27 Temmuz 2013 Cumartesi

Galiba tövbe etme zamanı: Sılayı rahim


Bir Ramazan günüydü.
Artık, tesbih gibi elinden düşürmeyip bakmayı vird edindiği akıllı telefonunu gene eline aldı dakikalarca baktı. Baktıkça yüzü geriliyor, sinirleri artıyordu. Her yerden silah ve kan kokusu geliyordu. Ciğer göğünmelerinin konursusu yürekleri burkuyordu.
Gezi olayları yüzünden günlerce hiçbir şey yapamamıştı. Suriye’de akan kan oluk oluktu. Şimdi bir de Mısır çıkmıştı. Beterin beteri vardı. Masum kalabalıkların üzerine  ordu sahici mermilerle ateş ediyor, iki yüz kişi ölüyor ve yüzlercesi ağır olmak üzere  binlercesi yaralanıyordu. Üstelik ölenler nişan alınarak vuruluyordu. Vuran ordu, milletin kendi öz ordusu görünüyordu.
Feys’de yüzler gülmüyordu. Tivit’te keza kin ve nefret yağıyordu. Herkes birbirine lanet yağdırıyordu.
Böyle bir dünyada yaşıyordu. Olmasına müstazafların yanındaydı ama yaptığı bir şey de yoktu. Dua ediyordu ya. Daha ne yapsındı. Dua en güçlü silahtı.
Bir oruç mevsimindeydi ve huzuru yoktu. Huzuru bozacak o kadar şey vardı ki, bunların arasından sıyrılıp huzuru bulması mümkün değildi.
Bir yanda genç kraliçe doğum yapmış diye bütün medya ona kilitlenmişti. Bir yanda savaşlar yüzünden ölen sayısız çocuk vardı, hala dünyada açlıktan ölenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyordu ama varlıkları ile yoklukları arasında  kayda değer bir durum olmadığı için onlar habere konu olmuyordu.
Sılayı rahim ömrü uzatır diye duymuştu. Çoktandır gitmediği memleketini özledi. Sırayla birkaç kardeşini aradı. Cevap veren olmadı. Herhalde işte güçte idiler, dedi. Sahi oruç da tutuyorlar mıydı? Ne de olsa ağır işleri vardı ve günler çok uzundu. Sonra eski zamanları hatırladı. Ekin biçimi mevsimine denk gelen oruçları… İnsanlar oruçlarını tutarlardı. Zaten orucun bir albenisi de vardı. Kendisini tuttururdu zahir.
Bir süre sonra  telefonu bir kez çaldı. Az önce aradığı kızkardeşi kendisine dönmüştü. Belki kontörü yoktu. Onu yeniden aradı ve konuştular, halleşip, dertleştiler. Köyün bir kenarında güzel bir evleri vardı. Önünde  bir bahçe. Şehirlerde olsa villa derlerdi hani. Çiçek tarhı olacak yerlere onlar soğan, maydanoz, biber vb. ekerlerdi. Çiçekleri de olurdu. Dışarıdan bakınca varlıklı sayılırlardı.
“Geçiminiz nasıl?” diye sordu.
“Çok şükür!” dedi.
Hangi Anadolu kadını böyle bir sual karşısında hemen dert yanardı ki. Laf lafı açtı ve adam kardeşinin geçim sıkıntısı çekmekte olduğunu anladı. Ayda elli yüz lira bile olsa bir gelirin onlar için ne kadar önemli bir şey olduğunu öğrendi. Adam altmış beş yaşına ulaşmış artık onu çalıştırmak için kimse gurbete götürmez olmuş. Çocuklar ayrılmışlar zar zor geçinirlermiş. Köyde bir iki inekleri varmış. O da tabak hastalığına yakalanmış, sütleri kesilmiş. Güzün olunca komşuların ekmeğine gidermiş, dağ yemişleri toplar, mevsiminde yemlik, kenger, ekşimen, yılan pancarı toplarmış, yazın mevsim erişince de çıkan salatalık, biber, domates ile ekmeğe katık edip gül gibi geçinip giderlermiş.
Bütün bunları öğrendi. İnanamadı. Ne yapılabilirle ilgili bir şeyler konuştu. İki tarafın da sözü uzatamayacağı anlaşılmıştı. Telefonu kapadı.
Yanakları ıslanmıştı. Öfkesini alamadı. Epey bir hıçkıra hıçkıra ağladı.
Özlediği huzurun kendisini yavaşça sarmaladığını hissetti.
Sosyal medyaya ve tüm küresel araçlara lanet etti.
Dünyanın öbür ucundaki olaylardan anında haberdar ediliyordu. Ama savrulmuş kendi öz ailesinin bireylerini ihmale terk ediyor ve ilgisizliğe bir anlamda mahkum ediyordu.
Kraliçe’nin bebesine mi sevinsindi.
Msır halkına mı yansındı.
Suriye halkına mı.
Kendi öz ailesine karşı ilgisizliğine mi ağlasındı.
Yüreğinde bir sızı hissediyordu. İlginç bir şekilde sızı arttıkça huzuru artıyordu.
Sılamızı ihmal ettik; başkalarının derdiyle dertlenmedik. Allah da bizden huzuru aldı.
Açlar bulamıyor.
Biz ise tat alamıyor olduk.
İyi mi!
Galiba tövbe etme zamanı.
Dua ile!
27.07.2013
GARİBCE


25 Temmuz 2013 Perşembe

Adaletten öte bir şey var mı? İhsan



Kur’an’da “adl” ve “âdil” sözcükleri Allah için kullanılmıyor.
Taradığım kadarıyla hadislerde de  “Âllah adl” ya da “Allah âdil” şeklinde bir kullanım şekli de geçmiyor.
Buna mukabil el-Esmâu’l-hüsnâ arasında “el-adl” var.
Ama buna karşılık insanlara “adaletli” olmaları emrediliyor. Kin ve öfke dolu olunan insanlara karşı bile adaletli olunması emrediliyor ve adaletin takva için en uygun davranış biçimi olduğu vurgulanıyor[1].
En cami (kapsayıcı anlam yüklü) ayetlerimizden biri, her Cuma hutbesinin en sonunda okunan en-Nahl 16/90 ayetidir:
انَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (90)  [النحل]
Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl 16/90)
Adalet, her şeye hakkını vermek demektir. Allah’ı tazim, tahmîd, tesbih, tehlil, tekbir ve tevhid… bilumum saygı ve tapınma anlamı içeren davranışlar sadece O’nun uluhiyet ve rububiyet hakkıdır. Bunu O’na özgülemek yerine yedek tanrılar (putlar) edinip, onları da tazime paydaş görmek,  ancak Allah’a nispet edilmesi söz konusu saygıyı bu uyduruk şeylere de nispet etmek şirk koşmaktır ve şirk en büyük zulüm sayılmaktadır.[2]
Onluk yapana on, beşlik yapana beş vermek adalettir.
Emek ücret dengesi adalettir.
Bir kötülüğe dengi bir ceza vermek adalettir.
Sizin yüzünüze bir tokat akşeden kişi, sizin de onun yüzüne bir tokat akşetmenizi hak etmiştir ve sizin de onun hakkını vermeniz (tabii doğrudan ihkak-ı hak şeklinde değil, adalet mekanizmalarını devreye sokarak) adalettir.
Yüce Allah adaleti emrediyor. Demek adalet iyi bir şey.
Fakat Allah hemen bir şeyi daha emrediyor: O da “İhsân”.
İhsân, güzellik kökünden türetilmiş ifâl babında bir masdardır. Ahsene’nin bab özelliği olarak iki anlamı var: Biri geçişlilik katkısı ile kişideki güzelliği başkasına geçirmek yani “başkalarına güzellik ve iyilik yapmak” demektir. Nitekim yukarıdaki Diyanet’e ait mealde de böyle çevrilmiştir.  Fakat ihsân’ın bir diğer manası daha vardır ki o da kişinin “güzelliğe, iyiliğe kesmesi” demektir. Buna göre Muhsin demek kişinin kendi güzel, fikri güzel, fiili güzel, davranışları güzel demek olur. Bu mana, elbette birinci manayı da içinde taşır. Çünkü güzel insan, güzel işler yapar.
İhsan, hadiste de kulluğumuzu hep Allah’ı görüyormuş gibi yapmamız anlamında terimleştirilmiştir[3]. Allah güzeldir. O’nun güzelliği bizi bürümüştür ve biz bunun farkındalığına ulaşmışızdır. O’nun hep huzurunda olmanın bilinci ile ne yapmışsak hep güzel yapmışızdır; imanımızda, ibadetlerimizde ihlastan, işlerimizde kaliteden ödün vermemişizdir.  Ne âlâ!
İhsan sonucunda kişi, adalet makamının bir üst katına çıkar. Bunun sonucu olarak kendisine bir kötülük edene dengi bir ceza vermesi adalet gereği iken, o affeder, bağışlar.
Mesela kısasa kısas adalettir. Ama bağışlamak ihsândır; ancak muhsinlerin yapabileceği bir davranıştır.
Birisine borç vermiştir. Vadesi gelmiştir. Ama adam ödememiştir. Kişinin borcunu ödemeyen o kimseyi mahkemeye vermesi ve cebrî icra yoluyla hakkını alması adalettir. Kimse ona haksızlık yaptı diyemez. Ama o kimsenin “fe nazıratun ilâ meysere”[4] fahvâsınca o kişiye mühlet vermesi, ilave süre tanıması, vadeyi uzatması ihsan mertebesiyle alakalı bir davranıştır.
Hele borcun kısmen ye da tamamen bağışlanması ihsan üstü ihsan demektir.
Allah’ın sevdiği “muhsinler” de işte bunlardır.
Bizi de onlardan kılması duasıyla!
25.07.2013
GARİBCE



[1] يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (8)  [المائدة : 8 ، 9]
[2] وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ (13) [لقمان : 13]
[3] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (1 / 20)  مَا الإِحْسَانُ قَالَ : أَنْ تَعْبُدَ اللَّهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ ، فَإِنَّهُ يَرَاكَ
[4] وَإِنْ كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَى مَيْسَرَةٍ وَأَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (280)  [البقرة]

23 Temmuz 2013 Salı

Görücülükten zumlamacılığa değişim


“Ne olacak bizim bu oğlanların hali!” başlıklı yazımızda hem oğlanların hem de kızların evlenmelerinin giderek zorlaştığından söz etmiş ve “Fuzûlî” olarak da olsa gençlere yardım etmek gerektiğinden söz etmiştik.
Hayat öyle bir şey ki su gibi akıyor ve bu akışla birlikte her şey değişiyor. Bugünkü akan su dünkü akan su değil, bu kesin. Fakat, “bugünkü suyun dünkünden farkı nedir?” diye sorduğunuzda da alacağınız cevap hemen çoğu kez bir “Hiiiç!” oluyor.
O zaman ne değişti ne değişmedi.
Aslında oyuncular değişiyor, araçlar, yollar, usuller bunlar hep değişiyor. Fakat bunların gerisinde duran asıl saikler, bizi harekete geçiren ihtiyaçlar değişmiyor.
Evlilikle ilgili eskiden evlenecek adayların birbirlerine akın edebilmeleri için illa ki birinin “elbir”lik yapması gereği vardı. Çünkü çoğu kez oğlan kızı göremezdi. Kızların oğlanları görme şansı daha fazlaydı.
Biri kızın ya da oğlanın dizinin dibine oturur ve onun kulağına falancanın oğlunun ya da kızının adını fısıldardı. İçlerine aşk ateşi düşmesi için bazı kereler adı bile yeterdi. Kızlar köylerde su getirmek için köy meydanındaki çeşmelere giderlerdi. Oğlanlar bu anları bir fırsat bilirlerdi. Yahut düğünlerde,  şenliklerde göz göze gelirler birbirlerine vurulurlardı. Geleneklerin katı olduğu yerlerde ya da ailelerde oğlanın evlendiği kızı ancak gerdek gecesinde gördüğü bile olurdu.
Hayreddin Karaman (kendisi benim doktora danışman hocam olur)  Konya’da İmam Hatip Okulunu okurken (1953) habersizce nişanlamışlar ve durumu mektupla kendisine yazmışlar, hocayı çok seven kayınpeder öyle numaralar çekmiş ki iki yıl süren nişanlılık döneminde hoca kızı asla görmeye muvaffak olamamış. Ebesine yalvarmış bari cansız bir hayalini göreyim diye. Ebesi bu işin bir şekilde üstesinden gelmiş ve kızın üç yaşında iken elinde bir üzüm salkımı ile çekilmiş fotoğrafını getirmiş. Ne yapsın, başkası yokmuş. Sonrada gripin kapağının üzerindeki başı ağrıyan bayanın resmini gösterip, “Aha böyle biri!” demiş Hocanın merakını giderebilmek için. Hoca 1956’da İmam Hatip orta kısmını bitirmiş olarak yirmi iki yaşında evlendiğinde ancak zifaf gecesinde hanımının yüzünü görebilmiş. Tepkisi “Kardeşine benziyormuşsun!” olmuş ve beğenmiş ve hep beğenmiş. (bk. Hayreddin Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş Hayatım ve Hatıralar, İz Yayıncılık 2008, I, 159)
O dönemlerde aile büyükleri ya da yakın dostlar araya giriyor ve işi bitiriyorlardı. Tabi dışarıdan bir gözle her iki ailenin birbirlerine denkliklerini dikkate alarak bu işi yaptıkları için asırlar boyu bu iş sağlıklı neticeler vererek yürüyordu. Hem evlenme yaşı oldukça küçüktü, kızlar ayrı bir eve değil, ailenin yanına gelin geliyorlardı. Üstelik nikahta da keramet vardı.
İhtiyaç vardı ve bunu karşılamanın yolu da işlek bir biçimde çalışıyordu.
Şimdiye gelince artık herkes meydanda. Hem oğlumuz hem kızımız sosyal hayatın içinde. Otobüste, caddede, okulda, camide, sinemada… kısaca her yerde. Kimsenin kimseden kaçtığı, göçtüğü yok.  Kimsenin bir başkasını görememe diye bir derdi yok. Herkes ve her şey ortada. Sosyal Medya evin mahremiyetini de bitirdi.  Dolayısıyla böyle bir ortamda evlilik için artık görücü usulüne ihtiyaç kalmadı. Elhak bu doğrudur, fakat bu kez de bir başka sorun vardı: Herkesin ve her şeyin meydanda olması, herkesin birbirine benzer bir hal alması.
Mezuniyet hatıra fotoğrafları vardır. Öğrenciler merdivene boy boy dizilirler ve topluca fotoğraf çektirirler. Bakınca herkes meydanda ve ortalıkta, ama hepsi birbirinin aynı.
Alta not düşülür: İkinci sırada sağdan üçüncü kişi benim diye.
Temel, Hollanda da iki cins inek arasında boynuzlarından tutarak fotoğraf çektirmiş ve Fadime’ye göndermiş: Altına da yazmış: Ortadaki benim!
İşte böylesi bir durumda herkesin flu bir görünüm arz ettiği ortamlarda zumlama ihtiyacı belirdi. Öyle ya herkesin görünür olduğu bir ortamda özel olarak bizim dikkat nazarlarımızı üzerine çekeceğimiz kişiyi nasıl belirleyeceğiz.
Eskiden görücülüğü bir yol olarak doğuran ihtiyacın bir benzerinin burada da kendisini hissettirdiği gözüküyor.
Bu zumlama işini ya evlenmek isteyen adaylar kendileri yapacaklar. Ulaşmak istedikleri kimselerin dikkatini çekebilmek için gerekirse dokuz tombalak atacaklar.
Ya da gene bu iş büyükler/ dostlar olarak bize düşecek.
Görülüyor ya her şeyin değiştiği bir dünyadayız ama aslında saikler değişmiyor.
İhtiyaçlar hep aynı duruyor ve ihtiyaçlar kendi usul ve yollarını da oluşturuyor.
Dua ile!
23.07.2013

GARİBCE

18 Temmuz 2013 Perşembe

Güç ve Çaresizlik


İnsan olarak ne kadar güçlü olduğumuzu düşünürüm. İçinden çıkamadığımız sorun olmamış, aşamadığımız dağ kalmamış. Everest gibi zirveler bile hırsımızla, gücümüzle baş edememiş. Okyanuslar aşmışız, kanallar açıp denizleri birbirine bağlamışız. Tonlarca ağırlıklı metal kuşları uçurmuşuz. Balıkların inemediği derinliklere dalmışız.
Yazın sıcağını serinliğe, kışın dondurucu soğukluğunu sıcaklığa döndürmüşüz.
Dev seralarda yazın meyvesini kışın yetiştirmiş, kış günü yaz meyveleri yemişiz.
Toprağı sıkıp, içinden her türlü sebze ve meyve fışkırtmış, tahıl ekip  ürün hasat etmişiz.
Makine yapan makineler icat etmişiz.
İnsanın yerini alması için robotlar geliştirmişiz.
Şehirlerin altını üstüne getirecek, küremizi yörüngesinden savuracak korkunç silahlar yapmışız.
Bütün bunları yapan kudretli biz, meğer aynı zamanda ne kadar da acizmişiz.
Bir virüsle baş edemeyip helake yelken açmışız. Salgınlar olmuş, kıran girmiş birer birer yaprak gibi dökülmüşüz. Adı değişmiş veba olmuş, taun olmuş kolera olmuş, kuş gribi, domuz gribi, deli dana. Anadolu insanı hepsine birden “Kıran girdi” demiş.
Felaketler karşısında eli kolu bağlı çaresizliğin resmini vermişiz. Amerika’nın meşhur kasırgaları, Büyük Okyanus sahillerinin tsunamileri ve her yerde ve zamanda depremler… Yangınlar, sel felaketleri… O muazzam teknolojiler, dağları un ufak eden ve yerlerine gökdelenler diken o devasa iş makineleri felaketler karşısında karton kutular gibi kendini sele kaptırmış, yerin yutmasına mani olamamış.
Ve sosyal yönüyle zaaflarımız.
Kendi özümüze sözümüzü geçiremeyecek kadar zayıf halimiz. Sigara, içki, uyuşturucu zararlıdır biliriz ama geri duramayız, gücümüz yetmez.
Kendi eşimizle, öz oğlumuzla, öz kızımızla iletişim kuramayacak kadar zavallı oluşumuz ve onlara bir türlü ulaşamamanın sancılarıyla kıvranışımız.
Yusuf’unu kaybeden Yakub’un çaresizliği.
Yusuf’un gömleği yırtılırken, hapiste unutulmaya yüz tutulmuşken ki çaresizliği.
Yusuf’un kardeşlerinin son kertede, babalarına Bünyamin’siz olarak dönme zorunda kalışlarındaki çaresizlikleri.
Yunus’un balık karnındaki çaresizliği.
Kavmine söz geçiremeyen Musa’nın, sakalını Musa’ya kaptırmış olan Harun’un, havarilerinin ihanetine uğrayın İsa’nın  ve kendi öz kavmi tarafından taşlanan, canına kastedilen ve ülkesinden kovulan Hz. Muhammed’in çaresizliği.
Ne var ki her zaman hesapta olmayan bir şey daha var: İlahî inayet, insanlığı kuşatan eşsiz rahmet. Her şeyin bitti artık dendiği zamanda o imdadımıza yetişiyor da yeni bir umut, yeni bir solukla hayat yeniden ve  bir eşik daha atlayarak devam ediyor.
Ya Rabbi! Bizi bize koma. Gazabını  geçen rahmetinle bizi kucakla.
Biz gerçekten çok aciziz. Ve biz her daim senin inayetine, lütuf ve ihsanına muhtacız.
İnnemâ eşkû bessî ve hüznî ilallah!
Ve ufavvidu emrî ileyke Ya Allah!
La havle ve la kuvvete illâ billah.
Aleyhi tevekkeltü ve ilheyhi ünîb!
Ve mâ tevfîkî illa billah!

18.07.2013

GARİBCE

16 Temmuz 2013 Salı

Milli Piyango


Prof. Dr. Süleyman Ateş Hoca, Milli Piyango'nun haram olmadığını söylemiş.

Haber7: A Haber'de Özlem Denizmen'in sunduğu Para Durumu programına katılan Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş, Milli Piyango oynamanın hükmü ile ilgili verdiği cevap şaşırttı.
Kur'an-ı Kerim'in kumarı yasaklama nedeninin; insanı namazdan alıkoyması ve insanları birbirine düşman etmesi olduğunu belirten Prof. Dr. Süleyman Ateş, "Eğer bu şartlar oluşmuş ise bu haramdır" dedi.
Milli Piyango'nun insanları meşgul etmediğini, birbirine düşman etmediğini o yüzden de haram olmadığını ifade eden Ateş "İnsanlar Milli Piyango bileti alır, ondan sonra ya unutur ya da bileti saklar. Bu insanın vaktini almaz. Sadece bilet almaktan ibarettir. Fakat öteki Loto ve Toto bunlar insanın vaktini alan şeylerdir. Bunlar haramdır. Fakat Milli Piyango haram değil ama çok güzel bir şey de değildir. Mekruhtur anca... Yani hoş bir şey değildir. Ama öteki gibi haram sayılamaz. Benim kanaatim böyledir." sözlerine yer verdi.
_oOo_
Hoca keşke meseleye daha başka pencerelerden de baksaydı.
Kumar, müşterek bahis ve benzeri şans oyunları sonucu elde edilen servet nasıl helal olabilir ki!
Kumarın bin bir türlü oynanış şekli vardır. İlk gelecek plaka çift mi olacak tek mi, kimin lokumunun üstüne sinek konacak… gibi akla hayale gelmedik şekilleri var. Kumar oynamak isteyen ve buna hasta olan kimselerin elinden şimdiye dek bilinen bütün kumar enstrümanları alınsa, onlar daha o anda yeni bir yol bulurlar. Bu bir saplantıdır. Kur’an bizi bu tür saplantılardan kurtarmaya çalışıyor.  Mesele sadece vakit öldürme, oynayanlar arasında kin ve düşmanlığa sebebiyet verme meselesi değildir.
İnsan rızkını kazanmak için meşru bir yol tutmalı ve elde edeciği rızkın helalinden tadını çıkarabilmelidir.
Hay’dan gelen Hû’ya gidermiş.
İnsanlar, normal yollardan çalışıp kazanma ve zengin olma umutlarını yitirdikleri zaman, artık her şeyi şansa bırakırlarmış. Bir toplumda kumar ve şans oyunlarının yaygın olması o ülkenin ekonomisinin sağlıklı olmadığının da bir göstergesi sayılırmuş.
Hükümetler, ihdas ettikleri sözde millî yollarla umutları sömürme yerine, yaygın istihdam oluşturmanın ve adil bir servet dağılımının yollarını bulmalı ve imkanlarını hazırlamalıdır. Arabaların arkasına yazarlar ya hani: “Nazar etme ne olur! Çalış senin de olur!”
Gerçekten çalıştığı zaman insanlar kazanabileceklerine inandırılmalı ve zengin olmak için sağlıklı yolun çalışmadan geçeceği tecrübî olarak gösterilebilmelidir.
İsrafın ve tebzirin yasak olduğu, mütref bir hayat sürmenin yerildiği ve toplumsal helaklerin sebebi olarak gösterildiği bir İslam tüketim anlayışında saman alevi gibi parlayan zenginleşmelerin çok da anlamlı olmayacağı açıktır.
Biz, herkesin ocağının yandığı, herkesin ocağında aşın piştiği ve o aşın huzur ile paylaşıldığı bir yaşam tarzını benimsiyoruz.
Emek, sermaye ve risk üstlenme gibi meşru bir sebebe dayalı olmayan kazançlara iyi gözle bakamayız.
Bu piyangonun millîsi ile elde ediliyor bile olsa.
Helalinden bol kazançlar duasıyla!
16.07.2013

GARİBCE

Çocuklara isim verme: Kader ve Yeter



Kırk bir yaşına vardığı için artık doğurma şansının kalmayacağını düşünen ve kocasına şimdiye dek altı kız doğurmuş ve bu kez ille de erkek doğuracağım diye beklerken hem de iki tane daha kız dünyaya getiren Kürt kadını hemen durumdan vazife çıkarmış ve ikizlere adlarını da verivermiş kendince: Bext ve Bese.
Bütün dillerde benzerleri olan isimler: Kader ve Yeter.
Kocası bunu duyunca: “Sen bebelere isim vermemişsin ki. Göklere mektup yazmışsın!” demiş ve devamla da eklemiş: “Hüsranını ilan etmişsin. Allah’ın gücüne gider valla. Ne lüzum var buna?” Sonra da kendi aklındaki isimleri vermiş çocuklara: Pembe ve Cemile… Çayda eriyen şeker küpleri gibi yumuşacık ve tatlı, her türlü sivriliklerden uzak isimler. (Elif Şafak, İskender, İstanbul 2011, s. 19-20)
İsim verilirken mesaj da verilmek isteniyor olması galiba bütün kültürlerde var.
Mesela Yahya ismi, hem anlam hem de kullanılış amacı bakımından bizim Yaşar’ın tam karşılığı.
İsimlerden kimi bu sekiz kız annesinin isimlendirmesi örneğinde olduğu gibi doğrudan bir dilek, bir dua olarak Allah’a arz anlamı taşıyor. Haşa itiraz olamaz zaten. Olsa olsa naz makamında bir davranış olur.
Kimi devlete. Bu günlerde bir çocuğa verilen Kürdistan ismi yüksek mahkeme tarafından onandı.
Kimi kimlik beyanına yönelik.
Kimi kültür taşıyıcısı olma biçiminde.
Kimi tarihi köklerle yeniden bağ kurma.
Kimi kendi sülalesine bağlılık andı şeklinde.
Böyle uzayıp gidiyor saikler.
Ama şu unutulmamalı ki bu isimleri koyanlardan çok o çocuklar taşıyorlar bu isimlerin yükünü. Kimi yaz yaz bitmez, formlara sığmaz up uzun isimler, kimi müstehcenlik çağrıştıran isimler, kimi apaçık ideolojik çatışma ifade eden isimler… Bu çocuklara yazık değil mi?
Bu nasıl anne ve babalık şefkati ki kendisi beyan etmeye cesaret edemediği kimliğini ya da ideolojisini çocuğuna koyduğu isim üzerinden gerçekleştirmek istiyor.
İsim koyma bir haktır ve bu doğrudur. Ama aynı zamanda bir sorumluluktur da.
Bu yeni nesillerin zaman içinde en çok özlemini çekecekleri şey, muhtemelen kendi aile büyüklerinin isimlerini kendi öz çocuklarında yaşatamamaları olacak gibi gözüküyor.
Kendi öz semalarımızı o kadar  öz kültürümüze yabancı yıldızlar doldurdu ki, isimlendirmede onlardan bir türlü kendi değerlerimize sıra gelmiyor. Zaten doğurduğumuz çocuk toru topu bir iki. Erdoğan’ın üç çocuk talebini bile insanlar fazla buluyor. Mesela şöyle dokuz tane çocuk doğursalar, o takdirde istediği ismi vursunlar. Nasıl olsa aile isimleri de bunlar içinde bir şekilde yaşar.
Ama öyle değil.
Dua ile!
16.07.2013

GARİBCE

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Ne olacak bizim bu oğlanların hali!


Eskiden bu sözü “Hep ne olacak bizim bu kızların hali!” diye söylerdik. Artık oğlanlarımız için de demeye başladık. Hakikaten ne olacak şu bizim -çocuk demeye dilim varmıyor- oğlanların ve kızların hali.
Başbakanımız ille de üç çocuk yapacaksınız diyor ve doğru da söylüyor. Zorlama yok. Ufuk gösteriyor, ötesini sen bilirsin ister yaparsın ister yapmazsın.
Ama yapabilmek için önce imkan lazım. Artık eskisi gibi çocukları leylekler getirmiyor.
Bir taraftan sosyal bir yara çocuk anneler. Sayıları binlerle ifade ediliyor. Henüz oyun çağında, doyası oynayabilmiş değil, ama kucağında bakmaya mecbur olduğu bebesi var.  Bu arada Ayşe annemizin bile zaman zaman oynadığı oyuncakları varmış. Hani istisnai durumlar olabilir. Ama yaygınlık kazanması bunun sosyal bir sorun halini alması gibi bir sonucu intac ediyor.
Taaddüd-i zevcâtın yani birden fazla kadınla evlenmenin  dinen caiz olması yanında hukuken de serbest olduğu Arap ülkelerinde “en önemli sosyal problemin unûse sorunsalı olduğunu” söylüyorlar.  Yani evlilik yaşı geçtiği halde bir türlü evlen(e)meyen kızların sayısının giderek artması.
Bu kızlar neden evlenmezler. Çünkü en büyük sebep evlenebilecekleri erkek bulamazlar. Meselenin bu yönü böyle.
Peki onlara eş olacak erkekler nerede?
Arazide. Zavallılar evlilikten gözleri öyle korkmuş ki tam anlamıyla arazideler. Kimi evlilik için olmazsa olmaz gördüğü kariyerini tamamlamada, kimi dünyanın öbür ucunda, kimi olur ya dışarı çıkarım da sırtıma birileri biniverir diye hep bir şeylerin arkasında.
Ebeveynler aman bizim kız evde kalacak diye hep kaygı ederlerdi, şimdi “Ne olacak bizim bu oğlanın hali!” diye ahu figan etmedeler.
İş böyle bir noktaya gelmiş vaziyette. Evleri olmayan insanlar için şu anda nerede bulunduklarının hiç de önemi yokmuş. Keza gidecek bir yerleri  olmayanlar için de öyle.
Hayatında, kendisinin diğer yarısı gibi gördüğü bir eşi olmayan birinin ihtiyaç duyması halinde yanındakinin kim olmasının da önemi yok. Ha dalında elma, ha dibinde elma. Ha bu ha ötekisi.
Müslümanlık zor zenaat. Bir Allah’a inanacaksın. Onun, bize kendi özlerimizden eşler yaratmış olduğuna inanacak ve onun arayışı içinde olacaksın. Eşinden başkasına bakmayacaksın, el uzatmayacaksın, dokunmayacaksın. Hal böyle olunca kendilerini korumaları için en çok ihtiyaç duydukları dönemde, evlilik yükünü omuzlamada en  mütahammil, evliliğin meyvelerini devşirmede en verimli oldukları dönemde bizim bu insanlarımıza eşlerini bulmada yardımcı olmamız gerekiyor ve onları yüreklendirmeye çalışmamız icab ediyor.
İyi çıktı bahtım, kötü çıktı vay sebep!
Olsun, biz de şöyle deriz: İyilik yap at denize, balık bilmezse Hâlık bilir.
Hem bunlar bizim kendi öz yavrularımız, ciğer parelerimiz ve de anne kuzuları.
Hayatın tozunu attırmış olsalar bile belli ki bu alanda desteğe ihtiyaçları var.
Sizce de öyle değil mi?
Dua ile!
13.07.2013

GARİBCE

11 Temmuz 2013 Perşembe

Astım hastaları oruç tutabilir mi?


Türkiye’de dört milyon astım hastası varmış.
Nasıl bir dindarlık anlayışı ki bu dört milyon insana ekranlardan şöyle sesleniyorsunuz: “Siz oruç tutamazsınız, çünkü aldığınız ilaç içinize gidiyor. Ciğerlerinize doluyor. Bu halde orucunuz bozulur.”
Eee!
“Öyle ise siz tutmayın, iyileştiğiniz zaman kaza edersiniz!”
Türkiye’de seslendirilen güçlü dindarlık anlayışının mantığı işte böyle işliyor.
Garibce’nin dünkü “Orucun tanımı var mı?” başlıklı yazısını lütfen bir daha okuyun.
Hiç ilgisiz biçimde “orucu vücuda giren bozar” şeklinde bir sonuca varıp ondan sonra da vücuda giren şey ok temreni, mermi çekirdeği bile olsa, odun parçası ya da paslı bir çivi bile olsa orucu bozar gibi bir sonuca ulaşmak, gerçekten tuhaf bir yaklaşım olmalıdır.
Ailemde olduğu için biliyorum. Astım hastası, ilaçlarını düzenli kullandığı zaman normal yaşantısını sürdürebiliyor. Hastalıkla çok iyi geçinmesi, ona çok iyi bakması gerekiyor. İlaçların düzenli ve vaktinde alınması hastalıkla iyi geçinmenin temel şartı.
Siz şimdi “astım hastalarının kullandığı spreylerde ilaç vardır ve içlerine çektikleri zaman sadece hava girmez, ciğerlere ilaç da girer. İlaç ciğerlere dolar. Dolayısıyla vücuda bir şey girmiş olur. Vücuda giren de orucu bozar” derseniz o insanların halinden hiç anlamamış olur, İslam’ın merhametinden, kucaklayıcılığından asla dem vurmuş olamazsınız.
İmdi astım hastası içinde ilaç zerrecikleri olan havayı içine çektiği zaman ne yemiş ya da ne içmiş oldu, ya da cinsel tatmin mi buldu sormak lazım.
Hani “el-Muftıratusselas” dedikleri yani orucu bozan  üç şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan ibaretti.
Astım hastası bunca insana, hiçbir mesnedi olmayan bir yaklaşım ve çıkarsama ile siz oruç tutamazsınız demek reva mıdır? Bu insanlar herkes gibi Ramazan’ın feyzinden ve bereketinden yararlanmak ister ve herkesle birlikte  tutmalarının imkanı önlerine açılmış olduğu takdirde hem özgüvenleri artar, hem sağlıklı bir şekilde ibadetlerini de vaktinde yapmanın hazzını yaşarlar ve bu durum kendilerini daha da iyi hissetmelerine sebep olur.
“Efendim daha sonra kaza etsinler!” demek insanı tanımamak ve insan psikolojisinden bîhaber olmak demektir. Herkesin yiyip içtiği bir mevsimde insanların üzerlerindeki oruç borcunu kaza etmeleri hiç de kolay değildir. Kaldı ki astım hastalığı çoğu kez kroniktir; çoğu hasta için ömür boyu süren, ancak ilaçla kontrol altında tutulan bir illettir.
Dünkü yazımızda bu konuda Din İşler Yüksek Kurulu’nun astım ilaçlarının orucu bozmayacağına dair kararından bahsetmiştik. Kurul üyeleri dışında bu karardan önce de bir çok hocamızın da bu ilaçların bozmayacağına dair fetva vermekte olduklarını da biliyorduk.
Dindarlık ölçülü olmayınca zarar veriyor. İtidal halinde bir dindarlık bazı zevatı belli ki tatmin etmiyor.
Garibce diyor ki: Siz bu anlayışla, bu yaklaşımla ve bu kafayla insanları dinin içinde tutamazsınız. Kendi öz çocuklarımız bile birer birer ellerinizden kayar giderler. Çünkü din namına söylediklerinizin kabul görebilmesi için gerçeklikte bir karşılığının olması lazımdır.
Dinin fıtrat dini olmasının anlamı da işte budur.
“Peki, sigaranın o zaman bundan ne farkı vardır?” denilebilir.  Evet sureta belki yoktur ama, astım ilaçlarının kullanımına cevaz verme tam da oruç tutabilmenin imkanını hazırlamayı amaçlıyor. Yani böyle bir yolun açılması astım hastalarının da oruç tutabilmelerinin imkanını sağlıyor. Oysa sigara, bizatihî orucun amaçladığı sonuçları ortadan kaldırmaya yönelik bir davranış oluyor. O yüzden amaçları bakımından bu iki fiilin birbirine benzetilmesi asla mümkün değildir.
Oruç bir irade eğitimi olarak bize yeme, içme gibi gündelik itiyatlarımızdan uzak durabilme gücünü kazandırır.
Astım ilaçları ise oruç tutabilmemizin imkanını verir.
Dinde ihtiyat, oruç tutabilecek insanları tutamayacakları  sarp bir yokuşa sürmek değildir.
Takvayı, keşke girenin bozmasında değil de biraz da gıybet vb. gibi günah işlerin işlenmesinin terkinde arayabilseydik.
Dua ile!
11.07.2013

GARİBCE

9 Temmuz 2013 Salı

Orucun tanımı var mı?


Kur’an’da oruç ile ilgili bir tanım yok. Niye yok? Çünkü insanlar orucun ne olduğunu bilmektedirler. O yüzden de ilk geçtiği yerde “es-sıyâm” şeklinde marife (belirgin)  olarak geçmekte ve ayetle bilinen bir duruma atıfta bulunulmuş olmaktadır. Zaten örnek olarak da başlarında Hz. Peygamber vardır. O yüzden tanıma ihtiyaç da yoktur. Bunun sonucu  hadislerde de bir tanım olduğunu bilmiyoruz.
Tanımlar bizim fıkıh kitaplarının işidir. Tabii olan da budur. Kavramlar, tanımlar elbette ki bir anda oluşmamış, birkaç asır süren bir teşekkül dönemi içinde her şey yerli yerine oturmuş ve belirginlik kazanmıştır.
İmdi bizim fıkıh kitaplarına baktığımızda şöyle bir tanım görmekteyiz:
“Sıyâm” ya da “savm” kelimesi sözlükte mutlak anlamda “tutmak” demektir. Şerî savm ise “özellikli bir tutma şekli”dir.
Özellikli tutma şeklinin açılımı da şöyledir:
“Tutma”, orucu bozucu üç şeyden olacaktır. Bunlar, yeme, içme ve cinsel ilişkidir.
Orucu tutan, bunu ibadet kastıyla yapmış olacaktır. Niyetsiz uzun süre aç ve susuz kalma oruç olmaz. Keza niyetin sahih olabilmesi için Müslüman olması da gerekmektedir.
Tutma işi özel bir zamanda yapılmış olacaktır. Bu da tan yerinin ağarmaya başlaması anından güneşin batışı anına kadar süren bir zamandır.
Tutan kişi özel bir vasıfta olacaktır. Bundan maksat kadınların hayız ve nifas (loğusalık) halinde olmaması demektir.
En yaygın furu kitaplarımızdan el-İhtiyar’ın (I, 131 vd.) tarifi ve açılımı böyledir.
İş burada kalsa mesele yok. Fakat tanım üzerine tefrî yani değişik sorulara cevap verme aşamasına gelindiğinde başka bir ifade ile neyin orucu bozup neyin bozmayacağı sorusunun cevabı farklı durumlar itibariyle irdelenmeye başlanınca tarifteki bu sadelik ve açıklık aynısıyla sürdürülmemekte ve “sadece, yeme, içme ve cinsel ilişki” orucu bozar, bunun dışındaki fiiller bozmaz denilmemekte mesela şöyle çıkarsamalar yapılmaktadır.
Hukne (şırınga ile) makattan vücuda bir şey verme, buruna ilaç çekme, kulağa ilaç/yağ damlatma, vücuttaki ya da baştaki bir yaraya ilaç koyma durumlarında da oruç bozulur. Çünkü “dâhil = iç” sayılan yere orucu bozucu özellik taşıyan şey girmiş olmaktadır. Bu giren şeyde ister gıda olsun ister ilaç vücudun yararına olma durumu vardır. (I, 141) Delilimiz de şudur: Hz. Peygamber buyuruyor ki: “Orucu, giren şey bozar”.
Ama kulağa su damlatılsa bozulmaz. Çünkü hem suret hem de mana olarak kulağa damlatılan suyun oruç bozucu özelliği yoktur. Yağ ya da ilaç ise mana itibariyle bozucu özelliktedir. Çünkü bunda dimağı (beyni) sağaltıcı özellik vardır.
Ebu Yusuf vücuttaki ve kafadaki yaraya konulan ilacın orucu bozucu olmayacağını çünkü girmenin doğal menfezlerden olmadığını söylemiş.
Örnekleme devam ediyor. Demir (misket gibi bir şey) yutsa oruç bozulur, çünkü sureta bir şey yutmuş oluyor ama kefaret gerekmez çünkü yenilir bir şey değil deniyor. Olur ya adamın boğazına sinek kaçsa, Allah’tan bu durumda oruç bozulmaz diyorlar. Çünkü kaçınmak mümkün değilmiş.
Böyle devam edip gidiyor.
İmdi burada Hz. Peygamber’e nispet edilen ve “Orucu giren şey bozar” şeklindeki söz, gerçekten sabit mi ve sabitse mutlak mı? Yani sözün bir bağlamı mı var.
Hadis kitaplarına baktığımızda bir kere bu sözün hadis değil İbn Abbas’a mevkûf olduğu görülüyor. Bağlamı ise şöyle:
İbn Abbas’a birinde yemekten dolayı abdest almanın gerekip gerekmeyeceği ve bir defasında da hacamat olmadan dolayı orucun bozulup bozulmayacağı soruluyor. O da “Abdest, girenden değil çıkandan, oruç da çıkandan değil girenden bozulur!” diyor.[1]
Buharî’deki gene mevkuf rivayeti de dikkate aldığımızda İbn Abbâs, kusma ve hacamat olma gibi durumlarda vücuttan çıkan şeyler sebebiyle oruca bir şey olmayacağını, orucun bozulması için yemek içmek gibi vücuda bir şey girmesi gerektiğini, abdestin de bunun aksine vücuttan çıkan şey sebebiyle bozulacağını ifade etmiş oluyor.
Bu “giren bozar” anlayışı o kadar ileri götürülüyor ki ok temreni, mermi çekirdeği gibi vücuda giren şeylerin bile orucu bozacağı iddialarına rastlanıyor. (Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 293)
Hal böyle olunca iğne ile vücuda ilaç zerkedilmesi hayda hayda orucu bozucu olacaktır.
İmameyn, hiç olmazsa bu anlayışı doğal yollardan içeriye gitmedikçe bozulmaz şeklinde yumuşatmış bulunuyorlar. Buna göre merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hoca “iğne ile orucun bozulmaması lazım gelir diyor” ve vaktiyle Fetvahane-i Âlî tarafından da bu yolda fetva verildiğini söylüyor ama yine de ihtiyata riayet edilmesinin evla olduğunu söylemeden de geri duramıyor.
Biz, orucun, bir tür irade eğitimi olduğunu ve bizi yeme, içme ve cinsel ilişki gibi günlük itiyatlarımızdan (alışkanlıklarımızdan) iradî olarak alıkoyduğunu söylüyoruz. Bu itibarla gerçek anlamda yeme, içme ve cinsel ilişki sayılmayan fiillerin orucu bozucu özelik taşıdığını alelacele söylemenin yersiz olduğunu kabul ediyoruz. Ama gerçek anlamda yeme içme olmasa bile, orucun tam da amaçladığı sonucu yok etme sonucunu gerektirici sigara, nargile, uyuşturucu kullanımı gibi şeylerin orucu kesinlikle bozacağını da ifade ediyoruz.
Türkiye’de belki ilk kez Din İşleri Yüksek Kurulu 2005 yılında önemli bir adım atmış ve  önce  “fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten uzak durarak ifa edilen bir ibadettir”  şeklinde orucun tanımını yaparak, arkasından da bu tanımı dikkate alarak daha önce oruç bozucu olarak bilinen ya da söylenen  astım hastalarının ilaçlarının kullanımı, göz, kulak ve buruna ilaç damlatılması, dil altı ilaçları, iğne vurulması gibi bir çok konuda insanlarımıza önemli bir rahatlatma getirmiştir.
Dinî kurumlarımızın vazifesi de bu olmalı, dini kolaylaştırıcı ve sevdirici  bir üslupla yorumlayarak insanlara sunmalıdır.
Dinin hayatta kalabilmesinin asgari koşulu budur. Katı bir dindarlık anlayışı insanları dinden sadece uzaklaştırır.
Dua ile!
09.07.2013
GARİBCE

Orucu Bozan ve Bozmayan Muayene ve Tedavi Yöntemleri

Tarih: 9/22/2005
Din İşleri Yüksek Kurulu, 22/09/2005 tarihinde Kurul Başkanı Vekili Prof. Dr. M. Saim YEPREM'in başkanlığında toplandı.

Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan "Orucu Bozan ve Bozmayan Muayene ve Tedavi Yöntemleri" konusu görüşüldü. Yapılan müzakereler sonucunda;

Birçok kişi, çeşitli sağlık problemleri nedeniyle tedavi görmektedir. Günümüzde Hz. Peygamber döneminde bulunmayan pek çok muayene ve tedavi yöntemleri ortaya çıkmıştır. Tedavi gören hastalardan bir kısmı, tedavi görürken oruç tutmayı da arzulamaktadırlar. Ancak, bu tedavi ve muyane yöntemlerinin oruçlarına zarar verip vermeyeceği konusunda tereddüde düşmekte ve bu konuda Başkanlığımızdan bilgi istemektedirler.
İslâm'ın beş temel esasından biri olan oruç, ayet ve hadislerdeki tanımına göre, fecr-i sâdıktan güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten uzak durarak ifa edilen bir ibadettir. Kur'an-ı Kerim'de, "Oruç gecesinde kadınlarınızla birleşmek size helâl kılındı (...) Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın." buyurulmaktadır (Bakara 2/187). Hz. Peygamber de; "İnsanın oruç dışındaki bütün ameli on mislinden yediyüz misline kadar mükafatlandırılır. Ancak oruç konusunda Yüce Allah, `Oruç benim içindir, mükafâtını da ben vereceğim. Kulum benim için yemesini, içmesini ve cinsel arzularını terk etmiştir.' buyurur" demiştir (Müslim, Sıyam, 30, H.No: 1151).
 

Buna göre oruç, ibadet niyetiyle yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten uzak durmaktan ibarettir ve bunlardan birinin yapılmasıyla oruç bozulur. Bu konuda bütün İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Yemek, içmek ve cinsî münasebet dışındaki konular ise, bunlara kıyaslanarak veya "sıyam" kelimesindeki imsak anlamından hareketle müçtehitler tarafından hükme bağlandığı için, bu konularda görüş ayrılığına düşmüşlerdir; birçok İslâm bilgini, orucu bozan şeyleri genişletirken, bir kısmı da, sadece ayet ve hadisteki orucun anlamından hareketle, bunları dar tutmuştur.

Yemek, içmek ve cinsî münasebete ek olarak, kendi fiiliyle ağız dolusu kusmak ve hacamat yapmak/yaptırmak dışında orucu bozan herhangi bir şey hadislerde bulunmamaktadır (bk. İbn Mâce, Sıyam, 18; Ebû Dâvûd, Sıyam, 28; Tirmizî, Savm, 25). Buna karşılık, yıkanmak, ağza su almak (mazmaza), diş fırçalamak (misvak kullanmak), sürme çekmek, eşini öpmek, yağlanmak, koku sürünmek gibi pek çok şeyin orucu bozmayacağı hadislerde yer almaktadır (bk. Buhârî, Savm, 24, 27; Müslim, Sıyam, 12; Tirmîzî, Savm, 29, 31, 76; İbn Mâce, Sıyam, 17; ?).

Oruç, nasıl ifa edileceği, bu ibadeti nelerin bozup bozmayacağı bütün Müslümanlarca bilinmesi gereken bir ibadettir. Bu nedenle Hz. Peygamber'in, diğer ibadetlerde olduğu gibi, orucu bozan başka şeyler olsaydı, bunları da detaylı olarak açıkça belirtmesi, sahabenin de bunu kendilerinden sonraki nesle aktarmaları gerekirdi. Halbuki, yukarıda zikredilenlerin dışında orucu bozan şeyler hakkında, ne sahih, ne zayıf, ne müsnet, ne de mürsel bir hadis rivayet edilmiştir.

Fıkıh kaynaklarımızda orucu bozan şeyler arasında yer alan âmmeye (baştaki derin yaraya) ve câifeye (karındaki derin yaraya) ilaç konulması, hukne yaptırılması gibi bazı hususlar, Hz. Peygamber döneminde de meydana gelmesine ve bütün Müslümanların bununla karşı karşıya kalma ihtimali bulunmasına rağmen, Peygamberimiz'den bunların orucu bozduğuna dair bir rivayet gelmemiştir. Oysa, bütün Müslümanların maruz kalabileceği konularda Peygamber'in açıklamada bulunması, tebliğin gereğidir. Bu itibarla orucu, yalınız Kur'an'ın ve sahih sünnetin açık beyan ettiği yemek, içmek ve cinsî münasebet bozar. Bu da dinimizin oruçtan kastettiği, nefsanî arzulardan ve bedenî alışkanlıklardan uzak durmakla örtüşmektedir.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında, orucu bozup bozmayacağı bakımından muayene ve tedavi yöntemleri aşağıdaki şekilde değerlendirilebilir:

a) Astım hastalarının kullandığı sprey

Akciğer hastalarının kullandıkları spreyden, bir kullanımda 1/20 ml. gibi çok az bir miktar ağıza sıkılmaktadır. Bunun da önemli bir kısmı ağız ve nefes boruları cidarında emilerek yok olmaktadır. Bundan geriye bir miktarın kalıp tükrük ile mideye ulaştığı konusunda kesin bir bilgi de yoktur. Abdest alırken ağızda kalan su ile kıyaslandığında, bu miktarın çok az olduğu görülmektedir. Halbuki oruçlu, abdest alırken ağzına verdiği sudan geri kalan miktarın mideye ulaşması halinde orucun bozulmayacağı konusunda hadis (Dârimî, Savm, 21) ve İslâm bilginlerinin icmaı vardır. Ayrıca, misvaktan bazı kırıntıların ve kimyevi maddelerin mideye ulaşması kaçınılmaz olduğu halde, Hz. Peygamber'in oruçlu iken misvak kullandığı, sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buharî, Savm, 27; Tirmîzî, Savm, 29). Diğer taraftan, "kesin olarak bilinen, şüphe ile bozulmaz" kaidesi gereğince, mideye ulaşıp ulaşmadığı konusunda şüphe bulunan bu şeyle oruç bozulmaz.

Bu itibarla astımlı hastaların, sağlığı oruç tutmalarına uygun olup başka bir hastalıkları da yoksa, rahat nefes almalarını sağlamak amacıyla ağza püskürtülen oksijenli ilaç orucu bozmaz.

b) Göz damlası

Uzman göz doktorlarından alınan bilgilere göre, göze damlatılan ilaç miktar olarak çok az (1 mililitrenin 1/20'si olan 50 mikrolitre) olup bunun bir kısmı gözün kırpılmasıyla dışarıya atılmakta, bir kısmı gözde, göz ile burun boşluğunu birleştiren kanallarda ve mukozasında mesamat yolu ile emilerek vücuda alınmaktadır. Damlanın yok denilebilecek kadar çok az bir kısmının, sindirim kanalına ulaşma ihtimali bulunmaktadır. Bu bilgiler, yukarıdaki bilgilerle birlikte değerlendirildiğinde, göz damlası orucu bozmaz.
 

c) Burun damlası

Tedavî amacıyla burna damlatılan ilacın bir damlası, yaklaşık 0,06 cm3 tür. Bunun bir kısmı da burun çeperleri tarafından emilmekte, çok az bir kısmı mideye ulaşmaktadır. Bu da, mazmazada olduğu gibi ma'fuv kapsamında değerlendirilebilir.
 

d) Dil altı

Bazı kalp rahatsızlıklarında dil altına konulan ilaç, doğrudan ağız dokusu tarafından emilip kana karışarak kalp krizini önlemektedir. Söz konusu ilaç ağız içinde emilip yok olduğundan mideye bir şey ulaşmamaktadır. Bu itibarla, dil altı kullanmak orucu bozmaz.

e) Endoskopi, kolonoskopi yaptırmak, makat veya ferçten ultrason çektirmek

Midedeki hastalığı tespit amacıyla mideyi görüntülemek veya mideden parça almak için yaptırılan endoskopide, ağız yoluyla mideye tıbbî bir cihaz sarkıtılmakta ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonlardaki hastalığı teşhis etmek amacıyla, bağırsak içini görüntülemek veya parça almak için yapılan kolonoskopide, makattan bağırsaklara cihaz gönderilmekte ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonoskopide, hemen daima, endoskopide de genellikle, incelenecek alanın temizliğini sağlamak amacıyla cihaz içinden su verilmektedir.

Endoskopi veya kolonoskopi yaptırmak; makat veya ferçten ultrason çektirmek; yeme, içme anlamına gelmemekle birlikte, çoğunlukla cihaz içinden su verildiği için oruç bozulur. Ancak söz konusu işlemlerde cihazların kullanımı sırasında sindirim sistemine su, yağ ve benzeri gıda özelliği taşıyan bir madde girmemesi durumunda endoskopi, kolonoskopi yaptırmak, makat veya ferçten ultrason çektirmek orucu bozmaz.

f) İdrar kanalının görüntülenmesi, kanala ilaç akıtılması

İdrar kanallarına giren cihazlar veya akıtılan ilaçlar orucu bozmaz.
 

g) Anestezi

Acı ileten sinir yolları üzerinde iletimin değişik seviyelerde engellenmesi anestezi oluşturmaktadır. Lokal, bölgesel ve genel anestezi olmak üzere, üç türlü anestezi vardır. Küçük ameliyatlarda ameliyat bölgesinin yakın çevresine iletimi engelleyen ilaçların verilmesi ile oluşan anesteziye lokal anestezi denir. Vücudun daha geniş bölgeleri, örneğin belden aşağısı veya bir yarısı iletimin omurilik düzeyinde engellenmesi için omuriliğe veya omuriliğe varmadan geniş bir sinir grubunun oluşturduğu bağlantı yerleri üzerine ilaç verilerek oluşturulan anesteziye bölgesel anestezi denir. Hastanın uyutulup ağrının duyulması beyin düzeyinde engellenirse bu tür anesteziye genel anestezi denir.

Anestezi, nefes yolu veya iğne ile vücuda ilaç verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya iğne ile yapılan anestezi, mideye ulaşmadığı gibi, yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve genel anestezide, acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla damar yolu açılarak, bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır. Bu itibarla, lokal anestezi, orucun sıhhatine engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide serum verildiği için oruç bozulur.

h) Kulak damlası ve kulağın yıkattırılması

Kulak ile boğaz arasında da bir kanal bulunmaktadır. Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, su veya ilaç boğaza ulaşmaz. Bu nedenle kulağa damlatılan ilaç veya kulağın yıkattırılması orucu bozmaz.
 
Kulak zarında delik bulunsa bile, kulağa damlatılan ilaç, kulak içerisinde emileceği için, ilaç ya hiç mideye ulaşmayacak ya da çok azı ulaşacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, bu miktar oruçta affedilmiştir. Ancak kulak zarının delik olması durumunda, kulak yıkattırılırken suyun mideye ulaşması mümkündür. Bu itibarla, orucu bozacak kadar suyun mideye ulaşması halinde oruç bozulur.

i) Fitil kullanmak, lavman yaptırmak

Ağrı kesici, ateş düşürücü olarak veya diğer bazı amaçlarla makattan; mantar ve bazı kadın hastalıklarının tedavisinde ferçten fitil kullanılmaktadır. Lavman, tıbbî operasyon öncesi veya kabızlıkta kalın bağırsak da bulunan dışkının, anüsten içeriye, sıvı verilerek dışarı çıkarılmasıdır.

Sindirim sistemi, ağızla başlayıp anüsle sona eren, sindirim borusu ile sindirim bezlerinden oluşur. Sindirim borusu ise, ağızla başlar. Ağzın gerisinde yutak bulunur. Sonra yemek borusu, mide, ince bağırsak, kalın bağırsak, rektum ve anüs gelir. Sindirim ince bağırsaklarda tamamlanmaktadır. Kalın bağırsaklarda ise, sadece su, glikoz ve bazı tuzlar emilmektedir. Kadının ferci ile sindirim sistemleri arasında ise bir bağlantı bulunmamaktadır.

Bu itibarla kadınların fercinden kullanılan fitiller, orucu bozmaz. Makattan kullanılan fitiller ise, her ne kadar sindirim sistemine dahil olmakta ise de, sindirim ince bağırsaklarda tamamlandığı, fitillerde gıda verme özelliği bulunmadığı ve makattan fitil almak yemek ve içmek anlamına gelmediği için, orucu bozmaz.

Lavman yaptırmak konusunda ise, iki durum söz konusudur; kalın bağırsaklarda su, glikoz ve bazı tuzlar emildiği için, gıda içeren sıvının bağırsaklara verilmesi veya orucu bozacak kadar su emilecek şekilde verilen suyun bağırsakta kalması durumunda oruç bozulur. Ancak, suyun bağırsaklara verilmesinden sonra bekletilmeyip bağırsakların hemen temizlenmesi durumunda, verilen su ile birlikte bağırsaklarda bulunan dışkının dışarıya çıkarıldığı ve bu esnada emilen su da, çok az olduğu için oruç bozulmaz.

j) İğne yaptırmak, hastaya serum ve kan vermek

İğnenin orucu bozup bozmayacağı, kullanılış amacına göre değerlendirilebilir. Ağrıyı dindirmek, tedavi etmek, vücudun direncini artırmak, gıda vermek gibi amaçlarla enjeksiyon yapılmaktadır. Gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar, yemek ve içmek anlamına gelmediklerinden orucu bozmazlar. Ancak gıda ve/veya keyif verici enjeksiyonlar orucu bozar. Hastaya serum veya kan verilmesi de, aynı hükme tabidir.

k) Diyaliz

Böbrek yetmezliği hastalarına uygulanan diyaliz, periton diyalizi, hemodiyaliz olmak üzere iki çeşittir.
Periton diyalizi, karın boşluğuna verilen özel bir solüsyon aracılığı ile, hastanın kendi karın zarı kullanılarak kanın zararlı maddelerden arındırılması ve sıvı dengesinin sağlanması işlemidir. Hemodiyaliz ise, kanın vücut dışında bir makina yardımı ile temizlenip vücuda geri verilmesi işlemidir. Kan bir iğne aracılığı ile hastanın kolundan alınır. Hemodiyaliz makinası, diyalizör denen bir filtreden kanı sürekli geçirerek zararlı maddeleri ve fazla suyu filtre eder. Filtre edilen temiz kan ikinci bir iğne ile hastanın damarına geri verilir. Bu işlem yapılırken bazen, gıda içerikli sıvı verilmesi gerekmektedir.
Buna göre hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden gerçekleştirilen hemodiyalizde oruç bozulmaz. Diğer diyaliz çeşitlerinde ise, vücuda gıda içerikli sıvı verildiği için oruç bozulur.
 

l) Anjiyo yaptırmak

Halk arasında anjiyo olarak bilinen operasyon, teşhise yönelik (anjiyografi) ve tedaviye yönelik olarak uygulanmaktadır. Anjiyografi vücut damarlarının görüntülenmesi demektir. Damar içine damarların görünür hale gelmesini sağlayan ve kontrast madde olarak tanımlanan ilaç verilerek, anjiyogram adı verilen filmler elde edilir. Anjiyografi sayesinde organları besleyen damarlar görüntülenerek damar hastalıkları veya bu damarlardan beslenen organlara ait tanı koydurucu bilgiler edinilir. Tedaviye yönelik olarak uygulanan anjiyonun klasik yöntemi anjiyoplastidir. Bu ise, dar veya tam tıkalı damarların balon ya da stent denilen özel araçlarla tekrar açılması için yapılır.
 
Bu bilgiler ışığında gerek anjiyografi, gerekse anjiyoplasti operasyonlarında yemek ve içmek anlamı bulunmadığından, oruç bozulmaz.
 

m) Biyopsi yaptırmak

Tahlil amacıyla vücudun herhangi bir organından parça alınması (biyopsi), orucu bozmaz.

n) Kan vermek

Kan vermenin orucu bozup bozmayacağı konusunda, Hz. Peygamber'den rivayet edilen "Hacamat yapanın ve yaptıranın orucu bozulur." (Ebû Davûd, Sıyam, 28) hadisinden hareketle bazı İslâm bilginleri kan vermekle orucun bozulacağını söylemişlerdir. Din bilginlerinin çoğunluğu ise, Hz. Peygamber'in oruçlu iken hacamat olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Savm, 32; Ebû Dâvûd, Sıyam, 29) esas alarak kan vermenin orucu bozmayacağını söylemişlerdir.
 
Bu iki hadis ve diğer rivayetler birlikte değerlendirildiğinde, "Hacamat yapanın ve yaptıranın orucu bozulur." hadisinin "hacamat yapanın ve yaptıranın orucu bozulma tehlikesiyle karşı karşıyadır." şeklinde anlaşılmalıdır. Zira hacamat yapan kişi emerek kanı aldığı için boğazına kan kaçma ihtimali, hacamat yaptıranın ise zayıf düşeceğinden yeme içme zorunda kalma ihtimali bulunmaktadır. Nitekim Enes b. Malik de, hacamat yaptırmanın oruçluyu zayıf düşüreceğinden dolayı hoş karşılanmadığını söylemiştir (Buhârî, Savm, 32).
Bu itibarla, oruçlu iken kan vermek orucu bozmaz.

o) Merhem ve ilaçlı bant

Deri üzerindeki gözenekler ve deri altındaki kılcal damarlar yoluyla vücuda sürülen yağ, merhem ve benzeri şeyler emilerek kana karışmaktadır. Ancak cildin bu emişi, çok az ve yavaş olmaktadır. Diğer taraftan bu yeme içme anlamına da gelmemektedir. Bu itibarla, deri üzerine sürülen merhem, yapıştırılan ilaçlı bantlar orucu bozmaz.
Sonuç olarak;

a)Dinimiz, hasta olan ve tedavi sürecinde bulunan kişilerin oruç tutmamalarına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden kişiler, sağlıklarına kavuşup, tedavileri tamamlanıncaya kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ve oruç tutmalarına başka bir engelleri de bulunmuyorsa, muayene ve tedavilerini iftardan sonra yaptırmalarının önerilmesinin uygun olduğuna,
 

b) Astım hastalarının kullandığı spreyin; göz, kulak ve burun damlasının; kulak zarında delik bulunmayanların kulak yıkatmasının; dil altı kullanmanın; idrar kanalını görüntülemenin, idrar kanalına ilaç akıtmanın; su, yağ ve benzeri gıda özelliği taşıyan başka bir maddenin vücuda girmemesi kaydıyla endoskopi, kolonoskopi yaptırmanın; makat veya ferçten ultrason çektirmenin; lokal anestezi uygulamanın; makattan ve ferçten fitil kullanmanın; suyun bağırsaklara verilmesinden sonra bekletilmeyip bağırsakların hemen temizlenmesi kaydıyla lavman yaptırmanın; hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden hemodiyaliz yaptırmanın; gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyon yaptırmanın; anjiyo, biyopsi yaptırmanın, kan vermenin, merhem sürmenin, vücuda ilaçlı bant yapıştırmanın orucu bozmayacağına,

c) Gıda ve keyif verici enjeksiyon yaptırmanın; gıda içerikli sıvıların bağırsaklara verilmesinin veya orucu bozacak kadar su emilecek şekilde lavman yaptırmanın; su, yağ ve benzeri gıda özelliği taşıyan başka bir maddenin vücuda girmesi durumunda endoskopi, kolonoskopi yaptırmanın; bölgesel ve genel anestezinin; kulak zarı delik olup, orucu bozacak kadar su mideye ulaşacak şekilde kulak yıkatmanın, periton diyaliz ve damara serum verilerek yapılan hemodiyalizin orucu bozacağına,

Karar verildi.



[1] السنن الكبرى للبيهقي وفي ذيله الجوهر النقي - (4 / 261)
8512- أَخْبَرَنَا أَبُو طَاهِرٍ الْفَقِيهُ أَخْبَرَنَا أَبُو بَكْرٍ : مُحَمَّدُ بْنُ عُمَرَ بْنِ حَفْصٍ الزَّاهِدُ حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ أَخْبَرَنَا وَكِيعٌ عَنِ الأَعْمَشِ عَنْ أَبِى ظَبْيَانَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ : أَنَّهُ ذُكِرَ عِنْدَهُ الْوُضُوءُ مِنَ الطَّعَامِ قَالَ الأَعْمَشُ مَرَّةً وَالْحِجَامَةُ لِلصَّائِمِ فَقَالَ : إِنَّمَا الْوُضُوءُ مِمَّا يَخْرُجُ وَلَيْسَ مِمَّا يَدْخُلُ ، وَإِنَّمَا الْفِطْرُ مِمَّا دَخَلَ وَلَيْسَ مِمَّا خَرَجَ. {ت} وَرُوِّينَا عَنِ النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- أَنَّهُ قَالَ لِلَقِيطِ بْنِ صَبِرَةَ :« وَبَالِغْ فِى الاِسْتِنَشْاقِ إِلاَّ أَنْ تَكُونَ صَائِمًا ».
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...