25 Haziran 2018 Pazartesi

Hükmün uygulanmasının zamanına merhun oluşu: NES’/ İNSÂ




Nesih, bilindiği gibi hükmün yürürlüğünün ebedi olarak durdurulması anlamındadır. Bu konuda herkes bir şeyler söylemektedir. Hatta o kadar ki Meselâ İbnu’l-Arabî âyetü’s-seyf diye bilinen فَإِذَا انْسَلَخَ الْأَشْهُرُ الْحُرُمُ ayetinin[1] 114 ayeti neshetmiş olduğunu söylemiştir. İlginçtir ki bu ayetin sonunun da {فَإِنْ تَابُوا وأقاموا الصلاة وآتوا الزكاة فخلوا سبيلهم}  başını neshettiği ifade edilmiştir.
Bir başka tuhaf görülen ayet de {خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ}  ayetidir[2]. Bu ayetin başı ve sonu neshedilmiş ortası muhkem kalmıştır.
Biz bu konuya girecek değiliz. Sadece pek bilinmeyen bir kavram üzerinde duracağız.
O da  Zerkeşî’nin el-Burhân[3] adlı eserinde ele aldığı nes’ kavramıdır.
Nes’ hükmün yürürlüğünün o hükmün uygulanmasını gerekli kılacak bir illetin varlığına ertelenmesi/ bağlanması demektir. Hükmün uygulanmasını gerekli kılan illet/gerekçe varsa hüküm uygulanır, gerekçe yoksa ertelenir, durum hakkında başka bir hükme intikal edilir. Müellefe-i kulûba zekattan fon ayrılması hükmünü[4] müslümanların zayıf olması gerekçesine bağlamak ve güçlenmeleri halinde ise uygulamamak gibi.
Bir sebebe mebni emredilen hükmün sebebinin zail olması o hükümde ısrar etmemeyi, aksine yeni duruma uygun başka bir hüküm aramayı gerekli kılar. Mesela müslümanlar zayıf ve sayıları az iken sabır ve tahammül göstermekle emredilmişler, emri bi’l-maruf ve nehyi ani’münker ve cihadla memur edilmemişlerdi. Sonra güçlenince onlara bunlar emredilmiştir. Kimileri bunu hemen nesh ile izah etmeye kalkışmakta ve bu anlayışın sonunda Kur'ân bir sürü mensuh / kadük ahkamla dolu bir hal almaktadır. Oysa bu gibi yerlerde  Zerkeşî’nin de dikkat çektiği gibi  nesih değil “Nes’ / İnsâ” yani erteleme söz konusu olmalıdır. Nitekim “مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا …”[5] ayetinde de bu kavrama atıfta bulunulmuştur.  Bu durumda ertelenen hüküm  Müslümanların güçleninceye kadar savaşmaları hükmüdür.  Zayıflık halinde hüküm  sabır ve tahammül göstermenin vacip oluşudur.  Buna göre  tahfif[6] ayetinin Kılıç ayetiyle mensuh olduğunu söylemek isabetli olmayacaktır, aksine söz konusu olan nesh değil nes’idir.
Konunun özeti şudur: 
Hükmün uygulanması  zamanına merhundur: 
el-Müsâleme ‘ınde’d-da‘f ve’l-müsâyefe ‘ınde’l-kuvve[7]. Yani Müslümanlar olarak zaaf içinde iseniz hüküm sulh ü selamet, güçlü iseniz hüküm cihad ve i‘lâyı kelimetullahtır. Bu itibarla ne barışın ne de kılıcın işi bitmiştir. Her birinin yeri vardır. Yeter ki hikmet ile yeri ve zamanı bilinsin.
Bu reel siyasette de öyle mi ne!!
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!”
“Yurtta sulh cihanda sulh!”
Yani gücümüz yok; dolayısıyla da Musul ve Kerkük’te bir talepte bulunabilecek durumda değiliz!
Zaman olur, olur. Niye olmasın?
Hikmetli siyaset neyi gerektiriyorsa vacip olan da odur!

Dua ile!
25.06.2018
GARİBCE





[1] فَاِذَا انْسَلَخَ الْاَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُوا الْمُشْرِك۪ينَ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُوا لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍۚ فَاِنْ تَابُوا وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ فَخَلُّوا سَب۪يلَهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
"Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, esir alın, kuşatın ve onları her geçit yerinde gözetleyin. Şayet tövbe ederler, namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verirlerse artık onları serbest bırakın. Allah yarlığayıcıdır, bağışlayıcıdır."  (Tevbe 9/5)
[2]"Sen afiv yolunu tut, urf ile emret ve kendilerini bilmezlerden sarfı nazar eyle."  (A'râf 7/199) (Elmalı)
[3] (bk. Zerkeşi, Burhân fî ‘ulûmi’l-Kur'ân, İsa Halebi Tab’ı, thk. Ebu’l-Fadl İbrahim, 1957,  II, 42-43).
[4] اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
"Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."  (Tevbe 9/60)
[5] مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَٓا اَوْ مِثْلِهَاۜ اَلَمْ تَعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
"Biz bir âyetden her neyi nesih veya insa edersek ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz, bilmez misin ki Allah her şeye kadir, daima kadirdir."  (Bakara; 106)
[6] يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِن۪ينَ عَلَى الْقِتَالِۜ اِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِۚ وَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ يَغْلِبُٓوا اَلْفاً مِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ ﴿٦٥﴾  اَلْـٰٔنَ خَفَّفَ اللّٰهُ عَنْكُمْ وَعَلِمَ اَنَّ ف۪يكُمْ ضَعْفاًۜ فَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِۚ وَاِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ اَلْفٌ يَغْلِبُٓوا اَلْفَيْنِ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ ﴿٦٦﴾ 
Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkar edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir. (65)  Şimdi ise Allah yükünüzü hafifletti ve sizde muhakkak bir zaaf olduğunu bildi. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfâl 8/65 - 66)

[7] الْمُسالَمةُ عِنْدَ الضَّعْفِ وَالْمُسَايَفَةَ عِنْدَ الْقُوَّةِ

20 Haziran 2018 Çarşamba

Bağlam: Ruhsatla ameli terk etmenin vebal oluşu


Hz. Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivayet olunmuştur:
“Her kim Allah’ın ruhsatını kabul etmez ise onun üzerine Arafat dağı gibi bir vebal biner!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 71).
“Her kim bizim ruhsatlarımızı –aynen azimetlerimizi kabul ettiği gibi-  kabul etmez ise o bizden değildir.”  (Te’vîlât, XVII, 143).
Bu ve benzeri hadisleri belli bir bağlam içerisinde almazsanız izahta zorlanırsınız.
Ama söz gelimi diyelim ki bir kimse tehdit altında kelime-i küfre zorlansa o da ölümü göze alıp ruhsat ile amel etmeye yanaşmasa, lakin ölümünde de insanlık için bir ufuk olma durumu, o ufukta onlara ışık tutacak bir yıldız olma gibi bir konumu olmasa,  o takdirde mücerred azimet hükmü icra amaçlı ruhsattan vaz geçme çabası doğru ve yerinde bir karar olmayacaktır. Çünkü korunması gereken mutlak değerler arasında canın muhafazası en önde gelmektedir. Zira din sonuçta insan içindir. İnsan varsa din vardır. Bu itibarla, kamuyu ilgilendiren bir yönü olmayan, mücerred kişinin bir tercihi gibi kalacak olan bir durumda kişinin dini görevi öncelikli olarak canını koruması ilkesini tercih etmek olmalıdır. Ancak meselenin kamuyu ilgilendiren yönü varsa, onun canı bahasına dini değerleri yüceltme yolunda öldürülmeyi tercih etmesi ancak takdir ve tebcili gerekli bir davranış olur. Nitekim Kur'ân’da inançları uğruna sabır ve tahammül gösteren, canlarını ortaya koyan Ashab-ı Uhdûd, Firavun’un sihirbazları gibi ufuk  insanlar ve davranışlarının anlatımı işte bu amaçla olmaktadır.
Dua ile!
20.06.2018
GARİBCE

18 Haziran 2018 Pazartesi

Yüzde kazan karası Özden ağır darası


Kömür maden işçilerine ithaf!


Yüzüm kömür karası
Aşım ekmek arası
Aileme yedirdiğim
Mahza emek parası

İnler olan yarası
Bilge gerek sarası
Benim tam bir aylığım
Kiminin diş kirası
-----ooOoo-----

Yüzde kazan karası

Özden ağır darası
Olsa ne yazarmış
Varsa cepte parası
-----ooOoo-----


Orası ha burası
Kimde hasret yarası
Yoktur deva arama
Anca vuslat sarası

Bekler gele sırası
Umut yüzde çırası
Garibce dost gerek
Halin keyfin sorası

Dua ile!
18.06.2018
GARİBCE



14 Haziran 2018 Perşembe

Siyasetname-i Garibce: Bir Ömer istiyorum



Elinde dirresi[1]
Titretir herkesi
Daim hakkın sesi
Bir Ömer istiyorum

Allah’tan haşyeti
İzzeti devleti
Gönülde heybeti
Bir Ömer istiyorum

Baka, duru göre
Başı arşa ere
Ayak basa yere
Bir Ömer istiyorum

Nazarı hak ola
Harama tok ola
Danışı çok ola
Bir Ömer istiyorum

Bakan yola gele
Vali olsa bile
Mazlum yüzler güle
Bir Ömer istiyorum

Açlık bilmez gözü
Birdir özü sözü
Güven verir yüzü
Bir Ömer istiyorum

Garibce bir avaz
Hakka varır niyaz
Dört mevsim kış yaz
Bir Ömer istiyorum

Dua ile!
14.06.2018
GARİBCE




[1] Şöyle meşhur bir söz vardır: “Le dirretü Umer ehyeb min seyfiküm” Ömer’in kamçısı sizin kılıçlarınızdan daha heybetli ve etkili idi.

9 Haziran 2018 Cumartesi

Değişim ve Toplumsal algı: Küçüklerin Evlendirilmesi



Şerî ahkâm gelişi güzel konulmuş değildir, elbette ki bir ihtiyacı karşılamaya yöneliktir.
İhtiyaç ise zarûrî, hâcî ve tahsînî olmak üzere üç kategoride ele alınmaktadır.
Bunlardan doğal olanlar elbette ki her zaman ve mekânda hükmünü icra edecektir. Yeme ve içmenin, barınmanın, güvenliğin… zorunlu temel ihtiyaçlardan olması gibi.
Ancak bunların yol ve yöntemleri elbette ki farklı olabilecektir.
Diğer taraftan öyle ihtiyaçlar da vardır ki bunları toplumların algıları belirlemektedir. Bu algılar da toplumsal yapının gereği olarak oluşmaktadır.
Geleneksel aile yapısı köküyle, dalıyla, üzerinde açan çiçekleriyle bir ağaca benzer. Ağacın dallarının, dal uçlarında açan çiçeklerin kendi başlarına müstakillikleri söz konusu değildir. Gözetilen maslahat tümüyle ağacın maslahatıdır. Maslahatı gerçekleştirmede söz sahibi olan da keza her bir dalın kendisi değil, yekpare ağacın kendisi ve sorumlusudur.
Buna temsil/ velayet yetkisi denilir.
İmdi bu ağacın yeni yemişler verebilmesi yani üreme için tozlaştırıcı başka bir çiçeğe ihtiyaç duyulduğu zaman bunun kararını vermek ağaç hakkında hükmü geçerli olana yani veliye ait olacaktır.
Eve gelin getirmede evin taze dalının, başka bir ağaca ait taze bir sürgünle aşılanması gibi bir durum söz konusudur. Hal böyle olunca  da buna kimin uygun olduğuna kararı ailenin tümü ve onların adına temsilci olarak veli verecektir. Bu aşılama işi, uygun (küfüv) olanın seçileceği ve vaktinde de yapılacağı için bünyenin reddetme/ uyuşmazlık ihtimali çok zayıf olacaktır.
Küçüklerin evlendirilmesi işte böylesi bir toplumsal algı ve aile yapısı ile ilgili olmalıdır. Malum mezheplerimiz icma halinde bunu tecviz etmektedir.
Konuyu makasıd açısından ele alan İmam Gazzâlî (ö. 505/1111), böyle bir telakkinin yaygın olduğu bir toplum ve dönemde elbette ki ona karşı çıkacak değildi. Ona düşen bu ihtiyacın şerî ahkâm açısından konuşlandırılması idi.
O bunu zarûrî bir ihtiyaç olarak görmez. Çünkü böyle bir kapı aralı olmasa bile hayat normal işleyişini sürdürür. Fakat ailenin maslahatı böyle bir yolun açık olmasını ikinci derecede bir ihtiyaç olarak gerekli kılar (Hâciyyât). Her ne kadar “buna aşırı şehvet ve üreme ihtiyacının ittiği söylenemese de bu tür evliliğe, toplulukların kaynaşarak yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve hısımların  birbirine destek olmaları gibi amaçlarla ihtiyaç duyulmuştur. “Küçük kızın, ancak kendine denk biriyle ve emsal mehir ile evlendirilebilmesi de bu mertebenin tamamlayıcısı olur…”[1]
Sıkça tekrarlanan bir gerekçe de şudur: Denk (küfüv) her zaman bulunmaz, bulunca da kaçırmamak lazımdır.
Görüldüğü üzere hüküm, toplumsal algı ve geleneksel aile yapısının ihtiyacı ile gerekçelendirilmektedir.
Günümüzde Sanayi devrimi ve ona bağlı göç olgusu sonucunda geleneksel aile yapısı çözülmüş, mısır patlağı gibi belli bir yaşa gelen aile üyelerinin her biri bir tarafa dağılmıştır. Artık sosyal dokuyu çekirdek aileler oluşturmaktadır.
İmdi bu yapıda henüz ergen dahi olmamış küçüklerin evlendirilmesi (kastedilen nikâhtır, zifaf değil) bir tarafa belli bir hayat tecrübesi olmayan gençlerin (âkıl bâliğ) evlenmeleri dahi zorlaşmıştır. Bunun tabii bir sonucu olarak da evlilik yaşı otuzlara kırklara doğru giderek yükselmektedir.
HAK (1917 tarihli Hukûk-ı Aile Kararnâmesi) ilk defa bu konuda mezheplerin icma halindeki hükümlerini terk ederek 9 yaşını bitirmemiş kız, 12 yaşının bitirmemiş erkek çocuklarının hiçbir şekilde evlendirilemeyeceğini hükme bağlamış ve evlilik yaşını da kızlarda 17 erkeklerde 18 olarak belirlemişti. (Günümüzde Medeni Kanuna göre bu yaş hem erkek hem de kız için on yedi yaşını bitirmiş olmaktır.)
Demek oluyor ki ahkâmın bir kısmı sosyal yapı ve telakkilerle ilgilidir. Yapı ve telakki değişince onunla ilgili ahkâmın değişmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Ahkâmın nihaî maksadı adaleti gerçekleştirmektir. Adalet ise her şeyi yerli yerince yapmak, herkese hakkını vermektir.
Günümüz sosyal yapısında küçüklerin evlendirilmesi hiç de yerinde bir davranış değildir gerçekleştireceği herhangi bir maslahat da yoktur.
İmdi Gazzâlî ve emsali koca koca âlimlerimiz öyle dediler diye biz de aynı şeyi tekrarlamayacağız, onları itham da etmeyeceğiz, çünkü mazurdurlar. Ama biz onların neden öyle dediklerini sorgulayıp, oradan da aynı mantıkla bugün burada bizim ne dememiz gerektiği noktasına ulaşacağız.
Başka türlüsü de zaten hayatta yer bulmayacaktır.
Dua ile!
09.06.2018
GARİBCE




[1] Gazzâlî, Mustasfâ İslam Hukukunun Kaynakları, ç. H. Yunus Apaydın, Klasik 2017, s. 471.

8 Haziran 2018 Cuma

Cumanın kefaret oluşu ve bağlam: Men messe’l-hasâ fe kad leğâ



 من توضّأ فأحسنَ الوضوءَ ، ثم أتى الجمعةَ فاستمعَ وأنصتَ غُفِرَ له ما بينَ الجمعةِ إلى الجمعةِ ، وزيادةُ ثلاثةِ أيامٍ ، ومن مسّ الحَصَى فقد لغَى
Kim güzelce abdestini alır sonra cumaya gelir ve (imamı ve hutbeyi) dinler ve sessizlik içinde huzurla namazını eda ederse  bu cumadan öbür cumaya kadar olan günahları mağfiret olunur. Üç gün de fazlası. Kim de çakılı ellerse, boş iş yapmış ve cumanın sevabı gitmiş olur. (Müslim, H. No: 857)
İmdi bu hadis-i şerif Cuma adabını bize öğretmektedir.
Önce güzel bir abdest alır.
Abdestin güzel olması, el yüz yıkamaktan öte onun manevi kirlerimizden de arındırıcı olması, bir ibadet şeklini almasıdır. Bu da niyetle ve her organla ilgili ahdi yenileme ile olur.
Sonra camiye gelir.
Dinler. Burada maksat büyük ölçüde imamın hutbe irad ederken söylediklerini dinleme olmaktadır. Hatip, haftalık bir değerlendirme yapacak ve geleceğimize ışık tutacaktır. Bu itibarla bütün Müslümanların ahvalini ilgilendiren hutbeyi can kulağı ile dinlemek gerekir. Duymak değil, dinlemek istenilmektedir. Dinlemek de anlamak için kulak vermeyi ve yoğunlaşmayı gerektirir. “İnsât” ise dikkat kesilmek, baş kulağı ile duyduklarını içinden de duymak, özüne dönerek iç huzurunu yakalamaya çalışmak, dinginlik içre olmak demektir.
İşte her kim bunu yaparsa o zaman Cumalarımız arada işlenen günahlarımıza kefaret olur, deniyor.
Bu sonuç istimâ ve insât şartına bağlanmıştır.
Ardından da “Kim de çakılı ellerse, boş iş yapmış ve sevabı gitmiş olur.” denilmekte ve bizler uyarılmaktadır.
Bugün günlerden Cuma idi ya, Fakülte camiimizde ön saflarda bir yer tutmuş idim. Yanımda olgun yaşta bir adam hutbe okunurken cep telefonunu iki dizi arasına aldı ve onunla oynadı durdu.
İmdi bu kişi çakıl taşına elini bile sürmedi. Dolayısıyla hutbeyi dinlemiş ve cumanın sevabını kazanmış oldu mu? 
Eğer bu soruya cevabınız “Hayır!” ise o takdirde siz hadisin zahirini değil, maksadını esas alıyorsunuz demektir. Doğru olan anlayış şekli de budur.
“Peki, neden çakıla el sürmeden söz ediliyor, ne alaka?” derseniz onun cevabı da bağlamda saklıdır.
Çünkü o zamanda mescidin üstü açıktı ve yağan yağmurlarda çamur olmaması için de zemine çakıl serilmişti. Dolayısıyla insanlar hutbeyi dinlemek üzere oturduklarında eğer başka şeylerle meşgul olacaklarsa, elbette ki ellerinin altındaki çakıllarla oynayarak bunu yapacaklardı. Bu itibarla hadiste geçen “çakılla oynama” tabiri bir kayd-ı ihtirazî değil ittifâkî olmakta ve o günün mescidinin fiziki yapısını bize resmetmektedir.
Zamanla mescidin üzeri örtülmüş, tabana halı kilim serilmiş, fiziki yapı değişmiştir. Oynayanlar şimdi artık çakılla değil halı motifleriyle oynamaktadır. Bu akıllı telefonlar çıkıp aklımızı başımızdan aldığından beri ise büyük küçük herkesin yegâne oyuncağı/ meşgalesi onlar olmuştur. Maalesef yetkililerin bildirdiğine göre nüfusun yüzde onu oranında on-line bağımlığı oluşmuş durumdadır.
Derste öğrenci cebiyle oynar.
Evde eşler cepleriyle oynar.
Herkes her yerde cebiyle oynar.
Hal böyle iken hatip hutbede iken cemaat cebiyle oynamış çok mu?
Hem hatip onun bu oyununu engelleyebilecek bir hitabet tarzı geliştirebildi mi?
Onun dilini kullandı ve nabzını tutabildi mi?
Belli ki yapamadı.
Millet de ne yapsın, çakılla oynayacak hali yoktu, cebiyle oynamaya koyuldu.
İmdi cumamız gene de kefaret olur mu?
Şarta bakınca olmaz gibi gözüküyor.
Gene de Allahu A’lem!

Dua ile!
08.06.2018
GARİBCE



“Hocam!” nerdeee?! “Amca!” olduk gari!



Rahmetli Ahmet Atsay arkadaşım “Her şey geçerken güzel!” derdi.
O söz zihnimde yer etmişti. Her vesile ile kullandım. İşime yarıyordu. Teselli de veriyordu.
Vaktiyle evimize ilk taşındığımızda alt komşunun çocukları bana amca dediklerinde tuhafıma gitmişti. Abi demelerini istemiştim.
O çocukların dili Mehmet Abi diye –biraz da benim düzeltmemle galiba- alıştı, şimdi aynı çocukların –ki şimdi kırk elli arası yaşlardalar- bana abi demeleri bir tuhaf gelmeye başladı. İstiyorum ki amca desinler.
Şaka bir yana tanımadığım koca koca adamlar bile bana hitap ederken Amca ya da Hacı amca, ya da kısaca Hacım gibi ifadeler kullanıyorlar. Alışıyoruz ve giderek güzel de buluyoruz.
Her şey geçerken güzeldi ya. Çocuk büyürken, genç olgunlaşırken ve uzun bir gençlik dönemi (69 yaşına kadar uzatılsa bile) yaşlılığa evrilirken ve yaşlılar da vakti saati gelip de öbür tarafa devrilirken güzel oluyor. Bu haletler geçici olmasa da  ya hep öyle kalsaydı, çekilmez olurdu zahir.
Düşünsene çocuk hiç büyümüyor… Delikanlı bir türlü olgunlaşamıyor. Ve nihayet yaşlı, hayat enerjisi tükenmiş piri fanide bir türlü ölemiyor. Kimi saksıda  çiçek gibi bitkisel hayat sürüyor, kimini vazoda çiçek gibi hayatta fiş tutuyor. Yahu bırakın adamı kendi haline, bari ölümün olsun tadına varsın.
Bugün ikindi namazından sonra Fakülte bahçesinde bir kamelyaya oturdum, sırtımı da güneşe verdim, dalımı ısıtmaya çalıştım. Elimde de tespihim oyalanıyorum. Mezun olacak iki kız öğrencimiz de ordalar. Bir laf attım ama beklediğim tepkiyi alamadım. O sırada elimdeki tespihin ipi koptu ve boncuklar etrafa saçıldı. Kızlar da hemen kalkıp bana yardım ettiler. O sırada bir arkadaşları onları çağırdı. Kızlar:
“-Amcanın teşbihinin ipi koptu da boncuklarını topluyoruz, geliyoruz” dediler.
Allah, Allah! Beş yıldır aynı fakültedeyiz ve belli ki kızlar amcalarını tanımıyorlardı. Soğukluk da belli ki buna sebepti. Yılların hocası olarak talebeye amca olmak gerçekten Garibce’ye garib gelmişti.
Sonra dışarı çıktım ve akşama doğru Mezunlarımızın iftarına katılmak için geri içeri girerken, kapıyı geçtikten sonra arkamdan özel güvenlik elemanı (galiba yeni birisiydi) seslendi:
-“Amca, kimsin, nereye gidiyorsun?”
Fakültede gene amca olmuştuk.
Ben de, daha önce Salih Tuğ hocanın dekan olduğu sırada talebelerin yolunu kesip de “Seni  bahçede hep dolaşırken görüyoruz, sen kimsin” diye sorduklarında onlara “Ben bu fakültenin serhademesiyim!” dediği aklıma geldi de ben de latife olsun diye “Ben burada hademeyim!” deyiverdim. Şöyle bir baktı, tipim tutuyordu galiba, “Hangi binada?” dedi. Ben de “Şu eski Kütüphane binası var ya işte orada!” dedim. Başı ile onayladı, ben de yoluma devam ettim.
Akşam Fakülte bahçesinde Medine usulü (yani yer sofrasında/ zemzem ve hurma ile değil) mezuniyet iftarında bulunduk. Dekanın hatıralarını dinledik, gülüştük. Bana da söz verdiler. Ben de tanımayanların amcası olarak onlara bu hatıramı anlattım. Gene gülüştük.
Onlara gidin, bir an evvel hayat denilen yola girin yol alın, evlenin döl alın tavsiyesinde bulundum. Özellikle kızlarımızın evlilikten kaçmaya bahane olması için Yüksek yapma gibi bir duruma girmemelerini söyledim. Siz gidin ki size hayrülhalef olanlar gelsin, dedim.
Tanımayanlara Garibce’nin “içimdeki ben” olduğunu ve onu çok sevdiğimi, onunla mutlaka tanışmaları gerektiğini söyledim.
Belli ki Garibce’yi benden daha çok tanıyorlardı. Sevindim.
Bir günümüz de böyle geçiverdi ve özeldi.
Zaten her şey geçerken güzeldi.
Dua ile!
08.06.2018
GARİBCE



7 Haziran 2018 Perşembe

Bağlama bir örnek daha: Zıhardan Taşıyıcı Anneliğe



Bu yazı bağlamı dikkate almanın lüzumunu ortaya koyan bir örnek içerir.
Her inen nassın belli bir bağlam içinde/ olguya dair inmiş olduğunu Kur'ân’ın evrenselliğine bir nakisa görenler, zahiri bir söylemle bütün meseleleri halledebileceklerini düşünebilirler. Oysa biz Kur'ân’ın ve daha genel olarak  İslâm  mesajının evrenselliğini somut kurallardan, o kuralları koyan nasların lafızlarından hareketle temellendiremeyiz, âlemşümullük iddiamızı bu şekilde sürdüremeyiz. Somut olan her şey illa ki bir yere kadar hükmünü icra edebilir. Bir yerden sonra onun yerini tutacak ikamelerin olması zorunludur (Her zaman bir B planının olmasının zarureti gibi). Bunlardan çıkarılacak olan umdeler, ilkeler ve gayeler ancak zaman ve mekân üstülük kazanabilir.
İşte size bir örnek:
اَلَّذ۪ينَ يُظَاهِرُونَ مِنْكُمْ مِنْ نِسَٓائِهِمْ مَا هُنَّ اُمَّهَاتِهِمْۜ اِنْ اُمَّهَاتُهُمْ اِلَّا الّٰٓئ۪ وَلَدْنَهُمْۜ وَاِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَراً مِنَ الْقَوْلِ وَزُوراًۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ
"İçinizden karılarına zıhâr yapanların karıları asla onların anaları değildir. Onların anaları sadece, kendilerini doğuran kadınlardır. Gerçek şu ki, onlar çirkin ve asılsız bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır." (Mücâdele 58/2)
Bir cahiliye uygulamasını sonlandırmak üzere böyle bir ayet iniyor ve bir kimse karısına “Senin sırtın benim anamın sırtı gibi olsun!” (Türkçede halk arasında kaba bir yemin olarak “Eğer şunu yaparsam anam avradım olsun” denilmesi gibi) dedi diye o kadın onun anası olacak değildir. Peki, kimdir onun anası: Allah, kasırlı/ özgüleyici bir ifade ile “onların anaları sadece, kendilerini doğuran kadınlardır” buyuruyor.
Ayet çok açık ve net olarak ananın “doğuran kadın” olduğunu söylüyor. Önümüzde hem sübut hem de delalet bakımından katî bir nass vardır ve tevile açık da değildir.
İmdi zaman geçiyor ve yeni teknolojik imkânlar sonucu insanlar -meşruiyet tartışmaları bir tarafa- taşıyıcı annelik yoluyla çocuk sahibi olma yoluna koyuluyorlar. Şimdi soru şu: Bu yolla edinilen çocuğun annesi kimdir?
Ayete göre elbette ki doğuran kadındır! Çünkü delaleti çok açıktır.
Ama gerçekte öyle midir?
Zıhar algısını yıkmak için gelen bu ayet, bağlamından koparılıp, usulün de öğrettiği şekilde sebeb-i nüzulüne bakılmaksızın ta‘mim de edilerek (genelleştirilerek) –mana da çok açık olduğu için- taşıyıcı annelik olgusuna da bir cevap olacak mıdır?
Biz, olmaması ve nassın mevridine masruf olması gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü bu iki olgu tamamen farklıdır.
Zıhar bağlamında doğuran anneden bahsedilirken, biz biliyoruz ki çocuk genetik olarak tamamen ona ait özellikler taşımaktadır. Zıharda bu var mıdır? “Gavurdan hacı, el kızından bacı olmaz!” halk sözünde de ifadesini bulduğu gibi bir kimseye ana demekle ana olmaz, bacı demekle de bacı olmaz.
Analık ancak birtakım gerçekliklerle vücut bulur. O da ceninin oluşmasında gerekli iki ana unsurdan biri olan yumurtanın kadına ait olması, rahminde büyütmüş olması ve nihayetinde doğurması, arkasından da sütünü vermesi ve bu şekilde onu hayata tutundurması. Bütün bunlar varsa o kimsenin gerçek annesi o olur. Hadislerde de annenin üç hakkından[1] bahsedilir: Bunlar yumurta yoluyla genetik özelliklerini vermiş olması, rahim yoluyla oluşumunu tamamlatması ve doğurması ve sütü ile büyütmesi katkılarına tekabül eder gibi gözüküyor: Bu üçünü de aynı kadın yapmışsa üç hakkı bulunan tam anne olur. Sade sütünü vermişse sütanne olur. İmkânlarla doğru orantılı olarak bu iki anne tarihimizde de vardır. Çocuğa yabancı olan sütanne için gerçek annelikten farklı ama bir takım özel hükümleri bulunan sütanneliği kurumu oluşturulmuştur.
Bu duruma göre taşıyıcı anneye, ayetin lafzından hareketle gerçek anne denilmesi uygun değildir. Zira onun gerçekliği ayette sözü edilen gerçekliğe tekabül etmemektedir. Ona verilecek isim de taşıyıcı anne olacak, onun da birtakım kendine özgü hükümleri bulunacaktır. Veraset ise, çocuk ile sadece özelliklerini tevarüs ettiği genetik anne arasında olacaktır. Bu itibarla var olması halinde hem sütanne hem de taşıyıcı anne ile arasında miras hükümleri cari olmayacaktır.
Bağlam işte böyle bir şeydir vesselam!
Dua ile!
07.06.2018
GARİBCE



[1] سنن أبي داود ت الأرنؤوط (7/ 453)
عن بَهْز بن حَكِيمٍ، عن أبيه
عن جدِّه، قال: قلت: يا رسول الله -صلى الله عليه وسلم-، من أبَرُّ؟ قال: "أُمَّك، ثم أُمَّك، ثم أمَّك، ثم أباك، ثم الأقربَ فالأقربَ"

Ölüm: Sıra bize de gelir zahir!



Yaşlılar sıra sıra
Gençlerse ara sıra
Gelende durdurmaya
Kalp olur akça para

Suyu gider kurur gölüm
Açmaz olur açar gülüm
Tükenir defterde yaprak
İş tamam deyince ölüm

Kış gelir de her şey kurur
Sanma ölüm yokluk olur
Baharla her şey yeniden
Yeşerir de hayat bulur

Hikmetle bağdaşmaz ifnâ
Ölüm, bulmak değil fena
Şehadet ederiz ki Hak
 İhya eder celle sena

İnsan bir damla su kadar
Gözü daim Hakk’a bakar
Nerede olursa olsun
İlla ki ummana akar

Başın vurur taştan taşa
Kâh inişe kâh yokuşa
Ta vuslata erene dek
Devam eder bu akışa

Garibce bu bir sır naçar
Kilidi tek açkı açar
Önü bakar önümüze
Beyhude nas ondan kaçar

Dua ile!
07.06.2018
GARİBCE


5 Haziran 2018 Salı

Oruç da tutamadı özümüzü/ Bayram bari sen güldür yüzümüzü



Bir Ramazan daha gitmeye hazırlanıyor. Son günlerindeyiz şunun şurasında.
Bir umutla başlamıştık, “Ey Ramazan Hoş geldin ve ey Oruç biz seni tutamasak da hakkı ile bari sen tut bizi!” dediğimiz olduydu. Belli ya kendimize fazla güvenimiz yoktu, Ramazanda Oruçtan istimdadımız vardı. Belki biz onu tutmaya çabalarken  o tutardı bizi.  Allah Teâlâ gerekçe olarak “Leüalleküm tettekûn” buyurmuştu ya, biz de ona sevdalanıp ey oruç tut bizi derken koru bizi demeye getirmiştik.
Bağışıklık sisteminin bedenimizi koruduğu gibi ey oruç sen de bizi koru diye ona sığınmıştık.
Frenle hırslarımızı, gözümüz doysun. Gönlümüz yüklerinden azade asude olsun!
Ellerimizi tut, haram tutmasın.
Gözlerimizi tut. harama bakmasın!
Dilimizi tut, kem söz söylemesin!
Öfkemizi tut, kimse bizden  incinmesin, kinimizlen paylanmasın.
Fakat ne oldu?
Gene bildiğimizi okuduk.
İhtiraslarımızı gene dizginleyemedik, ihtiyaç kisvesi altında niceleri bizi gulyabani gibi gene çöllere saldı, beklentiler seraba daldı.
Ham fakılar gıybet orucu bozmaz dediler. Oruçluyduk ama gıybetimizi gene ettik, hakikaten de bozulmadı! Öyle bildik.
Bir habbe yediğimizde bozulan orucumuz  bir kubbe hak yedik, gene bozulmadı.
İnsani vazifelerimizdeki ihmallerimiz gene aynı şekilde sürdü. Hem şimdi bahanemiz de vardı. Oruçluyduk.
Sıla gene çoook uzaktı. Devrede toplu mesajlar vardı.
Vermek gene zordu. Maldan alınan candan alınsa ancak bu kadar zor olurdu.
İftarlarımız gene eşe dosta ve ağniyayı kirama oldu.
Fakir fukara sabirindendi, onlar zaten bu işi öğrenmişlerdi. Her kes en iyi bildiği işi yapmak gerekti.
Emekle yemek gene dengelenemedi. İş bölümü yemeği emeğe haram ediyordu; hem emek hem yemek iki iş bir kimseye fazla demekti.
Vesselam belli bizde dişliler yalama olmuş, orucun tutması bizi bağlamadı, işi salama alamadı.
Şimdi yüzümüz bayramda. Ona sesleniyoruz bir umutla:
Oruç da tutamadı özümüzü
Bayram bari sen güldür yüzümüzü!

Dua ile!
05.06.2018
GARİBCE


2 Haziran 2018 Cumartesi

Fıkıh ve Güncelleme

Bağlarbaşı’na inerken Altunizade köprüsüne varmadan iki şeritlik yol belli bir yerde genişliyor, şeritlerin ortası açılıyor ve orada taranılan (girmenin yasak olduğu) bir işaretleme mevcut bulunuyor. Şimdi siz bu işaretlemeye bakıyorsunuz ve çok anlamsız hatta saçma olduğunu düşünüyorsunuz. Ve hakikaten de öyle. Ama oranın bundan birkaç ay öncesini biliyor olsanız bu taranmış bölgenin hikmetini anlardınız. Çünkü orada yol üstünde Metrobüse giden bir üst geçit/ köprü vardı ve köprünün bir ayağı da tam yolun ortasında o taralı alanda idi. Ayak kalkmış, yolun o şekilde ayrılmasını gerekli kılan engel ortadan kalkmıştı ama kural eski hal üzere hala devam etmekteydi. Oysa yeni duruma uygun anında yeni düzenleme yapılması gerekiyordu. Siz yeni duruma göre yolla ilgili kuralları güncelleyemezseniz o zaman bu kabilden anlamsızlaşan kurallar yüzünden gerçekten anlamlı olan kurallar da saygınlığını kaybediyor.
Fıkıh, olaylarla birlikte ilerleyemezse olacak olan işte budur. Aslında vaktiyle çok anlamlı ama şu an için anlamını yitirmiş nice ahkâm.
İmdi biz bunlar üzerinde durup düşünmeyelim mi? Ahkâmda hikmet /yerindelik aramayalım mı?
Ecdadımız çok akılı, zeki, çalışkan, ileri görüşlü insanlardı. Ve onlar her bir şeyi yaptılar. Bize düşen onların yaptıklarını korumaktır, deniliyor.
Biz de diyoruz ki hayır, bize düşen onların yolunda olmaktır. Ama onların yaptıklarının aynını yaparak değil. Yolun tam da burasında ne yapılması gerektiğini bilerek ve gereğini yaparak yol almaktır.
Biz işte o zaman hikmetli ve hayatı kucaklayan bir fıkha sahip olabiliriz.
Kimi din adına konuşan ve fetva veren kimseler bu gerçekliğin farkına varmadan ellerindeki kitapların tam ortasından bir takım verileri bugünün insanlarına öğün diye boca etmeye kalkışıyorlar. Kim bilir kaç defadır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan bu öğünleri artık horanta yemiyor. Onlara nefis sıcak yemek çıkaramadığımız sürece kendi öz soframızda kendi öz evlatlarımızı tutmanın imkânı her geçen gün daha bir zor hal alacaktır. Sonunda fastfooda dadanan obezite olmuş yeni nesiller devşireceğiz.
Demedi demeyin!
Dua ile!
02.06.2018
GARİBCE

Mahşer gününde Ya Rab Yüzümüzü ak eyle


 

Yolumuzu hak eyle
Özümüzü pak eyle
Mahşer gününde Ya Rab
Yüzümüzü ak eyle

Başta gammı yok eyle
Zikri dilde çok eyle
Nimete şükür Ya Rab
Gözümüzü tok eyle

Özle barışık eyle
Rızana âşık eyle
Birliği bozma Ya Rab
Dirliğimiz şık eyle

Artır da imanımız
Kalmasın gümanımız
Yolumuza Kur'ân’ımız  
Nur saçan ışık eyle

Nebi ufukta rehber
Yolu cennete gider
Ömür dediğin biter
Hakka yanaşık eyle

Garibce sözün söyler
Yerin bulsun diler
Ehl-i hikmetle Ya Rab
Her dem kaynaşık eyle

Dua ile!
02.06.20018
GARİBCE



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...