16 Ocak 2020 Perşembe

TEVHİD İNANCI VE FIKHIN KUŞATICILIĞI



İslâm’ı bir din olarak vahye dayalı temel kaynaklarından almak, kavramak ve anlaşılır bir dille, açık bir söylemle anlatmak (tebliğ) ve hayata geçirmek anlamında olması gereken fıkıh, bu işlevi sebebiyle hayatı bir bütün olarak ele almak zorundadır. Bunun tabiî sonucu olarak da şerî ve sosyal bilimlerin üzerinde, onların hepsini de kucaklayıcı bir yapı arzetmesi gerekir.
Müslümanlık temel inanç olarak “Tevhîd” esası üzerine kuruludur. Her şey denge üzeredir ve bir bütünlük arzetmektedir. İnsan, varlık âleminde ayrı bir dünyada değil, bütünün içinde ve fakat merkezî konumda bir yerdedir. Dışımızdaki âlem de kezâ bütünlüğün bir parçasıdır. Bu bütünlüğü ince bir nizam ve denge üzerine oturtan hakîm, habîr, alîm olan yüce bir İrade ve Kudret vardır ve varlık âlemi bütünlük içinde tek elden yaratılmakta, tedvir ve tedbir edilmekte, düzen bu şekilde sürdürülmektedir.
Bu bütünlük içinde insanın önemli bir yeri vardır ve insan da gene aynı nizama tabi, aynı İrade ve Kudret’in şümul ve hükümranlık alanındadır. Başka bir güce açık ne bir alan vardır, ne de böyle bir alanı sağlayabilecek  başka bir güç. Bu itibarla madde ile manayı;  ruhu ile bedeni ile; aklı ile kalbi ile ve gönlü ile insanı; toplumsal, siyasal, iktisadî… yönü ile hayatı; biri diğerinin uzantısı olması hasebiyle dünya ve âhireti… kısaca her şeyi bir bütün olarak almak ve bu bütünlüğe tek bir “Kâdiri Mutlak”ı egemen görmek, ve O’nun irade ve kudreti dahilinde bulunan ve O’nun koyduğu nizam içinde var olmuş ve varlığını sürdürmekte olan bu âlemi sadece O’nun bilmek, O’nun iradesinin tecellî etmeyeceği bir alan asla tasavvur etmemek… tevhid inancınınn tabiî bir gereği olmaktadır.
Fıkıh işte bu bütünlük anlayışı içinde, haddi zatında zorunlu olarak Allah’ın kulları olan biz insanları gönüllü olarak da O’na kul yapmanın ve hayatımızı O’nun koyduğu ilkeler, amaçlar doğrultusunda düzenlemenin gayreti içindedir ve bunun için vardır. Bunu yaparken bütünlüğü gözardı etmeden insanı ruh ve beden olarak, akıl, kalp ve gönül sahibi bir bütün olarak, ferdi insanlık âlemi içinde, insanlık âlemini de diğer âlemler içinde bir bütün kabul ederek duyulacak ihtiyaçları öngörmesi ve bunu en güzel biçimde karşılaması gerekecektir. Bu itibarla Fıkıh, inanç ve ahlâk meselelerini konu edinen ilimlerden kendini koparamayacağı gibi, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle de keza insanın içinde yaşadığı sosyal ve fizik çevre ile uğraşan ilimlerle de yakından uğraşmak zorundadır.
Bugün müslümanlar bir taraftan tevhide inanmanın gereğini duyarlarken, öbür taraftan da hayatlarının parsellere ayrıldığını ve her bir alanının  başka güçler tarafından doldurulduğunu, Kâdiri Mutlak olarak inandığı Allah’ın, hayatının sadece cüzî bir kısmına egemen olduğunu görmektedir. İnsanımız bütünlük fikrinden koparılmış ve kendisine gündüzün dünya için, gece âhiret için çalışabileceği, aklını işine gönlünü Allah’a verebileceği, bedenine Tagut’un ruhuna ise Tanrı’nın hükmedebileceği, bunun da normal ve çağdaşlık gereği olduğu telkin edilmiştir. Bu telkinler altındaki insanımız ya işin vehametini kavrayarak büyük ızdıraplara maruz kalmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmış, tamamen kendi kabuğuna çekilerek sosyallikten uzaklaşmış yahut da telkinlere inanarak çifte kişilikli insanlar halini almışlardır; yani aynı insan hem mü’min hem kâfir gibi bir yaşantı sürdürmeye başlamış ve zamanla buna hem kendisi hem de başkaları alışmışlardır.
İşin bu noktaya gelmesinde, bütünlük fikrinin kopması ve Fıkh’ın asıl mahiyet ve işlevini yitirerek ayrı bir vadide çevreden habersiz fertlere ve toplumlara yön verme, onları “gütme” iddiasını sürdürmesi büyük rol oynamıştır. İman, amel ve ahlâk bütünlüğü unutulduğu için fıkhın alanı “şerî amelî ahkâm” olarak daraltılmış ve zamanla bunların sûrî şekiller alması kaçınılmaz olmuştur. Oysa ki din “şerî amelî ahkâmı” iman düzlemi üzerine oturtmak ve ahlâkî semereler vermek için vaz’ etmiştir. Öyleyse ne iman düzlemi üzerine oturtulmayan, ne de ahlâkî semereler vermeyen bir amel/fiil, iş, eylem gerçekte “meşrû” olamaz. Âleme, bütünlük gözü ile bakılmayan her yaklaşım, insanı parselleyecek, hayatı farklı güçlerin egemenliğine teslim edecek her izah yanlıştır. “Gönüllü kulluğa” ulaştırmayan her adım bizi Hakk’tan uzaklaştıran, Şeytana yaklaştıran adım olacaktır. Fıkhın amacı bize mutlak anlamda “adım attırmak” değil, bunun Hakk’ın istediği için, Hakk için ve Hakk’a götürecek biçimde olmasını sağlamaktır. Dolayısıyla bizi Hakk’a ulaştırmayacak bir adımı, Tevhid’den uzaklaştıran parçacı bir çabayı bizden uzak tutmak Fıkh’ın vazifesidir.
Fıkh’ın bunu yapabilmesi için iki şeye önem vermesi gerekiyor: Birincisi hareket noktasının çok iyi tespiti, bunun mutlaka vahye dayalı sağlam bir zemin olmasına özen gösterilmesi. İkincisi de amaçların, değerlerin, ilkelerin çok iyi belirlenmiş olması ve yapılacak işlerin,  tutulacak yolun mutlaka belirlenen amaçlara (makâsıdı şerîa) ulaştırıcı olduğundan emin olunması.
Saygı ve sevgiyle.
16.01.2020
GARİBCE


15 Ocak 2020 Çarşamba

Dünyada Mekân Ahrette İman: TOKİ’den Sosyal Konut Projesi


Türkiye’de yeterli ev yok da o yüzden mi milyonlara baliğ insanlar evsiz oluyorlar. Sanmıyorum. Aradaki uçurumu büyüten faktörlerin başında adil olmayan bir servet dağılımı var gibi. Ev kiraları çok yüksek. Bu yüzden de, varlıklı insanların bir kısmı kendi ihtiyaçları olan mesken haricinde çok sayıda ev sahibi oluyorlar. İyi ki de onlar alıyorlar. Hiç olmazsa pahalı da olsa evsiz insanlar kiralık ev bulabiliyorlar.

Asgari ücretle geçinmeye çalışan yüzbinler, aldıkları paranın yarısından çoğunu kiraya veriyorlar. Nasıl geçindikleri ise bir bilmece?
Diğer taraftan  insanlara biçilmiş bir takım sosyal görevler de var. Otuzuna kadar evlenemeyene, kırkına kadar ev sahibi olmayana toplum iyi gözle bakmıyor(du).
Yıllarca evinde oturduğum Hacı amca bayramlarda ziyaretine vardığımda misafirlerine beni “Kiracımız!” diye takdim ederdi. Sora her nasılsa –benim de pek anlamadığım bir şekilde, boyumuzu aşan yaptığımız tercümelerle- halen oturmakta olduğumuz daireyi aldıktan ve taşındıktan sonra kendisini bayramda ziyaret ettiğimiz de bana “Hoş geldin Mehmet Ağa!” diye hitap etmişti. Gözünde artık adam olmuş, sınıf atlamıştık. Doktora yapmış olmamın demek ki hiç de önemi yoktu, ama bir daire sahibi olmak saygıyı gerektirir bir şeydi.
Bu resim, toplumun bakışını yansıtması açısından önemli.
İmdi TOKİ sosyal konut projeleri ile dar gelirli insanlarımızı ev sahibi yapmak istiyor. Finansman için de Kamu bankalarını devreye sokuyor (Katılım bankaları da eklendi)  ve enflasyonun da altında bir faiz oranıyla kredilendiriyor. Adında faiz geçiyor diye bir kesim hemen hücuma geçiyor. Şahsen beni de hayrete düşüren bir tavırla diyanet buna cevaz veriyor. Ama dinden beslenen bir kesim bu kez diyanete de hücum ediyor.
Karadavî anlatıyor. Vaktiyle Avrupa’da uzun vadeli ev kredisi kullanmanın hükmünü bize sordular. Biz de caiz değildir, ribadır ve haramdır, dedik. Sonra bizim sözümüzü tutmayıp da kredi kullananlar ev sahibi oldular.  Dindarlık adına bizim sözümüzü tutup da kredi kullanmayanlar ise hala kira ödemeye devam ediyorlar. Biz bu fetvamızda hata ettik. (Fî fıkhı’l-ekalliyâti’l-müslime, Kahire, II. Basım, 2005, s. 166, 174; Mûcibâtu tegayyüri’l-fetvâ fî asrinâ, Kahire ty., s. 105).
Allah’ın haram kıldığı, “Allah ve Rasulüne savaş açma” olarak nitelendirdiği Riba’dır. Kur'an’da ribanın tarifi de yoktur. Çünkü herkes ribanın uygulanan cahiliye ribası olduğunu bağlamdan anlamaktadır. Yasaklamanın gerekçesi de “sömürü aracı” olmasıdır. (Lâ tazlimûn velâ tuzlemûn) (Bakara 2/279) Vadesi dolan borcu ödeyemeyene mühlet vermek Allah’ın bir emri iken, onun içinde bulunduğu zor durumu istismar edip, vadeyi uzatmak ve buna mukabil de  ilave bir fazlalık (riba) almak, Kur'an’ın savaş açtığı bir uygulama idi. Daha sonraları cahiliye ribası yanında bir takım uygulamaların da faiz adıyla anıldığı ve aslında riba olmadığı görülüyor. Geciktirme cezası yerine “Temerrüd faizi” isimlendirmesinde olduğu gibi.
İmdi TOKİ bu insanlarımıza gerçekten büyük bir imkân sunuyor. Bunun imkân olduğu, konut sayısının kaç katı fazla müracaatın olduğundan da anlaşılıyor. Hükümet, TOKİ aracılığı ile bu insanları sömürmek mi istiyor ki, hemen onu sömürü aracı olduğu için haram olan Riba ile eşdeğerde tutup mahkûm ediveriyorsunuz. El-insaf!
Yoksa elinde ev stoku bulunduran kesim mi bu uygulamadan rahatsız olup, aleyhte kampanya yapıyor?! İnsanın aklına neler geliyor neler?!
Dindarlık, başa bela, avuçta kor ateş olmamalı. Dindarlık rahmetle inananları kucaklamalı ve atalarımızın “Dünyada mekân ahrette iman!” duasına dindarlığımız da âmin demeli.
Diyanet ev ve araba sahibi olmayı zaruret menzilesinde bir ihtiyaç görmüyor ve kredi kullanarak bunlara sahip olmaya cevaz vermiyordu. Belli bir kesimin beklentisi aynı tavrı burada da gösterir şeklindeydi. Ama bence hayırlı bir iş yaptı.
Artık bizim her meselede “tahkik-i menât” dediğimiz araştırmayı yapmamız gerekiyor. Hüküm, vakıaya/olguya uygun olursa adalet ve hikmet oluyor. İsmin ne olduğu değil, müsemmanın kendisi hükmü belirleyici olmalıdır. O yüzden de daha önce de dediğimiz gibi “Asıl mevrid-i nass’da içtihada mesağ vardır!” demeli ve her bir meseleyi yeniden değerlendirmeye çalışmalı.
Dua ile!

15.01.2020

GARİBCE





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...