden mamul kıl” nasıl olur ki?
Oysa ilgili diğer varyantlara bakıldığı zaman hadise “siyah yün belikler/ örgüler eklenmesi” şeklinde hem Türkçe’ye hem de mantığa daha uygun bir karşılık verilmesi yerinde olurdu.
Bu kadarı ile kalsa ne ala. Hadisin son kısmının da tamamen yanlış çevrildiği görülmektedir. Çünkü buradaki “vasıla”  kelimesi “saç ekletenler” değil genç iken yapmakta olduğu fuhuş mesleğini, ihtiyarlayınca da kılavuzluk[2] yaparak sürdürenler” anlamındadır. Yani kelime “öncekini sonrakine bağlamak” şeklinde sözlük anlamında kullanılmıştır.
Buhari’de ve pek çok sahih hadis kitabında Hz. Peygamber’in el-vasıla’ya lanet ettiği hadisine yer verilir[3]. Vasıla’ya da saç ekletenler anlamı verilir.
Garibce olarak da ben pek çok münasebetle hocalarımızın “Saç ekletmenin dinen hükmü nedir?” sorusuna, hemen  “Haramdır çünkü Hz. Peygamber bunlara lanet etmiştir” şeklinde cevap vermekten geri durmadıklarını görmüşümdür.
İlk kez İbn Âşur’da insaflı bir yorum görmüştüm ve İlmihalimizi yazarken de o yoruma yer vermiştim. Bizim herkesi lanetin girdabına çekme gibi hiçbir çabamız olmamıştır. Peki, tüm âlemlere rahmet olan Peygamber, böyle bir fiile neden lanet okusun o zaman.
Bugün bu vesile ile hadisin tüm varyantlarını taradım. Karşıma şöyle  bir bilgi çıkıyordu ve İbn Aşur’un yorumunu teyit ediyordu.
Bu ve lanetle anılan diğer özellikler fuhuş sektörünün alamet-i farikasıydı ve lanet işte buna sebep söz konusu edilmişti. Ancak zamanla bağlam unutulmuş ve hadisler mutlaklık kazanmış ve o yüzden de saç ekletenler, dövme yaptıranlar… hep lanetli yaratıklar olarak anılır olmuşlardır.
Aşağıda metinlerine yer verilen bu rivayetlerde[4]  Hz. Aişe şöyle demiştir: “Bir kere vasıla insanların anladığı şekilde değildir. Bir kadının saçlarının dökülmüş olması halinde onun saç ekletmesinde bir sakınca yoktur. Lanetle anılanlar, gençken fuhuş yapan yaşlanıp da bilfiil yapamayacak hale gelince de  kılavuzluk yaparak fuhuş mesleğini sürdürenlerdir.”
Hayda! Ve işte böyle!
Nereden nereye!
Ah be bağlam ah!
Söyle bağlamını vereyim anlamını!
Dua ile!
26.10.2014
GARİBCE










[1] صحيح البخاري (4/ 125) عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: " التَّثَاؤُبُ مِنَ الشَّيْطَانِ، فَإِذَا تَثَاءَبَ أَحَدُكُمْ فَلْيَرُدَّهُ مَا اسْتَطَاعَ، فَإِنَّ أَحَدَكُمْ إِذَا قَالَ: هَا، ضَحِكَ الشَّيْطَانُ "

[2] Metinde geçen ve bizim kılavuzluk diye çevirdiğimiz “kıyade” kelimesi kaba dilde esasen kavatlık, pezevenklik demektir.
[3] صحيح البخاري (6/ 148) عَنْ عَبْدِ اللَّهِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ: «لَعَنَ اللَّهُ الوَاصِلَةَ»
[4] عيون الأخبار (4/ 101)
باب القيادة
قالت عائشة رضي الله عنها: ليست الواصلة بالتي تعنون، وما بأس اذا كانت المرأة زعراء  أن تصل شعرها، ولكن الواصلة أن تكون بغيّا في شبيبتها، فإذا أسنّت وصلته بالقيادة.
المفصل فى تاريخ العرب قبل الإسلام (9/ 140)
وعرفت "القيادة" عند الجاهليين. قالت "عائشة رضي الله عنها: ليست الواصلة بالتي تعنون، وما بأس إذا كانت المرأة زعراء أن تصل شعرها، ولكن الواصلة أن تكون بغيًّا في شبيبتها، فإذا أسنت وصلته بالقيادة". والقوادة هي التي تجلب البغايا للرجال، وأما القواد، فالذي يقوم بالقيادة. و"التدييث" القيادة. و"الديوث" القوّاد على أهله والذي لا يغار على أهله. وقيل: الديوث والديبوب الذي يدخل الرجال على حرمته بحيث يراهم، كأنه لين نفسه على ذلك.
وقيل: هو الذي تؤتى أهله وهو يعلم.
لسان الميزان (3/ 154)
وروى مسلم بن إبراهيم عن سعد الإسكاف قال خرجنا لي بن أشوع فخرج علينا فقلنا له حدثنا بحديث عائشة رضي الله عنها في الواصلة فدخل المسجد فقال إنك سألتني عن الواصلة وأن عائشة رضي الله عنها قالت ليست بالتي يعنون وما بأس إن كانت المرأة زعراء قليلا شعرها أن تصل شعرها وإنما الواصلة التي تكون في شبيبتها بغيا فإذا أسنت وصلته بالقيادة .
الضعفاء للعقيلي - ت السرساوي (3/ 79)
2548- حَدثني جَدّي، قال: حَدثنا مُسلم، قال: حَدثنا شَملَة بن هَزال، أَبو حُترُوش الضَّبّي، قال: حَدثنا سَعد الإِسكافُ، قال: خَرَجت إِلى ابن أَشوع، وإِذا نَفَر على بابه جُلُوس، فَخَرَج عَلَينا، فَخَرَجت أَمشي معَهُ، فَسأَلتُه حَديثًا عن عائِشة, في الواصِلَة، فقال: إِنَّك لَمُنقِر، قال: فاتَّبَعتُه, حَتَّى دَخَل المَسجِدَ, فانتَهَى إِلى الحَلقَة الَّتي يَجلس إِلَيها، فَولاهُم ظَهرَه وأَقبَل عَلَيَّ, فقال: إِنَّك سأَلتَني عن الواصِلَة، وإِن عائِشة قالَت: لَيست الواصِلَة بِالَّتي تَعنُون، وما بَأس إِن كانت المَرأَة زَعراء قَليلاً شَعرُها, أَن تَصِل رَأسَها بِقَرن صُوف أَسود، أَلا لَيست ذِه بِالواصِلَة، ولَكِن الواصِلَة الَّتي يَكُون في شَبيبَتِها بَغْي، فَإِذا أَسَنَّت وصَلَته بِالقيادَةِ.

“Fıkhu’l-Buhârî fî terâcumih”


Bizde kolektif çalışma geleneği pek yok.
Buna rağmen son birkaç on sene içinde kolektif çalışmalar için güzel örnekler verilmeye başlandı.
Bunlardan biri Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’dir. Medarı iftiharımız olmayı bihakkın elde etmiştir.
Bir diğeri de bugünlerde okumakta olduğum Diyanet İşler Başkanlığı’nın Hadislerle İslam adlı çalışmasıdır. Bu çalışma her açıdan muhteşem gözüküyor. Güçlü bir kadro tarafından hazırlanmış, ortak aklın ürünü. Sadece takdiri hak ediyor.
Ne var ki bizim ortak akıl, henüz özellikle dil açısından kendi kendine yeterli gözükmüyor.
Mesela Ansiklopedi’ni Kelam maddesi “Kelime’nin çoğulu olan Kelâm…” (DİA, XXV, 196) diye başlıyor. Oysa Kelâm sözcüğü “teklîm”den  ism-i masdar olmalıdır.
Dün de Hadislerle İslam’ın giriş kısmını okurken yukarıya başlık olarak aldığım cümleyi gördüm:
“Fıkhu’l-Buhârî fî terâcumih”
“Terâcum” tefa’ul vezninde masdardır. Oysa burada söz konusu olan bab başlığı anlamındaki “terceme”nin çoğulu olan “terâcim”dir.
Buna göre doğrusu “Fıkhu’l-Buhârî fî terâcimih” olmalıdır.
Manası da “Buharî’nin fıkhı bab başlıklarındadır” demektir. Malum Buharî büyük bir hadisçi idi ama fıkıhtan da çok iyi anlardı. Nitekim onun koymuş oldukları bab başlıkları bunun kanıtıdır, denilmek istenmektedir.
“Garibce’nin yaptığı da şimdi oldu mu?” denilebilir ki ben dahi öyle söylüyorum.
Bu kadar önemli ve büyük başarılar böylesine küçük ve önemsiz şeylerle hiç eleştirilebilir mi?
Aynen ben de öyle diyorum da.
Garibce bu, tutturmuş söyleyeceğim de söyleyeceğim diyor. Hani atalarımızın bir sözü varmış ya. “Sinek pis değildir de mide bulandırır!” diye.
Sinek pis mi değil mi hakikaten bırakalım onları da böylesine basit şeyler Garibce için yazı malzemesi olmalı mı? Ona bakalım.
O, “Olur!” diyor. Ve ekliyor: “Çünkü her iki hata da sehve benzemiyor ve her ikisi de temsil gücüne sahip hatalar olarak gözüküyor. İmdi bu kadar çok kişinin elinden çıkan ortak akıl ürünü böylesi şah eserlerde bu türden hatalar bulunabiliyorsa Allah bilir daha neler olabilir diye içimize kurt düşüyor. Bu durum özellikle de bizim bu ortak aklımızın dil konusunda hala rüşdünü ispat edebilmiş olmadığının ipuçlarını verir. O yüzden hani bunları yazmam gerek!” diye tutturuyor.
Yoksa hakikaten bu çalışmaların ancak tebrik edilmesi gerektiğini o da biliyor.
Ne diyelim!
Garibce işte!
Dua ile!
26.10.2014

GARİBCE 



24 Ekim 2014 Cuma

Hicri yılbaşı



Hicrî takvime göre 1 Muharrem yılbaşı oluyor. 
Eminim ki ben de dahil, özel uyarıcılar olmasa çoğumuzun bundan haberi bile olmuyor.
Peki, bu niye böyle?
Çünkü dünya ölçeğinde baskın olan Batı kültürü ve egemen olan da Batılı değerler.
Bir “seyl-i huruşan” gibi İslam ülkelerini ve tabii ki diğer dünyaları da istila eden Batı Medeniyeti, kendi kültürel değerlerini de empoze ediyor. Kendi medeniyet havzamızda, kendi değerlerimizi koruyamayan bizler de pek çok dünya milletleri gibi bu istiladan nasibimizi alıyoruz ve hatta baktık olmuyor keyfini çıkarmayı düşünenlerimiz bile oluyor.
İslam’ın evrensel olduğu, Hz. Peygamber’in tüm âlemlere rahmet olduğu söylemleri, ağızlarda çiğnenen sakız gibi karın doyurmuyor, gerçeklik dünyasında olması gerektiği gibi makes bulmuyor.
“Evrensel yoktur egemen vardır!” sözü hükmünü icra ediyor.
Sizin peygamberinizin evrenselliği, onu evrene takdim edebildiğiniz kadarla sınırlı oluyor.
İslam’ın ve onun aziz peygamberinin “âlemlere rahmet!” oluşu, gerçek anlamda sizin onu insanlık ufkuna bir örneklik olarak koyabilmenize bağlı oluyor.
Siz güçlü iseniz, sizin değerleriniz de hâkim oluyor. Sizin en hakikatli şiarınız olan “kelime-i tevhid”iniz, kendini Hristiyan bilen birinin boynundaki haçta hem de özgün haliyle kendine yer bulabiliyor ve işte o zaman siz gerçek anlamda dünyada var oluyor, kendinize biçilen rolü hakkıyla eda edebiliyorsunuz. Aksi takdirde ise tam tersi oluyor.
Bu kez Batılı imgeler, semboller, biz Müslümanların boyunlarındaki hilalleri süsleyen ögelere dönüşebiliyor. Dahası haç şeklindeki kolyeleri göğsümüzde taşıyor olmaktan bir havalara giriyoruz.
Vaktiyle Nuri Baba’dan aldığım bir kazağın düğmeleri üzerinde çok sonraları İngiliz arması olduğunu fark etmiştim. Üzerinde Haç da bulunan bu armanın benim kazağımın üzerinde işi neydi? Oraya onu hangi aklı evvel koymuştu? Ve ne anlama gelirdi?
Bunların hiçbir anlamı olması gerekmiyor, kazağımdaki düğmede bile yer alması için o şeyin dünya ölçeğinde baskın bir kültüre ait olması yetiyor.
Şimdi hal böyle olunca ben kime kızayım ve kimi ta’n edip ayıplayayım.
“İhsan”ın adaletten üstte bir mertebe olduğunu söyleyen bir İslam’ın, her vesile ile “itkân”dan söz eden bir  Peygamberin tabileri üzerlerine düşen işlerini doğru dürüst yapmıyor, işin hakkını vermiyor, çalıyor, çırpıyor, yamuk yapıyor, aldatmayı marifet sayıyor… Aldattıkları insanları enayi sanıyor.  O yüzden de şaşkın ördek gibi hep gerisin geriye gidiyor.
Asırlardır böyle olmuş. Esnafın ahlakı bozulmuş. Zenaatkâr demek olan “harîf”, kaba sabalığı temsil eden bir anlam kazanmış ve bizim “herif” olmuş. Hemşehrimiz Seyrani Baba’nın
Rüşvet ile yazar hâkim hücceti
Hüccet ile alır kadı rüşveti
Halk bilmiyor dini, şer’i sünneti
Bozuldu sikkenin tucuna kaldık
dizelerinin de içinde bulunduğu şiirinde ifade ettiği gibi genel bir ahlaki çöküş yaşadık. Bütün bunların sonucunda da her alanda kaybettik.
Bu kayıp yılları birkaç asırdır devam ediyor.
Artık bu gidişe karşı kendimize gelmemiz ve kendi öz değerlerimizi yeniden ihya ve tervice  çabalamamız gerekiyor.
Hicret çok önemli bir olgu. Varoluşa açılan kapı. Bu anlamda ilk Müslümanlar için neredeyse bir iman şartıydı. Hadarî (şehirli)  olanlar, eğer iman edeceklerse hicreti de göze almalıydılar.
Bu hicret siyaseti oldukça başarılıydı ve bunun sonucunda Yesrib, Medinetü’n-nebî’ye döndü, İslam’ın kendi öz devleti oldu ve bu, hilafet şeklinde Hz. Peygamber’in ardından devam etti. İslam bütün ufuklara buradan yayıldı,
Hicret siyaseti Fetih’e kadar sürdürüldü.
“Fetih’ten sonra artık hicret yok!” denildi.
Bundan sonra artık  verilen ahidlerde “İslamlık ve cihad!” olacaktı.
İnananlar İslamlıklarını ortaya koyacaklar, herkese güven verecekler ve herkes onların ellerinden ve dillerinden emin olacaktı. Allah’ın sevdiği “Muhsinlerden” olacaklardı.
Ve de cihad edeceklerdi.
Mallarını ve hatta gerekirse canlarını Hak yolda fedaya hazır olacaklardı.
En büyük cihad ise Kur’an ile olacaktı.
Tebliğde yöntem olarak hikmet, mevize-i hasene ve en uygun/ güzel biçimde mücadele yolu tutulacaktı.
İtkanı, ihsanı aldatmaca şeklinde anladığımız gibi cihadı da kelle kesmek olarak anladık. Önümüze gelene, saldırganlığına bakmaksızın haklı haksız kâfir damgası vurup, kelle almayı en büyük cihat bildik.
İnanmayanların küfrünü büyüttük, kalbinde azıcık da olsa İslam’a bir sempatisi olanları ürküttük.
Bugün şu kadar İslam ülkesi var. Bunların bir kısmının bayrağında alem olarak, ilk inen ayetlerdeki kalem yerine kılıç bulunmaktadır.
Bakın şu hale ki bugün itibariyle şu kadar İslam ülkesinin genel dünya barışına katkısı yok gibidir. Cadı kazanı gibi kaynayan yerler de genelde İslam ülkeleridir. Bunun yegane sebebi elbette Müslümanların kendileri değildir. Ne var ki Müslümanlar zaafları ve zayıflıkları yüzünden başkalarının düzenine gelebilmekte ve  kendilerine empoze edilen rolleri oynamakta mahir gözükmektedirler.
Bunun sonucunda Müslümanlardan hareketle İslam karalanmakta, yaftalanmaktadır.
Müslümanların yaşantısından hareketle, aziz peygamberleri olumsuz bir biçimde karikatürize edilebilmektedir.
Bu türden karalama hareketlerine karşı verilen tepkilerin çoğu da anlamsızdır, kin ve öfkenin dışa vurulması biçimindedir.
Bu tepkisel fevrî hareketler yüzünden işler daha iyiye gitmemektedir. Miladî yılbaşı kutlamalarına tepki olarak Mekke’nin Fethini kutlamak gibi tepkiselliklerle işlerimiz yoluna girmeyecektir. Çünkü bizi zaafa düşüren asıl sebepler, kutlamalarımızın eksikliği ile değil, erdemsizliğimizle ilgilidir. Onlar sağlıklı bir biçimde tespit edilip, giderilmediği, İslam’ın nihaî maksadı olan ahlakilik ilkesi fert ve toplum olarak Müslümanlar arasında hâkim olmadığı sürece de bu olumsuz tablo düzelecek gibi değildir.
Bu yazıyı yazmaya başladığımda böylesine karamsar bir tablo çizeceğim hiç aklıma bile gelmemişti. Güzel şeyler yazacağımı umut ederek makinenin başına oturmuştum. Neyleyim ki aynaya bakınca bunlar göründü ve satırlara da haliyle onlar yansıdı.
Ne yani susuz yüreklere seraptan su mu serpeydim. Olmadı işte.
Allah bizi iyi etsin.
Dua ile.
24.10.2014

GARİBCE  

23 Ekim 2014 Perşembe

Nuri Babalarla muhabbet!


Allah yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Nuri Baba (Y. İslam Enstitüsü’nün eski müdürlerinden) memleketten dönmüş, dükkan önünde muhabbetler başlamış gibi.
Ben de bugün geçerken bir uğradım. Geçerken dediğime de bakmayın. Kasd-ı mahsusla vardım. Tüp üstünde demlenen çayın tadı her yerde bulunmaz. Sofra da Halk ekmeğin kepekli ekmeğinden bir dilim ve az bir peynir, iri taneli  birkaç tane sele zeytin… Ve tam kıvamında demli çay… İster istemez bizi de cezbediyor.
Aslına bakarsanız benim oraya takılmamın asıl sebebi Nuri babanın kendine has üslubu ve muhabbeti.
Nurettin Bayburtlugil hocamız da onun adeta gölgesi. Nuri Babanın Niğde’den dönmesi herhalde en çok onu sevindirmiştir.
Her ikisi de emekli ve yaşları da fazla değil, olsa olsa bizden birkaç tane on yıl fazla olmalı. Dükkancılık oynamak onlar için bir meşgale ve daha da çok o bahane ile  bir sohbet ortamı oluşturma gibi.
Bugünkü sohbete baktım da hep akranları ile ilgiliydi. Belli ki çoğu göçmüş ve bir çoğu da ya yoğun bakımda, ya yatalak bakıma muhtaç.
Bir yakınından bahsetti 84 yaşındaki annesi 64 yaşındaki oğluna bakıyormuş ve yıllarca bu böyle imiş.
Aker’e düşkünlüğünde bir kadın bakıyormuş ve cenazesine yetişememiş.
Bir başka yakınları şöyle imiş böyle imiş.
Bir diğeri artık düşe düşe yoğun bakıma kadar düşmüş.
Bunları anlatıyor. Babasının yarasına kösnü (köstebek) toprağı basan sözde ocak “sidikli karı”dan söz ediyor ve bu yaranın içine doldurulan toprağa sebep yaranın kudurduğundan ve babasının buna sebep ayakta göç ettiğinden bahsediyor. Belli baba sağlam toprak doksanların üstünde bir ömür sürmüş. Hocamızın da fizik görüntüsü babasına benzerlik arz ediyor. Kendisine hayırlı uzun ömürler diliyorum.
Bu arada yalnız kalan arkadaşına takılıyor ve  onu hep kaygı ettiğinden dem vuruyor.
Oğlu kızı gel diyorlarmış. O ise gitmek istemiyor. “Ne ben rahat edebilirim ne de onlar rahat eder” diyor. “Düşünce giderim” diyor, onlar ise “Düşmeden gel!” diye ısrar ediyorlar.
Muhabbet bu minval üzere devam ediyor.
Her ikisinin ortak duası da şöyle oluyor:
Allah yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Erzel-i ömre düşmekten, düşkünlükten, bunaklıktan, atehlikten Allah’a sığınırız…
Yaşarsan bu böyle diyorlar. İlla ki yaşlanacaksın ve ihtiyarlayacak güçten kuvvetten düşeceksin…
Hocaların akranları ile ilgili anlattıklarını dinlerken düşünüyorum ve ölüm bazen ne kadar güzel gözüküyor diye içimden geçiriyorum.
Köye gidince saman muhabbetine doyardık.
Demek başka türden muhabbetlerde var.
Biraz da gençlerin yanına gitmeli… Bakalım onların muhabbetleri neli. Dertleri ne ki!
İş mi, aş mı, eş mi!
Anlaşılan o ki dünya hayatında asudelik yok. Her çağın kendine göre güzellikleri de var. Sıkıntıları da.
Haseki’de iken Ahmet Atsay diye bir arkadaşım (ağabeyim) vardı, bize göre epey bir gün görmüş biriydi. Zaten kafasının dazlaklığından içinin maden dolu olduğu belliydi. Tam tepesindeki tek tüyün antenlik vazifesi gördüğünü söylerdi. İşte o derdi ki:
Her şey geçerken güzel.
Çocukluk öyle, gençlik öyle, olgunluk çağı öyle…. Bunları artık biz de tecrübe ile biliyoruz. İhtiyarlık da öyledir zahir.
Allah cümlemize hayırlı ömürler versin. Sağlık, sıhhat, afiyet versin. Rızkımızı helalinden bol ve kolay etsin.
Elden ayaktan düşürüp yatırmasın!
Yatırıp kapılara baktırmasın!
Elim gözüm, oğlum kızım dedirtmesin…!
Dua ile!
23.10.2014
GARİBCE 




22 Ekim 2014 Çarşamba

Kazı koz anlarsan Koskoca Ebu Hanife’yi nasıl anlarsın?!



Mustafa es-Sibâ’î’nin es-Sünnetü ve mekânetühâ fi’t-teşrîi’l-İslâmî[1] kitabında Ebu Hanife etrafında koparılan olumsuz propagandalara dair bir başlık altında derli toplu bilgi var (s. 402 vd.) . Bunlar içinde Garibce’lik örnekler de var. Biz okurken sizlerle de paylaşmayı uygun bulduk.
Ebu Hanife’yi anlayamayan kafalardan ilginç örnekler:
Bunları tek bir tiplemede toplamak mümkün değildir. Ama içlerinden bir zümre vardır ki bunlar sözde hadisle iştigal edip de yazdıklarının ya da rivayet ettiklerinin ne anlama geldiğini bilmeyen türden kimseler olmuştur. Bunlar içinde gerçekten gülünç duruma düşenler vardır (s. 406).
Bunlardan biri hacetini giderip taş ile taharetlendikten sonra abdest almadan bir rekat (vitir) namazı kılarmış. Niye dedikleri zaman da  çünkü dermiş. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
«مَنْ اسْتَجْمَرَ فَلْيُوتِرْ»
Kıt anlayışı ile bunu  “taharetlenen vitirlesin yani tek bir rekat namaz kılsın” şeklinde anlarmış. Oysa hadis, taş ile taharetlenen kişinin bu işi tek sayıda taşlarla (bir, üç, beş gibi) yapmasını amirdi.
Bir tanesi  tam kırk yıl Cuma namazından önce tıraş olmamıştı. Çünkü diyordu hadis var:
Hadis de şu:
نهي رسول الله -  صَلَّى  اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - عن الحِلَقِ قبل الصلاة يوم الجمعة
“Halik” kelimesini “halk” diye okurmuş ve kendince gereği ile amel edermiş. Oysa hadis, Cuma günü namazdan önce mescidde izdiham olmaması için halka oluşturulmamasını amir olmaktadır.
Bir diğeri başkasından gebe kalmış bir kadınla cinsel ilişki ile ilgili olan
«نَهَى أَنْ يَسْقِيَ الرَّجُلُ مَاءَهُ زَرْعَ غَيْرِهِ»
“Kişi, kendi suyu ile başkasının ekinini sulamasın!” hadisindeki kinayeyi anlayamamış ve kendi suyu ile komşularının bostanlarını sulamanın caiz olmayacağı hükmünü çıkarırmış.
Bir diğerine “Kuyuya bir tavuk düştüğü zaman ne lazım gelir?” diye sorulduğunda “Ağzını iyice kapasaydın da içine bir şey düşmeseydi ya!” demiş.
Bir başkasına  miras meselesi sorulmuş. Verdiği fetvada cevap olarak “Allah’ın belirlemiş olduğu paylar doğrultusunda taksim olunur” diye yazmış.
Bu kafa şimdi gel de doğru anlayışın, rey ve dirayetin  zirve ismi olan Ebu Hanife’yi anlasın.
Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’in etrafında kopartılan bunca gürültünün sebeplerinden biri işte bu anlayış imiş.
Aynı kafa, bugün de benzer şekilde çalışmaya devam ediyor.
Bu vesile ile merhumu bir kez daha rahmetle anıyoruz.
Dua ile!
22.10.2014
GARİBCE




[1] الكتاب: السنة ومكانتها في التشريع الإسلامي
المؤلف: مصطفى بن حسني السباعي (المتوفى: 1384هـ)
الناشر: المكتب الإسلامي: دمشق - سوريا، بيروت - لبنان
الطبعة: الثالثة، 1402 هـ - 1982 م (بيروت)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...