31 Ocak 2013 Perşembe

Ne Elifimiz ilk idi ne de Suzanne Ashman son olacak!





Vaktiyle Almanya başbakanı Helmut Kohl’un oğlu çok dindar bir ailenin Elif adında bir kızı evlenmişti. Almanya Başbakanı’na gelin verdik diye bizim medya çok sevinmişti. Duasını da rahmetli Osman Şekerci hocamız yapmıştı. O da medyada haber konusu edilmişti.

Bir haberin başlığı şöyle idi:
Eski Almanya Başbakanı Helmut Kohl’un oğlu Peter ve ünlü işadamı Kemal Sözen’in kızı Elif, bugün Çırağan Sarayı’nda dillere destan bir düğünle dünya evine girdi (26 Mayıs 2001).

Şimdi başka bir haber: 17 Ocak 2013
İngiltere'nin eski başbakanı Tony Blair'ın büyük oğlu Euan (28), Türkiye'nin eski devlet bakanlarından olan Mehmet Altınsoy'un torunu Suzanne Ashman (24) ile nişanlandı.

Ashman İngiltere'de yayımlanan Daily Mail gazetesi tarafından nişan yüzüğü ile görüntülendi. Daily Mail gazetesinin açıkladığı habere göre Blair, yedi yıldan fazla süredir birlikte olduğu Ashman ile sessizce nişan yaptı.

Bu haberler ne ilk ne de son olacağa benziyor.

Garibce’nin daha geçenlerde “Elizabeth’in halinden Dursun Fakı ne anlar?” başlıklı bir yazısı yayınlandı ve gerçekten üzücü olan bir duruma parmak basmıştı. Üzücü olan, Batı’da Müslüman kadınların Müslüman erkeklerle evlenmek istememeleri idi. Çünkü erkekler kadın haklarına riayet etmiyorlardı.

Evlilik çok kutsal bir kurum.  Evlilik akdi Kur’an’da “mîsâk-ı galîz” diye ifade ediliyor. Allah adıyla yapılmış  “Çok ağır bir sözleşme”.

O yüzden de kız istenilirken (ya da oğlan verilirken!) “Allah’ın emriyle Peygamber’in kavliyle…” diye söze başlanıyor.

Tarafların verecekleri hayatı birleştirme kararının Allah ve Peygamberi adına verilmiş çok güçlü bir sözle birbirine bağlanması amaçlanıyor, taraflara bu şuur verilmeye çalışılıyor.

Müslümanlık, insanlığa ilave artı bir değer olarak da görüldüğü için, evlilik akdinin tamamı ya da kemali için mücerred iki insanın bir araya gelmesi yeterli görülmüyor, tarafların Müslüman olması, en azından erkeğin Müslüman kadının da kitabî olması asgari yeterlilik şartı sayılıyor.

Müşrik bir kadınla bir müslümanın evlenmesi hatta cariye olması halinde onunla teserride bulunması (onu odalık olarak kullanması) caiz görülmüyor. Cinsel ilişki ve bu yolla iki hayatın birleştirilmesi karşı tarafı onurlandırma, yüceltme gibi değerlendiriliyor ve müşrikin böyle bir saygıyı hak edemeyeceği vurgulanmış oluyor.

Dinin temel kaynakları tarafından belirlenen bu asgarî düzey bu kez fıkıh imamları (İslam hukukçuları) tarafından yeterli görülmüyor, her ne kadar dine dayalı olsa da sonuçta fıkhın da bir hukuk boyutu olduğu dikkate alınarak hukukun sosyal telakkileri dikkate alması gereği noktasından hareketle evlilikte özellikle kıza talip olan erkekte aranan ilave bazı denklik şartları da aranıyor.

Nesepte, dinde, takvada, zanaatta, hürriyette ve malda aranan bu denklik şartları esasen dinin özüne uymaz. Çünkü din insanları aynı tarağın dişleri gibi eşit görür ve üstünlüğü takvada (erdemde) arar. Ama hukuk, evliliğin sorunsuz yürüyebilmesi için insanlarca itibara alınan unsurları da hesaba katar ve bu sayılan konularda erkeğin kıza denk olması şartını arar.

Dinen anlamsız gibi gözüken bu kabil denklik şartları bizim toplumumuzda da önem arz eden, insanlar tarafından dikkate alınan hususlar olmaktadır. Öyle ya “Davul bile dengi dengine çalar!” “Kızı kendi gönlüne bıraksan ya davulcuya ya zurnacıya gider!”

Bütün bunlar doğru da fakat bazı şeyler oldu, köprünün altından çok sular aktı ve biz bütün bu olup bitenlerden gaflet içerisinde kaldık. Söz gelimi davulcular ve zurnacılar sanatçı oldular her biri insanlık semasında parlayan birer yıldız! oldular. Ama biz hala eski tekerlemeleri tekerlemeye devam ettik.  Diğer hususlarla ilgili olarak da benzer biçimde telakkiler değişti.

Sıkıntı bu değişikliklerin farkında olmak ve bunların hayata yön ve düzen veren kurallar üzerinde ne kadar etkin ve belirleyici olduğunu bilmek.

Söz gelimi Müslüman bir kadının gayri Müslim bir erkekle evlenmesinin imkansızlığı izah edilirken kullanılan argüman şöyle idi: Belirleyici olan erkektir, kadın tabi konumdadır. Kocanın kitabi bir hanımla evli olması halinde o, kadının kutsalına da saygı gösterir. Çünkü ehli kitabın peygamberleri aynı zamanda Müslümanların da peygamberleridir. Fakat aksi durumda bu böyle değildir. Kadın tabidir. O yüzden gerek kadın ve gerekse çocuklar gayrimüslim aile içinde kaybolur gider. Böyle bir sonuca müncer olacağı baştan beli olan bir evliliğe imkan vermemek gerekir.

Aile yapılarının değişmesi ve çekirdek aile yapısının esas olması halinde acaba bu anlatılanlar doğru mudur? Yani çekirdek aile yapısı içinde çocuk üzerinde etkin ve belirleyici olan anne midir, yoksa baba mıdır?

Bu soruyu her kime sorsanız bugün verilecek cevap üç aşağı beş yukarı aynıdır ve “Anne!” şeklindedir.

Büyük ailelerde çocuğu doğuran kadınlar çocukları üzerinde söz sahibi olmazlar, genelde ailenin büyükleri onlar üzerinde söz sahibi olurlar, her umurdan onlar sorumlu olurlar hatta çocuğun adını bile onlar koyarlar. Üstelik kimi geleneksel aile yapıları içinde annenin aile büyüklerinin yanında çocuğuna sahip çıkması, onu kucağına alıp sevmesi vb. gibi davranışlar bile ayıp sayılır. Kısaca ifade etmek gerekirse çocukları anneler değil bütünüyle aile eğitir ve büyütür. Böyle bir ortamda annenin gayri Müslim (kitabî) olmasının çocuğun etiğimi ve büyütülmesi üzerinde belirleyici bir etkisi olmaz. Ama mesela kocanın Müslüman, kadının kitabî olduğu bir çekirdek aile yapısı içinde doğacak çocuk üzerinde babanın hakim ve belirleyici olması son derece zayıf bir ihtimaldir. Buna mukabil kadının Müslüman kocanın gayrimüslim olması halinde çocuk üzerinde anne olarak kadının etkisi kesinlikle çok daha belirleyici bir durumda olacaktır.

İşte Garibce olan biz bu değişimlerin farkında mıyız?

Vereceğimiz fetvaları bu değişimleri göz önünde bulundurarak veriyor muyuz?
Asıl sorun bu gözüküyor.

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu konuda bir kararı bulunmamaktadır. Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı I’de aslında bu konu da gündeme alınmış idi. Ancak sonuç bildirgesinde konunun yeterince tartışılmasının ileriki toplantılara ötelendiği ifade edilmektedir[1]. Doğrusu bu konuda bir kapı aralanmasına sanki bir ihtiyaç hissedildiği, ancak cevaz vermenin netameli olduğu o yüzden de şimdilik ötelenmesi gerektiği gibi bir tavır hissedilmektedir.

Kaldı ki bu oturuma katılanlar arasında İsmail Yakıt, Mehmet Aydın gibi isimler bunun caiz olabileceği doğrultusunda görüş beyan etmişler, buna mukabil evlilik esnasında eşlerden birinin Müslüman olması halinde bu evliliğin sürdürülebileceği konusunda önemli bir sayıda katılımcı olumlu görüş bildirmişlerdir. (Hamza Aktan,  İsmail Hakkı Ünal, İbrahim Paçacı gibi…)
İmdi işimiz zor.

Bir tarafta bize rağmen kendi öz kızlarımız Eliflerimiz kendilerine eş olarak Helmut’ların oğullarını seçerler. Diğer taraftan Müslüman olmuş Elizabet’ler Müslüman erkeklerle –haklı gerekçelerle- evlenmek istemezler. Öbür yandan sırf Müslüman bir kızla evlilik için falanca Yunanlı sözde Müslüman olduğunu söyler, iddiasını ispat için bilmem neresini kestirir kestirmez bilinmez…
Velhasıl eskilerin pek aşina olmadıkları bir sürü sorunla karşı karşıya bulunmaktayız.

Biz daha düne kadar farklı mezheplerdeki erkek ve kadının evliliğini bir sorunsal olarak görürken, bu küreselleşme belası “Öyle mi, alın size daha beteri!” dercesine üzerimize yığınla ve eskilerin duysa inanamayacağı türden sorunları boca etti.

Bunların cevapları kitaplarda yoktur. Var olduğunu sananlar sadece kendilerini aldatırlar. Çünkü eskiye dair her bir hüküm, kendi döneminin bağlamının bir ürünüdür. O bağlam aynısıyla bugün olmadığı sürece bizim o hükümleri sözde ya da isimde benzer olan sorunlara vermemiz halinde, uymayacaktır. Erbabınca bunun uymayacağı da haddizatında baştan bellidir.

Ama “Uysa da uymasa da!” şeklinde bir tavır dayatılıyorsa o zaman denilecek bir şey yoktur. Siz o cevabı dayatırsınız, hayat da size kendi cevabını dikte eder. Sonunda bakmışsınız ki hayat, içinde olan ile birlikte akıp gitmiş ve sizi de haliyle kenara itmiş. Sesiniz belki geliyor, ama hangi çağdan geldiği ve ne anlam ifade ettiği artık anlaşılamıyor.

Müslümanlık zor zanaat, belli.

Hoca (fakih) olmak ise zor ki hem de ne zor!

Zoru başaranlara selam olsun!

31.01.2013
GARİBCE


[1] Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı I, 15-18 Mayıs 2002 İstanbul, Ankara 2004. s. 784.

30 Ocak 2013 Çarşamba

İçki ile uyuşturucu arasındaki mahiyet farkı!




Garibce, ilmimiz artsın diye muteber fıkıh kitaplarımızda yer alan şu önemli bilgiyi sizlerle paylaşmak istedi:

“Şeytan gemiden çıkarken üzüm ağacını da beraberinde kaçırmış, sonra da bir domuz boğazlayarak onun kanıyla üzüm ağacını sulamış. Sonra bir köpek kesmiş ve onun kanıyla da sulamış. Sonra bir de maymun kesmiş ve onun kanıyla da sulamış. Domuzun kanına sebep şarap necis olmuş, köpeğin kanına sebep içki içende kızgınlık (hamiye) ve öfke (gazap hali) hasıl olmuş. Maymunun kanına sebep de içenler arasında arbede meydana gelmiş.  Buna mukabil öyle olmadığı için banotu, esrar, afyon, muskat cevizi ile aklı gidenlerde sözü edilen davranışlar ortaya çıkmaz. Bunlar müskirdir, bunların alınması halinde bedende herhangi bir zindelik ve hareketlilik (arbede) görülmez. Buna mukabil bir uyuşma ve gevşeme hasıl olur. Her uyuşturucu aynı zamanda müskirdir. Fakat her müskir aynı zamanda uyuşturucu değildir. Örneğin şarap (hamr) müskirdir, fakat uyuşturucu değildir. Esrar ve benzeri uyuşturucuların müskir olduğunu belirtenler arasında Nevevî de … vardır. Uyuşturuculara “Müskir” diyenler, mücerred aklı örtüyor olmasını kastederler. Ayrıca neşve vermesini, yerinde duramıyor olmasını  (arbede) kastetmezler. (İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ el-kübrâ el-fıkhiyye, Dâru’l-fikr, IV,231)

Konu ile ilgili şöyle bir taksimat ve özet de yapılabilir:
Müskirât: İçki: Bir neşve ile birlikte aklı izale eden sıvı şeydir. Bunlar necistir. Azı da haramdır. Seksen sopa cezayı gerektirir.
Müfsidât: Muhaddir (uyuşturucu) anlamında kullanılıyor. Neşvesiz (sadece) aklı izale eden şeydir. Az miktarda, aklı ve duyuları teşviş etmeyecek miktarda kullanımı caizdir.  Afyon, esrar (haşîş), banotu gibi. Bunlar temizdir. Çok miktarda kullanımı ise haramdır ve taziri gerektirir.
Murakkıdât: Murkıd:  Hem aklı hem de duyuları gideren benc (morfin ?) gibi
Muhaddirât: Uyuşturucu. Afyon gibi.
Murkıd kullanan kimseye had uygulanmaz. Aklı izale edecek kadar içmedikçe haram da olmaz.
Bir organın kesilmesi gibi durumlarda murakkıd içirmek caizdir. Bunların alım ve satımı da caizdir. Aklını izale edecek ölçüde kullanmayacağı bilinen ve öylelerine de satmayacağından emin olunan  kimselere satılabilir. (Huraşî, Şerhu’l-Halîl, I, 373)

İmdi bu bilgileri veren fukahamız, acaba günümüzde yaşasalardı da uyuşturucu kullanımının ne demek olduğunu hayatın içinde gözlemleyerek görselerdi, nasıl bir seraba ve içine çeken girdap bir batağa döndüğünü yakinen bilselerdi, her halde yukarıda verilen bilgileri teyit etmezlerdi. Aksine her zaman yaptıkları gibi “ve fî zemanina” diye söze başlayarak vakıaya uygun düşecek bir hüküm verirlerdi ve “Zinhar, bilumum murakkıdât ve muhaddirâtın her türlüsü müskirat (içki) gibi haramdır, asla hiçbir gûnâ içmek ya da vücuda zerketmek misüllü istimali, ahz u itası, bey ve şirası caiz değildir” deyiverirlerdi.

Garibce nazarında sorun akılların muhtelif olmasında değil. Sorun, bir şeyin, mahiyeti üzere değerlendirememekten naşi farklı bakışlara konu olabilmesi ve aklın da baktığı yerden gördüğü şey üzere yargıda bulunmasıdır.

Yoksa bizim fukahamız öyle sıradan insanlar değildir.

Sorun, onların kendi zamanlarına ve bilgi birikimlerine uygun olarak beyan etmiş oldukları görüşleri, evrensel geçerlilik kalıpları içerisinde sunmaya çalışan sıradan insanların çabalarıdır.

Ne yazık ki bu çaba, onları da sıradan hale getirmiş olmaktadır.

Selam olsun!

30.01.2013
GARİBCE

29 Ocak 2013 Salı

Uyuşturucu kullanımı korkutuyor



Tuğba Mezararkalı’nın haber özeti şöyle: (Zaman: 26 Ocak 2013)
“Aralarında ünlü sanatçıların da bulunduğu 38 kişinin göz altına alındığı son uyuşturucu operasyonu, Türkiye'de madde bağımlılığının ulaştığı boyutları bir kere daha gözler önüne serdi. Adalet Bakanlığı verilerine göre uyuşturucudan mahkum olanların sayısı 2006 yılında 2 bin 832 iken bu rakam 2012 yılında 74 bin 449'a yükseldi. Bu korkunç bilanço, denetimli serbestlik kararıyla birlikte ortaya çıktı. Bu kapsamda Aralık 2012 sonunda cezaevlerinden salıverilen 161 bin mahkumdan 74 bininin uyuşturucu madde kullandığı açıklandı.”
Ah bu insanlar!
Hep bir arayış içindedirler.
Fakat gelin görün ki çoğu insan ne aradığını bilmez.
Kimi hem aradığını bilmez, hem nerede aramakta olduğunu.
Çok az insandır ki ne aradığını bilir.
Bunların da önemli bir kısmı aradığını nerede bulacağını bilemez.
Herkes bir arayış içindedir.
Bunun sonucunda bir bakmışsınız körpecik insanlarımız terörün kucağına düşmüştür.
Kimi mafyanın elinde maşa olmuştur.
Bir çoook büyüğümüzün “Kavga etmeyin, sevişin!” öğüdüne uyarak bir sevişmedir almış gitmiş ve sonunda aranan şeyin orada da olmadığı anlaşılmıştı. Ama bu kez cinselliğin gizemi kaybolmuş, korkunç bir açlık baş göstermiş, tecavüzlerin önü alınamaz olmuştu. Evlilik oranı azalmış, yaşı ilerlemiş, boşanma oranları artmıştı.
Keyfim geldi demiş tüttürmüş. Keder bastı demiş tüttürmüş. Nice çocuk yaşta yavrularımız sigara müptelası olmuş. Şimdi artık kadınlarımız da uydu bu arayışa. Huzuru dumanda arıyoruz. İçimize çektiğimiz duman ağzımızdan burnumuzdan geliyor, ama biz keyfini çıkarma derdindeyiz. Bu belli ki bir nikmet (azap). Hiç nimet olsaydı ağzımızdan burnumuzdan gelir miydi?
Ama gel gör ki bu illet almış başını gidiyor. Son senelerde ortaya konulan mücadelelerin gözle görülür başarısı olduğu söyleniyor. Bunlar sevindirici. Ama bu meret çok yaygın. Hele bir de kızlar arasında da çok yaygınlaşan nargile keyfi var. Mücadele, onu da kapsamına almış durumda. Bunca çaba yeterli sonuç vermiyor. Kötü alışkanlıklar da tüm kötülükler gibi çok sari, bir anda yayılıveriyor.
Ve arayış sürüyor. Bir de bakmışız nice insanımız kendisini uyuşturucunun koynuna bırakıvermiş; artık ondan başka hiçbir şey görmez olmuş. Nice canlar yanmış, nice ocaklar sönmüş. Korkunç bir pazar olmuş. Mafyaları, terör örgütlerini besler olmuş.
Şimdilerde uyuşturucu bataklığında debelenen bu insanlar ne ararlar.
Herkesin bir arayış içinde olduğu belli. Adem baba bile cennette olmasına rağmen sıkıldı, arayış içine girdi. İyi ki Hava’sını buldu da huzura erdi.
Ne aradığını belki oda bilmiyordu, ama onun halini bilen vardı ve imdadına yetişmişti.
Sonra onun çocukları dünyayı doldurdu. Ne aradıklarını bilmeden hep arayış içinde oldular. Allah onların imdadına da yetişti. Onlara kendilerinden rol model elçiler gönderdi. Onlarla içine düşmüş oldukları bataklıklardan düze çıkmanın imkanını ve yolunu buldular. Buna rağmen kimi çıktı kurtuldu. Kimi battığı bataklığın cenneti olduğunu sandı ve battıkça battı. Her avuntusu biraz daha batması sonucunu doğurdu.
İnsanlık tarihi boyunca uyuşturucu elbette biliniyordu. Bizim fakihler afyon gibi uyuşturucuların kullanımının (az olması halinde) caiz olduğunu bile söyleyebiliyorlardı. Çünkü bu gibi durumlar nadirdi, kişiseldi. Geneli ilgilendiren bir kötülük değildi. Nadir için hüküm belirlemenin de anlamı yoktu.
Hasan Sabbah ve fedaileri Haşhaşîn vardı. Yalancı cennetlerde yaşarlar, etrafa şer saçarlardı. 
Ama uyuşturucu, tarihte hiçbir zaman topyekun modern insanın sığınağı olması gibi bir seraba ve arkasından içine çeken girdaba dönüşmemişti.
Modern insan, milyonların içinde yapayalnızdı. Geleneksel bağlardan koparılmış ve özgürlük sevdasına yokluğa savrulmuştu. Aradığı mutluluğun ne olduğunu ve nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Yalnızlığı ve tutamaklarının olmayışı onu çok kolay savrulabilir hale getirmişti. Uyuşturucu imdadına yetişmiş gibi sunuldu. Bir tattı, tatmasıyla sonuna kadar battı. Kendisini kurtarmak istedikçe, çırpındıkça daha çok battı. Mafyanın, terör örgütlerinin elinde oyuncağa döndü. Artık müptelası olduğu uyuşturucu için veremeyeceği hiçbir şeyi, satamayacağı –şayet var idiyse- hiçbir değeri kalmamıştı.
İnsanları şirkin bataklığından, içki ve kumarın girdabından çıkaran ey Nebi! Bir İsa Mesih soluğu da bu bataklığa düşmüş insanlarımıza lazım. Biliyoruz ki sen artık yoksun. Fakat senin kutlu yolun, hala yolcularını selamete çıkarıyor. Huzur ve sükunun gerçek adresine işaret ediyor.
Ya Rab! Bizi kendi halimize koyma! Bu insanlarımıza acı ve merhametini üzerimizden esirgeme! Biz yanlış yaptık diye sen bizi kendi halimize terk etme. Bizi doğruya ilet, hakikati göster.
İçimizdeki boşluğu ne ile dolduracağımız bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa bir arayış içerisindeyiz. Ne aradığımızı ve nerede bulabileceğimizi ise bilmiyoruz. Üstelik büyük bir çoğunluk olarak nasıl bir durumda olduğumuzu bile bilmiyoruz. Şimdi Peygamberin çıka gelse, ehl-i Tâif gibi onu bile taşlayacaklar çok içimizde.

Medet Allah’ım! Bize lazımdır rahmet!
Medet Allah’ım! Çektirme bize zahmet!
Bir seraptır ki insanlığın önünde
Hakikat nedir göremez, bu ne perde
Bir girdap ki çekiyor, kurtarsın bizi
İsa Mesih soluğu Peygamber izi

29.01.2013
GARİBCE

Ezanlarımız mı hayata uyamadı? Yoksa hayatımız mı kaydı?



Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi'nde eğitim görmüş, Paris'te Sinema ve Plastik Sanatlar bölümünü bitirmiş, ödüllü filmler çekmiş yönetmen Reha Erdem’e (d. 1960, İstanbul) Lezgîn Mêrdînî (el-Gezgin) şöyle bir soru yöneltmiş.

“Filmleriniz modern ve seküler yaşamı yansıtan filmler, ama dikkat ettim hemen hemen tüm filmlerinizde ezan sesi var ve çok güzel bir ezan sesi, bunun özel bir sebebi var mıdır sizin için?”

Gülümsemiş ve sonra cevaplamış: “Yani öncelikle sizin kavramlarınızla konuşacak olursak evet modern ve seküler bir hayatta yaşıyoruz ve maalesef bu hayatta Allah’a yer yok. Şöyle ki; bir bankada veya herhangi başka bir işte çalışıyorsunuz ve işveren sizden sekiz saat aralıksız çalışmanızı istiyor. Bu durumda size “öte dünyayı” hatırlatacak bir şeye fırsat bulamıyorsunuz. Oysa ezan sesi, günde beş vakit, bize “hey durun, bunun dışında bir hayat var” diyor. Bizi Allah’a çağırıyor. Bu küçüklüğümden beri ilgimi çeken bir olay. Hatta ben seslere özellikle dikkat ederim, bazen arkadaşlarıma sorarım, duydunuz mu diye? Yani bu böyle bir şey ve ben bilerek koyuyorum, istemesek bile hayatımızda var olan bir şey bu…”

Farklı pencerelere sahip olabilmek hayatı tüm yönleriyle tanıyabilmenin ön şartı gibidir.

Benim el-Gezgin lakabını takmış olduğum Lezgin bir şey görüyor ve nedenini soruyor. Yönetmen de kendi zaviyesinden bakıyor, hayatta var olan ezanın çektiği filmde de olması gerektiğini düşünüyor.

Ezan bizi günde beş defa Allah’a çağırıyor, bu modern hayatın dışında da bir hayatın var olduğunu hatırlatmaya çalışıyor.

Algıda seçicilik diye bir şey vardır. Hayatın dağdağası içinde ezanı herkes duymayabilir. Kimi duyar. Kimi duyar ve dinler. Kimi duyar ve ezan yüreğinde bir esinti oluşturur ve geçer. Kimisi için ise ezan kendine gelmesini sağlayan ve kulak vermenin ötesinde icabet de edilmesi gereken bir çağrıdır.

Ezan munis bir insan sesidir.

Ezan insan diliyle yapılan bir çağrıdır.

Ezan ağızdan kulağa, gönülden kalbe yol bulabilen bir sedadır.

Bunların yanında ezan doğal vakitlerle de ilgilidir.

Işıma başlar, doğa tümüyle uyanır, horozlar öter, tüm canlılar rızıklarını aramaya koyulur. Horozların ötmesiyle ezanlar da yükselir.

Gün ortası gene tabii bir vakittir; karın doyurma ve yorgunluktan dinlenme vaktidir.

İkindi vakti de bir tür atıştırma ve ara dinlenme zamanıdır.

Güneşin batışıyla akşamın olması da gene doğal bir vakittir.

Doğal yaşamda gün yirmi dört saat değildir. Ortalık ışıyınca başlar ve kararınca sona erer.

Güneş battıktan sonra henüz işler çıplak gözle tamamlanacak kadar bir süre hayat daha devam eder.

Güneşin batışının ardından nihayet bir-bir buçuk saat gibi bir zaman sonra ortalık iyice kararır ve tüm doğa uykuya çekilir. İnsanlar da artık işlerini bitirmiş olurlar. Yemeklerini yiyip, dinlenmek ve yarın ertesi günü için dinç bir şekilde kalkmak üzere uykuya çekilirler.

Işıyınca ışıma/ kalkış namazı, gün ortasında dinlenme namazları, gün batışı ve yatış namazları…

Dikkat edilirse bunların beşi de doğal vakitlere bağlı namazlardır. İhtiyaç yahut zaruret hallerinde –hacda ve yolculuk gibi durumlarda- bu beş vakti üç vakitte toplamak (cem) da mümkündür: Sabah, gün ortası (öğle ve ikindi) ve  akşam (akşam ile yatsı). Bu da gösteriyor ki ezanlarımız ve namazlarımız tamamen doğal yaşamı esas alan bir anlayış üzerine oturtulmuş bulunmaktadır.

(Bu izahların kış-yaz ve gece-gündüz farklarının anormal sayılabilecek iklimlerle ilgili olmadığı hatırda tutulmalıdır).

Buna göre sade ve doğal bir hayat sürmek isteyenlerin sühuletle benimseyebileceği bir zaman cetveli söz konusu olmaktadır.

Işımaya başlayınca başlayan ve karanlık basınca da sona eren bir hayat, ne kadar yaşanabilir ve sade bir hayat olurdu!

Gel gör ki biz günü yirmi dört saate çıkarmışız ve başlangıcını da gecenin körü (24.00) kabul etmişiz. Dur durak bilmez bir koşuşturmaca ile yirmi dört saati üçe bölmüş ve üç vardiya hiç durmadan çalışma hayatı içine girmişiz. Kimimiz yorgun argın ve aç olarak evine dönerken kimimiz de karnımızı doyurmuş olarak iş başı yapmak üzere evden çıkar durumdayız.

İşte böylesi bir dünyada üç temel ve ayrıntıları ile beş vaktin anlamı kalmamaktadır.

Düşünün şimdi: Işımış, güneş doğmuş insanlarımız hala yatakta. Niye? Çünkü mesai saatinin başlamasına daha birkaç saat var. Sonra güneş batmış, ortalık iyice kararmış adam hala işbaşında. Niye? Çünkü daha mesai saatinin bitmesine birkaç saat var.

Sabahın aydınlığı yatakta geçerken, gecenin karanlığında sanal ışıklarla hayat devam ediyor.

Yatsı namazı vakti olmuş, haydin artık namazınızı kılın ve yatın anlamında ezan okunduğu bir sırada insanlar hala o günü bitirmiş değiller, hala mesainin dolması için beklemedeler. Bu insanların eve dönmeleri, yemeklerini yiyip, dinlenmeleri ve eğer namazlarını da kılıyorlarsa kılmaları gece bir yarılarına kadar sürmektedir. Saat 10.30, 11.00 gibi sularda yatanlara kuşlar gibi erkenden tüneme takılmaları olmaktadır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ezanlar okunuyor olsa da hatta filmlerde bile yer bulsa da hayatla at başı gitmiyor. Ezanlar, modern ve yaşanan hayata inat, ayrı bir kulvarda alternatif bambaşka bir hayatı işaret ediyor. Bambaşka dediğimiz hayat aslında olması gereken hayat. Çünkü doğal olanı o. Bununla birlikte bu işaret edilen hayatı hala sürdürebilenler artık sayılara gelebilecek kabilden.

Söz gelimi sabah namazı cemaatleri artık saf sayılarıyla değil, namaza gelenlerin sayılarıyla ifade ediliyor.

Cumalar kalabalık olmasına rağmen hayata katılanların tümü dikkate alındığı zaman katılım oranı gene çok yüksek değildir. Çünkü cumalara toplanan bunca cemaate rağmen dışarıdaki hayat aksamadan yürümeye devam edebiliyor.

Mesailerimiz de ezanlar gibi doğal vakitleri esas alsa, tatilimiz Cuma olsa yapılan çağrıları duyup da icabet edenlerin sayısı aynı mevcut saiklerle en az birkaç kere katlanacaktır diye düşünüyorum.

Şimdi soru şu: Acaba ezanlarımız mı hayata uyamadı? Yoksa hayat mı doğallığını kaybetti ve olması gereken tabii mecrasını şaşırdı?

Allah şaşırtmasın!

29.01.2013

GARİBCE

28 Ocak 2013 Pazartesi

Kaba sabalık bedavetten mi miras kaldı?




Bir söz vardır; hadis olarak rivayet ediliyor.
Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuş:
“Kim badiyede yaşarsa kaba saba olur, kim av peşinde koşturursa gaflet içre olur, kim de sultana yanaşır ve onun peşine düşerse sınanır; dini hassasiyetleri kaybolur!”[1]
Aynı anlamda benzer rivayetler de vardır.
Her kim bedevi tarzı bir hayat sürerse câf yani kaba saba olur.
Çoğu kez yanlış tercüme edilebilen sözlerden biri de budur. Türkçe’de cefa kelimesi de aynı telaffuzla olduğu için hatalı olarak bu hadis/ söz “Bâdiyede yaşayan cefa çeker!” şeklinde çevrildiği olur. Oysa vakıa bu durum doğru olsa da sözün anlamıyla ilgisi yoktur.
Çöl hayatı yaşayan, hayatını badiyede idame ettiren insanlar kaba saba olurlar. Çünkü her şeyden önce zor şartlar içinde hayat mücadelesi verirler. Bu şartlar onları katı kılar.
Böylesi zor bir hayat mücadelesi içinde cahil kalırlar, bilgi sahibi olamazlar. Cehalet ise insanı kaba yapar; görgüsüzlüğü kalıcı kılar.
Bundan daha önemli bir diğer sebep de bu insanlar fazla insanlarla haşir neşir olmazlar. Sürülerinin ardından bu otlak senin o otlak benim şeklinde göçebe bir hayat sürerler. Bu yüzden de medenî olamazlar.
Medenî demek sözlük anlamı itibariyle şehirli demektir. Şehirde hayat daha kolaydır. İş bölümü esası vardır. O yüzden de insanlar birbirlerine daha çok muhtaçtır ve şehir sınırları içinde devamlı surette çok farklı insanlarla birlikte olurlar, iş yaparlar, muamelede bulunurlar. Küçük yaşlarda mektep medrese görürler. Bütün bunların sonucunda o insanlar ister istemez adab-ı muaşeret kurallarını öğrenirler, incelirler, nezaketi, nezaheti, saygıyı, nerede nasıl davranması gerektiğini öğrenirler.
Bunları kendi gözlemlerimiz de doğrulamaktadır.
Ancak burada medenîlik ile, doğal davranış şeklinden uzaklaşarak tamamen yapmacık, özentiye ve gösterişe dayalı davranış şekillerini birbirinden ayırmak lazımdır.
Bize lazım olan doğal, ama nezaket ve nezahete dayalı bir şehirlilik olmalıdır.
Konuşurken, birbirlerine hitap ederken kaba saba ve bol küfürlü bir ağız, eşine, çocuklarına, birlikte iş yaptığı insanlara, karşılaştığı herkese laubali bir tavır elbette bedevî tavrıdır.
İnsanlar arasında mücamele olur. Yani sevmediğiniz bir insanı gördüğünüzde ona selam verip, hal hatır sormak insanın pek hoşuna gitmese de yapılması gereken bir davranış biçimidir. Keza makul ölçülerde iltifatta bulunmak da iyi bir şeydir. Ancak işi tabasbusa, dalkavukluğa götürecek kadar, ölçüyü kaçıracak biçimde ileri götürmek doğru olamaz. Böylelerine en iyi tepki yüzlerine bir avuç toprak serpmektir.
Bedevî tavırlar ile ilgili Kur’an’da atıflar vardır: Bunlardan birinde Yüce Allah şöyle buyurur:
“97. Bedevîler inkâr ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
98.   Bedevîlerden öyleleri vardır ki, (Allah yolunda) harcayacakları şeyi bir zarar sayar ve (bundan kurtulmak için) size belâlar gelmesini beklerler. Kötü belâlar kendi başlarına olsun. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
99.   Bedevîlerden kimileri de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır. Harcayacaklarını, Allah katında yakınlığa ve Peygamberin dualarını almağa vesile sayarlar. Bilesiniz ki bu, (Allah katında) onlar için yakınlıktır. Allah, onları rahmetine sokacaktır. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (et-Tevbe 9/97-99)[2]
Bu son ayetten de anlaşılıyor ki bedavetin kaba sabalıkta belirgin bir etkisi olsa da böylesi bir hayata mahkum insanların içinde iyilikler olmayacağı, onların iman ve amel-i sâlih sahibi olamayacakları anlamına da gelmez.
İyiler her zaman ve her yerde olurlar. Hem de şartlara rağmen!
Dua ile!

28.01.2013
GARİBCE


[1] السنن الكبرى للنسائ  (4 / 475) عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : مَنْ سَكَنَ الْبَادِيَةَ جَفَا ، وَمَنِ اتَّبَعَ الصَّيْدَ غَفَلَ ، وَمَنِ اتَّبَعَ السُّلْطَانَ افْتُتِنَ.

[2] الْأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (97) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (98) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللَّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلَا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (99)  [التوبة : 97 - 99]

27 Ocak 2013 Pazar

İslam ahkâmında talil ve taabbudîlik (sabitlik ve değişkenlik)



İslam hukuku, kaynak itibariyle ilahîdir. Son dine dayalı olması hasebiyle bu hukukun da (fıkıh) kıyamete dek ve bütün iklimlerde geçerli olması bir önkabuldür.
Zaman ve mekanın değişikliği ve buna bağlı olarak da ortamların, şartların değişik olacağı kaçınılmazdır. Hal böyle iken bir hukukun başkalaşmadan bu değişimlere ayak uydurması ve kendisi kalarak insanların her zaman ve mekandaki ihtiyaçlarına karşılık verebilmesi mümkün müdür?
Bunun için sabitlik ve değişkenliğin kendi bünyesi içinde dengelenmesi ve birini diğeri içinde yok etmeden bunları dengeli bir biçimde gözeterek kıyamete kadar hayatın içinde tutulması için çaba gösterilmesi gereği vardır.
Fıkhın bu mahiyeti alabilmesi için pergel örneğinde olduğu gibi bir ayağının sabit, diğer ayağının ise olabildiğince açılabilen ve gezen bir yapıda olması lazımdır.
İslam ahkamında bu iki özelliği karşılayan karakteristik özellikler vardır. Pergelin sabit ayağına denk düşen kısma taabbudî hükümler, açılım yapan ve dolaşabilen ayağına da talilî hükümler diyebiliriz.
Taabbudî hükümler sabiteleri oluştururken, talilî hükümler de değişime imkan verir. İslamın hayat içinde ahkam olarak kıyamete kadar bekası ancak bu anlayış ve şartlarla mümkündür.
Taabbudîlikten maksadımız, dinin buyurduğu ancak gerekçesini akılla kesin böyledir diyebileceğimiz tarzda ortaya koyamadığımız hükümlerdir.
Talilîlik ile de gerekçesi akılla kavranabilen ve aynı gerekçe sebebiyle emsallerine de uygulanabilir özellik taşıyan, gerekçesi kalmadığı için artık kendisine de mahal kalmayan hükümleri kastederiz.
Mesela abdest ve gusül birer taabbudî hükümlerdir. Çünkü sebebini ve hükümlerini akılla izah etmek mümkün değildir. Söz gelimi abdestte neden yüzümüzü, kollarımızı ve ayaklarımızı yıkarız da başımızı meshederiz. Abdesti gerekli kılan şey namazı kılma iradesidir. Fakat abdestsizliği gerektiren sebep önden ve arkadan çıkan şeylerdir. Bu mahallerin, çıkan şeyler yüzünden yıkanması akılla anlaşılabilir bir durumdur. Maddî anlamda temizlik bunu gerektirir. Bunu yapmayan dinli dinsiz dünyada hiç kimse de yoktur. Yunus “Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil” derken muhtemelen bunu kasteder.  Fakat buradan çıkan şeyler sebebiyle yüzün, kolların ve ayakların  yıkanması, başın da sıvazlanması ve bunun bir (tür) ibadet olması akıl ile izah edilebilecek bir durum değildir.
Öbür taraftan erlik suyunun (meni) gelmesi durumunda bu kez boyabdesti (gusül) gerekli olmaktadır. Eğer gusül, çıkan şeyin necaseti sebebiyle ise, idrar meniden çok daha ağır bir necasettir. İdrar çıkınca abdest yeterli olurken, meni gelmesi halinde boy abdestinin ancak temizlenmiş olmak için yeterli olacağı gerçekten ne kadar akıllı da olsak akıllarımızla izah edebileceğimiz şeyler değildir. Hikmet sahibi Yüce Rab emir buyurmuş, sevgili peygamberimiz bize duyurmuş ve kendi örnekliği üzerinden de bize öğretmiş, artık bir mümin olarak bize onu aynen rol model (üsve-i hasene) peygamberimizden gördüğümüz gibi yapmak düşer.
Bu ve benzeri taabbudî konularda hükmün gerekçesini (illeti) bilemeyişimiz, bu hükümlerin genel  olarak hikmetlerini kavrayamayacağıımz anlamına da gelmez. Elbette bu hükümlerin çok genel bir şekilde de olsa kavrayabileceğimiz hikmetleri ve yararları mevcuttur. Nitekim tarafımızdan tercüme edilmiş olan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin Hüccetullah’il-bâliğa’sı  gibi yazılmış eserler bu gibi konulara dairdir. Ancak bu türden söylenecek sözlerin, hükme kesin bir gerekçe teşkil ettiğini söylemek asla mümkün değildir. O yüzden de bu hükümler, ne kadar emsal de gözükse başkalarına sirayet etmez, sadece mevridine masruf olur.
Öbür taraftan söz gelimi  adet halinde iken cinsel ilişkinin hükmü belirtilmiş ve gerekçesinin de “ezâ” olduğu çok açık ve net olarak bizzat nassın kendisi tarafından belirlenmiştir. İlişki yasağının belirlenen bu illete bağlanmış olması akıl ile çok kesin bir biçimde kavranabilecek bir durumdur.  Bu durumda biz bu gerekçeden hareketle benzer ezânın söz konusu olduğu durumlara, söz konusu ilişki yasağını taşıyabilir, hükmün sirayetini sağlayabiliriz. Bu anlayıştan hareketle loğusa kadın ile cinsel ilişki hükmünün haram olması sonucunu da çıkarabiliriz. Çünkü adet halinde iken  ilişki yasağının illeti olan eza, aynısıyla belki fazlasıyla loğusa kadın ile ilişkiye girme durumunda da mevcut bulunmaktadır.
Konuyla ilgili çok daha yaygın olarak verilen örnek şarabın haramlığı hükmünden, sarhoşluk veren diğer içkilerin de içiminin haram olduğu sonucuna ulaşılmasıdır.
Böylece Şâri’in maksatları arasında belirlenmiş olan insanlığın akıl sağlını koruması maksadı hem yatay boyutta bütün iklimler için, hem de dikey boyutta bütün zamanlar için bu sirayet edici özellik sayesinde gerçekleştirilmiş olur. Eğer  Allah sadece “Hamr”ı yani şarabı haram kılmıştır, yasak sadece ona özgedir, başka içkileri kapsamaz deseydik, o takdirde Şari’in asıl maksadını ıskalamış olur ve en son ve bütün insanlığa hitap etmekte olan bu dini ve onun hukukunu sadece doğduğu zamana ve iklime münhasır kılmış olurduk.
Din, amaçları gerçekleşiyorsa vardır. Yoksa ilk nüzul ortamındaki belli birkaç şekli muhafaza ile çağlar üstü bir hal alması mümkün değildir.
Öbür taraftan yine bu anlayıştan hareketle artık gerekçesi kalmadığı için hükümlerin işlevsiz kalması da söz konusudur. Hz. Peygamber’in şahsına ve zevcelerine ait hükümler, müşrik Araplara ilişkin hükümler, müellefe-i kulûb uygulaması gibi örnekler bu meyanda hatırlanabilir.
Yine bu anlayıştan hareketle belli bir amacı gerçekleştirmek için konulmuş olan araç hükümlerin, aynı amacı gerçekleştiren yeni ve daha etkili araçların ortaya çıkması halinde yerlerini bu yeni araçlara bırakması da öyledir. (Deve yerine arabaya binmek, sözün naklinde insanların tekrarlaması yerine mikrofon/megafon kullanmak gibi, savaş teknolojisi olarak at beslemek yerine ya da yanında modern etkin savaş araç gereçleri, atılarak kullanılan füzeler vb. edinmek gibi. Bu gibi örneklere kimsenin itirazı olmadığı için parantez içine alınmıştır ) Kendi aralarında fuhuş suçu irtikap eden kadınların evlerde hapsedilmesi yerine ıslah evlerinde rehabilite edilmeleri, aile içi sorunları çözmede başvurulan araçlar arasında üçüncü sırada yer alan darb aracının yerini aile terapilerinin alışı ve iletişim ile bu gibi sorunların daha güzel bir biçimde çözüldüğünün anlaşılması üzerine darb’da ısrarlı olmamak ve bu gibi yeni araçlara iltifat etmek, hatta artık bu yeni araçları gerekli görmek gibi.
İnsanlar bu konuda gereğinden fazla hassastırlar. Kimileri bu gibi araç değerlere şiar anlamı yükleyerek İslam ile bunları özdeş hale getirirler ve bunlar varsa İslam da var, bunlar yoksa İslam da yoktur gibi bir tavır içinde olurlar.
Furuun usulün yerine geçmesi sorunsalı/ sendromu da denilebilir buna.
Söz gelimi hırsızlık suçu işleyene ceza olarak tek seçenek el kesme diyorsan, şeriatçı, yok mesela Osmanlı’nın yaptığı gibi “At, katır ya da merkep uğurlayanın elin keseler yahut şu kadar akça cürüm alına!” diyorsan yani buna bir araç değer olarak bakıp onun yanına ya da onun yerine başka şeylerin de ikame edilebileceğini, bunu zaman ve zeminin, Müslümanların genel maslahatının belirleyebileceğini söylüyorsan işte o zaman senin din ve imanla hiç bir ilişkin kalmıyor demektir.
Tabii, biz İslam fıkhını hayatın içinde yaşamıyoruz, kitaplarda okuyoruz. Kitaplar da daha çok hicrî altıncı yedinci asırlara ait. Daha öceki ve sonraki tarihlere ait olanları da var. O vakit aynı zamanda hayatın içindeki hukuk da olan hükümler, kitaplara derc edilmiş ve satırlarda aynen yazıldığı gibi duruyor. Oysa hayat hariçte devam etmiş. Olguların kimisi sabit kalmış, kimisi değişmiş. En yakınımıza ait Osmanlı dönemi altı yüz yıllık bir huzur ve istikrarın adı olmuş. Peki, bunca farklı coğrafyada ve asırlar boyu bunlar bu işi nasıl götürmüşler. el-Mergînânî’nin yazdığı hal üzere mi? Hayır. Yeri geldiği zaman “elin keseler yahut…” diyerek evet yahut diyerek bunu başarmışlardır.
Bugün hayatın mesulleri biz olsaydık o zaman bizim bakışlarımız da elbette farklı olurdu. Çok uzağa gitmeyin. On dokuzuncu asrın son çeyreği ile yirminci asrın ilk çeyreği arasında cereyan eden bizzat kaynağı şeriat olmak üzere Kanunlaştırma faaliyetlerine, söz gelimi Mecelle’ye ve hemen arkasından Mecelle Tadil Komisyonunun kararlarına ve özellikle de 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’ne ve arkasından aynı çizgide olan 1923 ve 1924 tarihli her ikisi de Şeriyye ve Adliye encümenlerinden geçmiş ve meclise kadar gelmiş olan Aile Hukuku ile ilgili Kanun Tasarıları’na bakın.
Eğer gerçekten bu uygulamalara ibretle bakarsak nasıl, giderek ivme kazanan bir biçimde değişikliklerin yaşandığını ve fıkhımızın yeni kisvelere büründüğünü göreceğiz.
Keşki o süreç devam edeydi! Ama etmedi.
Bunun tek suçlusunun Batı yanlısı güçlü siyasî irade olduğunu söylemek, suçu biraz da başkalarının üzerine atmak demek olur.
İşin bu hale gelmesinde ulemanın hiç mi kusuru yoktu.
Hayatında hiç köyünden çıkmamış bir Anadolu genci İstanbul’a gelmiş ve ilk kez denizi görmüş. Arkadaşlarına tarif ediyormuş: “Emmimgilin kazanıyla ben diyeyim kırk kazan sen de elli kazan!”
Galiba bize lazım olan biraz da ufuk!
Uygulamaların  tarihi ve bu arada Osmanlı uygulamalarının çok iyi bilinmesi gerçekten ufuk açıcı olması bakımından çok değerli. Türk illerinde ve Hint kıtasında yaşanmış tecrübelerden tamamen habersiziz.
Bu alanlarda da yeterli çalışmalar yapılmalı ve sürdürülmeli.
Kitaplar artık, içine gömülerek okunmamalı.
Arada bir kafa kaldırılıp, ne olup bittiğine dair, okuduklarımızın hayatta karşılıklarının bulunup bulunmadığına dair bakışlar da yapılmalı.
Vesselam.
Dua ile!
27.01.2013
GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...