4 Aralık 2020 Cuma

Din dilini doğru okumak !

 

Bugün bir makale okurken şöyle bir cümle ile karşılaştım:

“Hâlbuki hepimiz insanoğlu olarak atılmış pis bir sudan yaratıldık.”[1]

Bu cümleyi okuyunca bir tuhaf oldum. Yani benim özüm şimdi pislik miydi? İnsanın özünü oluşturan nüve nasıl pis olurdu!? Belki cümlenin sahibi ayette geçen “min mâin mehîn” (Secde 32/ 8, Mürselât 77/20) ifadesine atıfta bulunuyordu.

Agah olmak lazımdır ki din dili kendine özgü bir dildir. Nesnelere, fiillere bir takım olumlu olumsuz değerler yükler. Bunların gerçeklikle ilgisi yoktur. Söz gelimi hamr’a “rics” der, bu onun maddî anlamda pislik olduğunu göstermez. Gıybete “ölü kardeşinin etini yemek” tabir eder. Gıybet eden tükürse ağzından ne et ne kan dökülür.

Doğrusu ben kendimin “süzme bir öz”den yaratılmış olduğuma inanıyorum ve beni saygın kılan yaratıcıma da buna sebep her an minnet ve şükran duyuyorum.

04.12.2020

GARİBCE

 

ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۚ

"Sonra onun neslini önemsenmeyen bir suyun özünden yaratıp sürdürmüştür."  (Secde; 8)

اَلَمْ نَخْلُقْكُمْ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۙ

"Sizi önemsenmeyen bir sudan yaratmadık mı?"  (Mürselât; 20)



[1] https://www.dirilispostasi.com/makale/ahmet-akin/gec-ve-guc-evlilikler

28 Kasım 2020 Cumartesi

Müslümanım her şeyden ilkin

 

(En’am 6/ 163 ve devamını okurken özüme doğdu)

 

Rabbim Sana tutarım yüzüm

Her daim Sana akar özüm

Gayrıya asla etmem kulluk

Sanadır namazım niyazım

 

Çalap’sın Sen yoktur şerikin

Hem aşkınsın hemi içkin

Başka isimler uymaz bana

Müslümanım her şeyden ilkin

 

Kendim işler kendim ederim

“Lâ teziru vâzire”[1] derim

Vuslat için düşerim yola

Hay’dan geldim Hû’ya giderim

 

Garibce’yim adım Müslüman

İslamlıktır huzura liman

Yol olur mu hiç ondan özge

Habl-i metînim[2] illâ Kur'an

 

Dua ile!

28.11.2020

GARİBCE



[1] “Lâ teziru vâziretün vizre uhrâ”= Hiçbir taşıyıcı başkasının günahını taşımaz.

[2] Sarıldığım kopmaz sağlam ip.


Dünya ahiret sınangası

 

Dünya ahiret sınangası

Seçilir insanların hası

Varsıllara hep şükür gerek

Yoksulsan sana sabır aşı

Gönüllü kulluk ise erek

Fikirle zikir çeker başı


28.11.2020 

GARİBCE

8 Kasım 2020 Pazar

Gurbet Türküsü

 

 

Öz yurdun baba ocağı

Sığıncın ana kucağı

Bir kez kopmaya gör hele

Gezinirsin dört bucağı

 

Nicelerle tanışırsın

Olmazlara alışırsın

Naçar kalıp bilmediğin

Limanlara yanaşırsın

 

Ak saçlarım oldu kârım

Bitmedi hiç ahu zarım

Duamdır Hakk’a ağsa da

Sılada olsa mezarım

 

Dua ile!

08.11.2020

GARİBCE

14 Ekim 2020 Çarşamba

Yücedir Rabbim benim! II

 



Özel adıdır Allah

Bir tek Çalap’tır ilah

Tüm putlara illallah

Yücedir Rabbim benim!

 

Esması vardır cemal

Esması vardır celal

Kullukta olmaz melal

Yücedir Rabbim benim!

 

Allah ahad hem samed

Lütfuna yoktur aded

Nebimiz adı Ahmed

Yücedir Rabbim benim!

 

Nurudur yerin göğün

Namazımız beş öğün

Övmeye O’nu övün

Yücedir Rabbim benim!

 

Halku emr O’na özgü

Rahmeti bize bürgü

Kulluk bir ömür örgü

Yücedir Rabbim benim!

 

Dua ile!

14.10.2020

GARİBCE

13 Ekim 2020 Salı

Yücedir Rabbim benim!

 

Rahmân’dır sevgi dolu

Her şeyden O’dur ulu

Affeder daim kulu

Yücedir Rabbim benim!

 

Rezzâk’tır verir rızkı

Rızık her kulun hakkı

Ne ki esbabda saklı

Yücedir Rabbim benim!

 

Settâr’dır örter aybı

Bağışla, çekme kaygı

Affeden bulur saygı

Yücedir Rabbim benim!

 

Hâlık’ımız var eder

İmanla olmaz keder

Tüm yollar O’na gider

Yücedir Rabbim benim!

 

Vedûd’dur kulun sever

Sevgi her şeye değer

Varlığın sen O’na ver

Yücedir Rabbim benim!

 

Rahîm’dir kılar inayet

Gazabını örter rahmet

Affıdır en büyük devlet

Yücedir Rabbim benim!

 

Selâm’dır esen kılar

Özlere güven salar

Gönül huzurla dolar

Yücedir Rabbim benim!

 

Gaffâr’dır hem Tevvâb’dır

Hem mebde hem meâddır

Aczin bilen evvâbdır

Yücedir Rabbim benim!

 

Garibce kul adın anar

Rahmet bürür özü kanar

Gaflet eden odda yanar

Yücedir Rabbim benim!

 

Dua ile!

13.10.2020

GARİBCE


26 Eylül 2020 Cumartesi

"Tatlı gel!"

 


«زر غبا تزدد حبا»

"Zür gıbben tezded hubben"

"Tatlı gel!"

Bizim kültürde kayınvalide nişanlı/acer damada “Tatlı gel!” demiş. O da durur mu ertesi günü elinde tatlı çalmış kapıyı. Kayınvalide bakmış bakmış, "Evladım tatlı gel, tatlı gel!" demiş.

Hadis Ebu Hüreyre için söylenmiş, deniyor. (Usûlü's-Serahsî, I, 340)

Kelime kelime çevirirsek manası şöyle olmalı:

“Ziyaretini eyle seyrek, sevgin artsın giderek!”

Her şeyde olduğu gibi ziyaretlerde de ölçü gerek.

Sevgimiz eksilmesin, artsın diyorsak sevdiklerimizi, dostlarımızı usandırmamak olmalı erek.

 

Dua ile!

26.09.2020

GARİBCE

 

19 Eylül 2020 Cumartesi

Tekvin ve teşri dengesine bir örnek: Alkol

 

Bizim fukahanın derinliğine kimsenin diyebileceği bir söz yoktur. Ama ne yazık ki bu sadece teşri alanında olmaktadır. Fıkıh kitaplarını mütalaa edenler bunu açıkça görürler.

Ne var ki bu derinlik bir tür körlük de doğurur. Oysa arzulanan şey, teşriin tekvin ile birlikte ele alınması ve tekvinin öncelenerek teşriin onun üzerine bina edilmesi olmalıdır.

Mesela “İkra’” oku emrini ele alalım. Bu emir sonucu Kur'an-ı Kerîm öyle derinlemesine okunmuştur ki yüzlerce ve ciltler dolusu tefsirler yazılmış ve bir türlü dibi de bulunamamıştır. Hala da yazılmakta ve anlatılmaktadır.

Okunan kitap teşri’e aittir. Fıkıh alanında ihtiyaç duyulan şerî ahkam ondan çıkarılmıştır ve hala da çıkarılmaktadır.

Diğer konular da öyledir. Söz gelimi tarih, bilim gibi konular bile onun derinliklerinden çıkarılabilmektedir.

Oysa bizden asıl istenilen önce tekvini ayetlerin okunması, onların üzerine kurulu olarak da teşrîî ayetlerin okunması ve yorumlanmasıdır.

Konuyu bir örnekle açıklamak istiyorum:

Bizim kimi fukaha susuzluktan ölme durumunda olan bir kimse içkiden başka bir şey bulamasa onu içmesi zarurete sebep mubah olmaz, çünkü içki susuzluğu gidermez, aksine artırır, derler.

Bunu ilk okuduğumda acaba öyle mi diye aklıma bir soru gelmişti de kendi kendime bir espri ile “Bizim fakihler bu mereti içmemişlerdir ki gerçekten susuzluğu gideriyor mu, gidermiyor mu bilsinler!” diye geçiştirmiştim. Sonra tekvinde bunun yeri nedir diye Herbilen’e sordum. O da doktorların ağzından fukahanın bu tespitini teyit etmez mi? Fukaha adına sevindim. Fakat fukaha bunu içkinin doğası ve vücuttaki etkisi ve tepkimeler üzerinden değerlendirmiyor, aksine hadiste içki hakkında kullanılan “dert” oluşu nitelemesinden hareketle bunu söylüyor. Teşrie mesnet olarak gene teşrie yaslanıyor.

Sonra içkinin tedavide kullanımı konusunda gene bunun caiz olmayacağını söylüyorlar. Tedavi olmayı fukaha zaruret olarak görmez. Haydi diyelim bir ihtiyaç olsun. Dolayısıyla ihtiyaç halinde kullanımına bir kapı aralanamaz mı? Buna da hayır diyoruz ve hükmümüze Hz. Peygamber (s.a.s.) içkinin tedavi amaçlı kullanımını yasakladığını ve onun deva değil dert olduğunu söylediğini gerekçe yapıyoruz.

Bu yazının dert edindiği sorun şu: Susuzluk zaruretine binaen içki içmenin mubah olmayacağını, içkinin ancak boğaza bir nesne durması halinde onu aşırmak için başka bir sıvı olmaması halinde zaruret miktarınca içiminin mubah olacağını söylüyoruz. Tedavi amaçlı kullanımına da izin vermiyoruz ve gerekçe olarak da gene hadisi delil olarak kullanıyoruz. O yüzden de içki içeren ilaçların kullanımını da onaylamıyoruz. Aslında içki denilince içkinin içerdiği etkin madde olan alkolü kastediyoruz. Alkolün ilaç olarak içimi kabul edilemez. Ancak alkol içeren ilaç vb. olamaz mı? İşte fukahanın buna da karşı çıkışını hadise dayalı olarak ileri sürmesini tekvinin göz ardı edilerek sadece teşrie dayalı olarak hüküm verilmesi olarak görüyoruz. Oysa fukaha şöyle diyebilirdi: Evet hadiste böyle bir niteleme var. Ama dilin değişik amaçlı kullanım şekillerini dikkate alarak bundan neyin kastedildiğini, alkolün doğasını öğrendikten ve ilaç yapımında kullanılması halinde de gerçekten her zaman fayda yerine zarar vermesi özelliğini öğrendikten sonra hadisi âmm bir hakikat anlamında alır ve hükmümüzü tekvin ile de pekiştirmiş oluruz; içkinin susuzluğu gidermemesi örneğinde olduğu gibi. Yok, öyle değil de tekvin/ bilim gerçekten alkolün ilaç ve benzer alanlarda kullanımı halinde insanlık için bir takım yararlı sonuçlar elde edildiğini ortaya koymuşsa, o takdirde biz hükmü alkolü de içine alacak şekilde genelleyip her türlü alkol içeren sınai ürünü haram görmek yerine hadisin bizzat içkinin kendisi ile tedavi olmaya kalkışan kimselerin tavrını kastettiğini, yani tedavi niyetine rakı/ bira vb. içmeyi anlarız. Teşrii ona yorarız. Bugün bazı Helal gıdacıların yaptığı gibi alkol ve türevlerini içeren her türlü ilaç, kozmetik ürün… gibi esas itibariyle ibaha-yı asliye gereği helal olması gereken nesneleri haram kılmayız.

Hem Allah’ın yerde ve gökte ve bu ikisi arasında her ne varsa bize lütfetmiş olduğu nimetleri haram kılmak bizim ne haddimize!?

Dua ile!

19.09.2020

GARİBCE

Etiketler: Tekvin teşri, alkol, zaruret


8 Eylül 2020 Salı

Fetva verirken işin sonunu da düşünmek!

 


 Hasta için hekim gerek. Hekim bilge gerek.

Müstefti yani dini bir sorunu olup da cevabını arayan ve müftiye halini arzeden kimse için de ilimde rüsuh sahibi, rabbanî ve bilge âlim gerek.

Tıbbı ezber bilen ve fakat insanı tanımayan doktor olur mu?

İnsan dediğin anı anını tutmayan canlı bir varlıktır. Bugün sapasağlamdır yarın bakmışsın hasta, eli ayağı tutmaz olmuştur.

Bilge hekim muhatap aldığı hastasını, içinde bulunduğu duruma göre değerlendirir ve vereceği reçetenin onda ne gibi sonuçlar doğuracağını hesaba katarak ilaçları ve dozlarını, kullanış biçimlerini vb. belirler.

İnsanlara verdiğiniz din, onlarda ne gibi etkiler oluşturacak, ne gibi sonuçlara müncer olacaktır?

“Din/ şeriat bu ise ben yokum!” diyen insanların çoğaldığı bir zamanda sözünü ettiğimiz durum daha bir önem kazanıyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.) insanların içinde bulunduğu durumları değerlendiriyor ve atacağı adımların ne gibi sonuçlara müncer olacağını hesaba katıyordu. Bunun sonucuna yapmak istediği bazı şeyleri yapmıyor, yapmak istemediği bazı şeyleri de yapmak zorunda kalıyordu.

Hudeybiye musalahasında sonuçları hesaba katarak ilk etapta hiç de lehte görünmeyen bazı şartları kabul etmiş ve ihramdan kerhen çıkmıştı.

Aşikâre münafıklık yapan ve Müslüman toplumunun devamlı huzurunu kaçıran insanları öldürmesini talep edenlere “İnsanların, Muhammed adamlarını öldürüyor!” diye konuşmalarından endişe ettiğini söylüyor ve  isteklerini yerine getirmeye yanaşmıyordu.

Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından atılan temelleri üzerinden yeniden inşa etmeyi arzuluyor ama cahiliye devri anıları henüz taze olan kavminin tepkisini hesaba katarak buna yanaşmıyordu.

“En faziletli amelin ne olduğu” sorusuna, farklı cevaplar veriyordu. Çünkü soruyu soranların durumu, kendileri için en hayırlı amelin ne olduğunu belirlemesini gerektiriyordu. Yani mutlak bir en hayırlı amel yerine soruyu soran kişinin ihtiyacına uygun düşecek, onun hakkında daha güzel bir sonuç verecek cevaplar veriyordu.

Bu tavır ashabınca da sürdürülmüştü. Söz gelimi İbn Abbas’a bir adam gelmiş ve “Bir Müslümanı kasten öldürenin tövbesi kabul olur mu?” diye sormuştu. İbn Abbas da “Asla olmaz, onun yeri cehennemdir!” diye kapıyı kapatmıştı. Soru soran ayrılınca yanındakiler: “Sen böyle mi fetva veriyorsun? Oysa sen bize  kâtilin de tövbesinin mümkün olduğunu söylerdin”? dediklerinde “Öyle ama ben bu adamın bir mümini öldürmeyi aklına koymuş öfkeli biri olduğunu gördüm, düşüncesinden vazgeçirmeyi amaçlayarak öyle söyledim!” demiştir. (Kurtubî, IV, 97).

Abdullah b. Mugaffel’e (ö. 59/679) bir kadın gelmiş ve ona “Zina etmiş, gebe kalmış ve doğurunca da durumunu örtbas için çocuğunu öldürmüş bir kadının durumu nedir?” demiş, İbn Mugaffel de “Ne olacak? Tabii ki Cehennem!” demiş. Bunun üzerine kadın ağlayarak oradan ayrılmış. Kadının bu tepkisi üzerine İbn Mugaffel kadını geri çağırmış ve “Ben senin hakkında şu iki durumdan birini düşünüyorum” demiş ve şu ayeti okumuş:

وَمَنْ يَعْمَلْ سُٓوءاً اَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُوراً رَح۪يماً

"Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır."  (Nisâ 4/110)

Bunu duyan kadın gözyaşlarını silmiş ve oradan ayrılmış. (Taberî)

İbn Mugaffel, kadının fuhuştan uzak durması ve tövbe etmesi için verdiği sert cevaba beklemediği tepkiyi göstermesi üzerine, onun cevabı sebebiyle tümden umutsuzluğa düşüp ya intihar edeceği ya da fuhuş bataklığına sürükleneceği endişesine kapılmış ve ilk cevabını terkederek kadının içinde bulunduğu duruma ve haleti ruhiyesine daha uygun düşen bu ikinci cevabı vermiştir.

Demek ki, her yer ve zaman için geçerli tek cevap yok.

Müfti fetvasını verirken mutlaka işin sonunu düşünecek. Verilen fetvanın müsteftide ne gibi etkisi olacağını, nasıl bir sonuç doğuracağını hesaba katacak.

Türkümüz bile bize böyle söylüyor:

Alçaklara kar yağıyor üşümedin mi?

Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?

 

Dua ile!

08.09.2020

GARİBCE



9 Temmuz 2020 Perşembe

Siyahîler zenci mi?




Dün Gülistan’ım, “Baba ZENCİ'de bir olumsuzluk anlamı yüklü mü?” diye sordu. Düşündüm. Pek yüklü değil gibi geldi. Sonuçta “Zinc”e nisbet ismi. Muhtemelen Zengibar ülkesine mensup anlamında kullanılmış ve sonra da bir ırkı temsil etmiş olabilir. Bizim kaynaklarda daha çok siyah/ siyahîler anlamında  Sûd ve Sûdân kelimeleri kullanılmakta. Sudan, bugünkü ülke adı olarak değil Sahra altı siyahî kuşağı ifade eden bir isim olmaktadır.
Bizde Arap kelimesinde sanki biraz olumsuzluk yüklü gibi. “Ne Şam’ın şekeri ne Arab’ın yüzü!” ifadesinde olduğu gibi.  “Kara” kelimesinin karşılığı gibi belki.
Kara kelimesi de her zaman aşağılayıcı anlam taşımaz. Ecevit için Karaoğlan kullanımı gibi.
Karacaoğlan’ın “Bana kara diyen dilber/ Kaşların kara değil mi” şeklindeki dizelerine bakılırsa Kara’lık nitelemesinden bir alınganlık hissi var gibi.
Neyse lafı uzatmayalım. Dedim bizim literatürü bir tarayım bakalım, Zenci kelimesine olumsuzluk anlamı yüklemesi olmuş mu? diye. Karşıma şöyle bir metin çıktı.
أَبُو عَبْدِ الْمَلِكِ مَوْلَى أُمِّ مِسْكِينِ بِنْتِ عَاصِمِ بْنِ عُمَرَ قَالَ: رَأَيْتُ عَبْدَ اللَّهِ بْنَ عُمَرَ خَرَجَ فَجَعَلَ يَقُولُ: السَّلامُ عَلَيْكُمُ السَّلامُ عَلَيْكُمْ. فَمَرَّ عَلَى زِنْجِيٍّ فَقَالَ: السَّلامُ عَلَيْكَ يَا جُعَلُ. قَالَ وَأَبْصَرَ جَارِيَةً مُتَزَيِّنَةً فَجَعَلَتْ تَنْظُرُ إِلَيْهِ. قَالَ فَقَالَ لَهَا: مَا تَنْظُرِينَ إِلَى شَيْخٍ كَبِيرٍ قَدْ أَخَذَتْهُ اللَّقْوَةُ وَذَهَبَ مِنْهُ الأَطْيَبَانِ؟.
“İbn Ömer çıktı ve önüne gelen herkese “Esselamü aleyküm, Esseâmü aleyküm” diyordu. Bir zenciye rastladı. Ona “Esselamü aleyke bre bokböceği!” dedi. Ziynetler takınmış bir cariye gördü. Kendisine bakıp duruyordu. Ona dedi ki:…”[1]
Gerisini kim güzel tercüme edebilecekse yoruma düşsün.
Bize lazım geleni İbn Ömer’in  zenci birine bokböceği diye takılması.
İmdi bu kullanıma bakarsak Zenci kelimesinde bir olumsuz anlam yüklü gibi gözüküyor.
Allah insanları tanışasınız diye boylara ve kabilelere ayırmış. Bunları tesmiye etmede bir günah olmaz. Ama ötekileştirme amaçlı kullanımlar karşıdakini ister istemez incitir.
Mesela Arapların Arap olmayanlara Acem demeleri, kendilerinden olmayanlara Romalıların Barbar,  bizim Türklerin Tat demeleri böylesi bir kullanım olmaktadır.
Günah olan kimlik belirlemesi için aidiyet ifade eden ırk ya da coğrafya nispetleri değil, aşağılama ve istihza (alay) içeren, ötekileştirmeyi amaçlayan yaftalamalar, lakap takmalardır.

Dua ile!
09.07.2020
GARİBCE



[1] İbn Saʿd, eṭ-Ṭabaḳâtu'l-Kubrâ, (nşr. Muḥammed ʿAbdulḳâdir ʿAṭâ), I-VIII, Beyrût, 1410/1990, IV, 120.  

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Dehşet bir muammadır kader




"Yazgıya bozgu olmuyor"
Başa neden düşer keder
Soru cevabın bulmuyor
Dehşet muammadır kader

Elde defter hem kalem var
Yapar eder defter dolar
Arif özge özne arar
Dehşet muammadır kader

---oOo---

Her ne ise genetik kodum
İlmek ilmek onu dokudum
Oysa ne gördüm ne okudum
Dehşet bir muammadır kader

Garibce kâh kardeş kâh abi
Şecerede hem dal hem dibi
Ve de öldüm özne ben gibi
Dehşet bir muammadır kader

Dua ile!
08.07.2020
GARİBCE


23 Haziran 2020 Salı

Din samimiyettir/ dürüstlüktür/ hayırhahlıktır.”



Müslümanlığımızı sınayacağımız elimizde bir takım kıstaslar/ ölçemler vardır. Onlardan biri de bu hadiste sıralanmış gibidir:
" الدِّينُ النَّصِيحَةُ، قُلْنَا: لِمَنْ؟ قَالَ: لِلَّهِ، وَلِكِتَابِهِ، وَلِرَسُولِهِ، وَلِأَئِمَّةِ الْمُسْلِمِينَ، وَعَامَّتِهِمْ ". م
“Din, Allah ve kitabı, Resûlü, Müslüman önderler ve halkları için samimiyettir/ dürüstlüktür/ hayırhahlıktır.” (Müslim)
1.Allah için samimiyet: Allah’ı isim ve sıfatlarıyla olduğu gibi tanımakla/ Söylediklerinin hikmet dolu olduğuna inanmakla ve gereğini yapmaya çalışmakla/ O’na ihsan ile ibadetle/ O’nun için hüsnü zan etmekle olur.
2.Allah Rasulü için samimiyet: Onu tanıma, sevme ve saygı ile olur. Onu sıradanlaştırmama, ilahlaştırmama ile/ Tazimi zedeleyen söz ve davranışlardan kaçınmakla/ Ona ve varislerine, onun hatırasına saygı ile/ Sünnetine uymakla olur. Çünkü o âlemlere rahmettir.
3.Müminler için samimiyet: Bu ise sevgiye ve güvene dayanır. Bu da önce güvenilir olmakla, imanla, selamı yaymakla oluşur. Onlara karşı dürüstlük hayırhahlıkla, haset etmemekle, gıyaplarında dua etmekle kemal bulur.
4.Müslüman önderlere samimiyet:  Sizden olan ülülemre itaatle/ Hatalarına söylemekle/ Dua ile olur.
Son olarak özümüze karşı dürüst olmayı da ekleyelim. Onun da bizde hakkı var.
Dua ile!
23.06.2020
GARİBCE

Etiketler: Din nasihattir, Müslümanlık, güven


20 Haziran 2020 Cumartesi

Nasıl bir muamma kader!




Nasıl bir muamma kader
Kime neşe kime keder
Cani mahkûmdu neylesin
Faturasın kader öder

Cümlesi çıkarın güder
Fesat alır başın gider
Bakmaz yapıp ettiğine
Suçlusu hep olur kader

---oOo---

İş bölümü elbet lazım der
Kimi yer kimi hesap öder
Hem izahında zorlanma sen
Her derde çare bulur kader

Garibce’yim feleğim şaştı
Soru benim düzeyim aştı
Payıma düşen kader diye
Devri felekte ağulu aştı

Dua ile!
20.06.2020
GARİBCE


19 Haziran 2020 Cuma

Garibce maniler!



Kenevirden kendir
Sütten olur pendir
Yüreyim cız diyor
Gel acısın dindir

İşe ehlin getir
Derde deva yetir
Haddin bilmeyenin
Anda işin bitir

Sev seni seveni
Görmez ol öveni
Erlik varsa serde
Affeyle döveni

Yar bilmesin seni
Kov gitsin söveni
Şartı İslam için
Başa koy güveni

Garibce neylesin
Bildirmez çilesin
Agâh ol kulak ver
Sözün Hak bilesin

Dua ile!
19.06.2020
GARİBCE


18 Haziran 2020 Perşembe

Selam olsun!




Dünyadır bu kim öle kim kala
Kimine ezan kimine sala
Eden ettiğin illa ki bula
Necat bulanlara selam olsun

Ederi nedir bile dünyanın
Mamur kıla dört bir yanın
Hak için şu mehcerde canın
Feda kılanlara selam olsun

Tadında tat ola tadımızdan
Işık saça yüzü yâdımızdan
Gıyapta sevgiyle ardımızdan
Name salanlara selam olsun

Arta daim gözlerde saygısı
Âlemin derdi ola kaygısı
Amel defterinde hem yazgısı
Saîd olanlara selam olsun

Garibcem makes bulsun hitabın
Sağından verilsin hem kitabın
Mahşerde haşyetinden hesabın
Rengi solanlara selam olsun

Dua ile!
18.06.2020
GARİBCE


14 Haziran 2020 Pazar

Müslümanlık



İslamlık senden ne ister
Elde dilde belde göster
İpte cambazlık neyine
Dosdoğru olmaktır hüner
Bir müstakim olsan yeter

Arayıp da yolu bulsan
Bir de yolda yol alsan
Tasaların baştan salsan
Özün Hak’ta bulsan yeter
Bir müstakim olsan yeter

Tebessüm olsa yüzünde
İbret bakışı gözünde
Hem sözünde hem özünde
Hikmet ile dolsan yeter
Bir müstakim olsan yeter

Garibce geldik gitmeye
Her işte rıza gütmeye
Nedir ki tevbe etmeye
Saçın başın yolsan yeter
Bir müstakim olsan yeter

14.06.2020
GARİBCE

Nisyanımıza isyanımıza el-aman

Rahmetin kesilse üzerimizden bir an
Özümüzde öz kalmazdı ol demde heman
Uyandır bizi hâb-ı gafletten ey Rab
Nisyanımıza isyanımıza el-aman

13.06.2020

11 Haziran 2020 Perşembe

Benim adaletimi hanımın ihsanı utandırdı!




Sabah yanlış bir telefonla doğru bir zamanda uyandırıldım. Ama benim için çok erkendi. Kahvaltımızın saatine daha iki üç saat vardı.
Çok geçmedi kapı zili çaldı. “Bizim torun galiba, gözüne çöp mü düştü?” diye sokranarak açtım. Kapının eşiğine bir tabak bırakılmıştı.
Aldım onu içeriye, merak ile acaba ne diye.
Oh! Miss gibi kokuyordu. Komşum fırından yeni çıkardığı emek ve zevk mahsulü böreklerinden hem de dört adet bize ikramda bulunmuştu. “Komşudan gelen genelde öğün olmaz o da vaktinde gelmez” derler ya, bu hem vaktinde gelmişti hem de ben ve hanım iki kişiye öğün olacak kadar da çoktu.
Kokusu kokla beni diyordu. Mis gibiydi onu zaten almıştım. Görüntü o biçimdi. İnsanın yemeye kıyamayacağı kadar güzel gözüküyordu. Tabak bile nerdeyse elimi yakacaktı. Sıcacıktı. Kahvaltı sofrası hazır gibiydi. Yanında bir iki zeytin bir de yeşil biber, iyi giderdi. Onlar da masada hazır idi.
Açtım tabağı aldım elime, elimi yaktı, o kadar sıcaktı. Elin ağzın yanarak yiyeceksin ki zaten hamur işlerini. Nasip bu ya Allah gönderiyordu işte.
Dedim dört tane börek (adını bilmiyorum da öylesine diyorum işte). Bende adalet duygusu az çok gelişmiştir. Her şeye hakkını vermeye çalışırım. İmdi bu sıcacık böreklerin de adaletli bir taksimle ikisini ben yerim ikisini de hanıma bırakırım dedim. Ve afiyetle yedim. İştahım hala olmasına rağmen adalet duygumun gereği diğer ikisini yemeyip hanıma bıraktım. Bununla da kendimle biraz gurur duydum.
Komşumun ellerine sağlık. Geçmişlerine rahmet olsun.
Aradan epey bir zaman geçti ve bu arada ben geride bıraktığım sofrayı unuttum haliyle. Karnı tok olanın su canı ister, ben de su içme arzusuyla mutfağa uğradığımda komşudan gelen tabağın hala orada olduğunu ve üzerinin örtülü olduğunu gördüm. Açtığımda böreklerden birisinin yenilmiş birinin de hala orada tabakta bırakılmış olduğunu gördüm. Tabi anladım, hanım ikisini de benim gibi yememiş belli ki birini torununa saklamıştı. Bu bir îsârdı ve ihsandı.
Benim adalet duygum bu durum karşısında hanımın ihsanından utandı.
Adalet önemli idi ve er kişi işi idi. Ama îsâr ve ihsan daha üstün bir erdemdi, boyum erişmedi.
Îsâr, kişi kendisi ihtiyaç içinde iken başkalarını özüne tercih etmek demektir.
İhsan ise mahza iyiliktir; mesela kısas adaletin gereğidir. Kısas uygulama hakkı olan birinin affetmesi ise ihsandır. Borcunuzu ödemek adaletin gereğidir, borcunuzu fazlasıyla ödemeniz ise ihsan olmaktadır. İhsan, sahibini Allah’ın sevdiği bir erdemdir.
İhsan sahiplerinden olmamız duası ile!

11.06.2020
GARİBCE



7 Haziran 2020 Pazar

Bilen söylesin!




Bu dindarlık bizi iyi etmiyor
İşlerimiz pek yolunda gitmiyor
Uçurum derin yoksulluk bitmiyor
Yanlışımız nerde bilen söylesin

Yoksulun varsılda hakkı var imiş
Hakka saygısızlık yüzde ar imiş
Arsızlık revaçta bir pazar imiş
Deva nedir derde bilen söylesin

Bolluk var dünyada bu yokluk niye
Doydu karnın madem tıkınmak niye
Gidişat hoş değil bu körlük niye
Nedir gözde perde bilen söylesin

Garibce başlarda bin bir gaile
Kovuldu hep, azar düştü saile
Şiddetle bel verir oldu aile
Kadın mutsuz erde bilen söylesin

Dua ile!
07.06.2020
GARİBCE  


6 Haziran 2020 Cumartesi

HAYRETTİN KARAMAN (FIKIH DÜŞÜNCESİNDEKİ ÖNCÜ YERİ)


AKADEMİK HAYATININ 50. YILINDA
PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
(FIKIH DÜŞÜNCESİNDEKİ ÖNCÜ YERİ)
(5 ARALIK 2009 CUMARTESİ 13.30 BAĞLARBAŞI KÜLTÜR MERKEZİ)

Kendi kendime sordum, böyle bir programda niye ben bulunuyorum? Diye. Cevap olarak dedim ki elbette ki sen olacaktın, çünkü Hocanın Fakültedeki gerçek varisi sensin. Niye diyeceksiniz. Çünkü o fiilen benim hocam olmuştur. Bu açıdan benim gibi olan talebesinin sayısı çoktur. Fakat ben İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi tezini hazırladım. Bu tezi ben yazdım ama büyük ölçüde onun fikirlerinin, tecrübelerinin ve birikiminin bir ürünü olmuştur. Biz Vecdi Akyüz ile birlikte doktora derslerini hocadan alırken iki kişi olmamıza sebep olmalı hoca fazla açılmadı. Ama bizden sonraki sınıf kalabalıktı ve içlerinde hocayı sürekli konuşturan, sorular soran arkadaşlar vardı. Hoca da böyle bir ortamda açıldıkça açılıyordu. Ben, mecburi olmamasına rağmen o derslerin tümüne istisnasız katıldım. Ötekiler belki sadece dinliyorlardı, ama ben canhıraş notlar alıyordum. Bütün alıcılarımı açıyor, kaplarımı doldurmaya çalışıyordum. Hocanın bazen değindiği ve fakat açmadığı düşünceler bile bende büyük açılımlar sağlıyordu. Ben ondan aldığım düşünceleri, örnek olayları evde tahkik ediyor, kaynaklarını buluyor, derinleştiriyor ve her birin tezimin alt başlıkları, örnekleri olacak şekilde geliştiriyordum. Bu itibarla benim bu tezim büyük ölçüde onun birikiminin benim düşüncemde şekillenip, benim elimde benim dilimde ete kemiğe bürünüp kitaplaşması olmuştur. Tabii doktora derslerinde hocanın bize İbn Âşûr’u okutmuş olması da tezin kıymetini bir kat daha artıran unsun olmuştur. Çünkü İbn Âşûr Tunus’un birikimi olmaktaydı ve daha sonra Vecdi ile İslâm Hukuk Felsefesi adıyla tercüme ettiğimiz ve birçok kez de yayımlanmış olan Makasdıu’ş-şerîati’l-İslâmiyye bu birikimin bir hülasası oluyordu. Bütün bunların yanında benim Haseki mezunu da olmam tezimin klasik boyutunun da yeterli derinlikte olmasının imkânını hazırlamıştı. Bunun sonucunda tez hem liberallerin hem de muhafazakârların ortak iltifat ve kabullerine mazhar olmuş ve yedinci baskısını yapmıştır. İşte bu tez sebebiyledir ki hocanın gerçek varisi benim diye kendime bir pay çıkarıyorum.
Hocam, ayrıca okutmakta olduğu fıkhu’s-sîre dersinin bizzat benim tarafımdan sürdürülmesini de istemiş. Bu yüzden de kendisine müteşekkirim.
Efendim Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:
-Hocam! Ay mı faydalı güneş mi faydalı? Diye
Hoca hiç düşünmeden cevabını vermiş:
-Tabii ki evladım ay daha faydalı çünkü güneş ortalık aydınlık iken doğar, ay ise gece karanlıkta!
Kendi karanlık dünyalarında aylarının ve hatta yıldızlarının aydınlığında mest olup, onlara olan hayranlıkla kendilerinden geçenler, güneşin zaten gündüzün aydınlığında doğduğunu düşünebilirler. Aslında birçoğumuz benzer düşünürüz. Etrafın aydınlığında güneş fazla dikkatimizi çekmez, esasen aydınlığın güneşe sebep olduğunu belki düşünmeyiz. O yüzden gecenin zifiri karanlığında parlamaya çalışan ay daha çok dikkatimizi çeker. Bu semalarında nice yıldızlar parlayanların aslında dünyalarının ne denli karanlık olduğunun da bir kanıtı olmalıdır. Modern dünyamızda yıldızdan geçilmiyor, her yerde yıldızlar geçidi izleniyor. Tevekkeli bu da modern dünyamızın aslında ne kadar bütün aydınlanma iddiasına rağmen ne kadar karanlık olduğunu gösteriyor. Bu salonda da durum farklı değil, bütün ışıklar divanda oturan beş kişinin (Başkan M. Akif Aydın, konuşmacılar: Ahmed Taşgetiren, İsmail Kara, Mustafa Uzun, Mehmet Erdoğan) üzerine tutulmuş ve onlar yıldızlaştırılmış, salondakiler ise yapay bir karanlık içinde siluetleştirilmiş. Dolayısıyla sadece yıldızların göründüğü, başkalarının yok sayıldığı bir dünyaya benzetilmiş. (Benim bu sözüm üzerine salondaki dinleyicilerin üzerindeki ışıklar da biraz açıldı ve ben onların tepkisini ölçme imkanına sahip oldum, onların yüzündeki ifadeleri, gözlerindeki ışıkları takip ederek konuştum, duygulandım, heyecanlandım, güldüm, güldürdüm ve çok da güzel oldu)
Ülkemizin ilim ve irfan ikliminde özellikle de İmam Hatip neslinin ufuklarında belki birçoklarının farkında olmayan nice güneşler var. Hiç şüphesiz bunlar içinde en parlak olanı Hayrettin Karaman hocam olmalı. Tabii onu Bekir Topaloğlu’suz anmak bir eksiklik olur. Çünkü bizim ilim yolculuğumuzda bize eş ve arkadaş olan el kitaplarının, sözlüklerin üzerinde hep ikisinin ismi vardı. Gıyaben isimlerini tanıdığım bu iki simanın hayal dünyamda oluşan imajları, onları ilk gördüğümde kendi gerçeklikleri ile Hayrettin Karaman lehine daha da iyi örtüşmüştü.
Haseki’de okuduğumuz sırada Yüksek Lisansa da başlamıştık ve Fahrettin Atar hocanın odasına girmiştim. Orada birkaç kişi vardı. İslâmî İlimler mezunu olmam hasebiyle tabii hiçbirini tanımıyordum. İçlerinden biri diğerlerinden daha çok itibar ve saygı görüyordu, kendisine diğerleri hocam diye hitap ediyorlardı. Kafası dazlamış, sarı saçlı, orta boylu bu adamın Bekir Topaloğlu olduğunu anladığımda epey bir hayal kırıklığına uğramıştım. Ben onu şöyle daha bir babayiğit, kara yağız, en azından kumral orta Anadolu tipinde tahayyül etmekteydim. Doğrusu bendeki hayali ile gerçekliği pek örtüşmemişti. Laf aramızda ben bunu ders esnasında bir vesile ile anlattığımda Azerbaycan’lı Elder adlı bir öğrencimiz aynı duyguyu kendisinin benim hakkımda yaşamış olduğunu söylemişti. Meğer benim İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi adlı tezimi orada ders kitabı olarak okumuşlar ve kendisine göre beni gözünde epey büyütmüş, benimle de karşılaşınca zihninde canlandırdığı ben, bana benzememiş…)
Topaloğlu hakkında yaşadığım bu hayal kırıklığını Hayrettin Hoca ile karşılaştığımızda yaşamadım. Demek onu zihnimde gerçekliğine yakın canlandırmışım. Hoca ile ilk görüştüğümde ben 26 yaşında Hoca da 48 yaşlarında oluyordu. Ben şimdi 53 yaşındayım. O yaşlarda hocayı bizim camiada tanımayan yoktu. Beni kim tanır bilmiyorum. Tabii kendimize de haksızlık etmeyelim. Hoca o yıllarda hem yolu açıyor hem de o yolda yol alıyordu. Arkadan gelenler de hep onların açtığı yoldan ilerliyorlardı. Bir anlamda hoca böyle bir rolü üstlenmeye mecburdu. Yeteneği, medenî cesareti, ilmî anlamda riyaset etme kabiliyeti… gibi olumlu hasletlere sahip olması, onun bu öncülüğünü sühuletle yapabilmesinin imkanlarını hazırlamıştı.
Tabii bu o kadar kolay da olmamıştır. Nereden nereye?
Mezhepsiz, vahhabi, reformcu, müçtehitlere karşı saygısız, işkembe-i kübradan tavizci fetvalar veren biri olarak karalanmaya, yaftalanmaya çalışılmıştı.
Ben İmam Hatip son sınıfta iken bir hocamız vardı ve onun nöbetçi olduğu günlerde eğer ben uslu durursam bana bir hediye verecek oldu, ben de söz verdim ve sözümü tuttum. Bana hediye olarak verdiği şey, Ahmet Davudoğlu Hoca’nın Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri adlı kitabı idi ve Hayrettin Hoca’nın adı da orada geçiyordu.
Erzurum İslâmî İlimler Fakültesinin ilk yılları modernist, reformcu saydığımız hocalarla mücadele ile geçti. Kendi özel hocalarımızın yönlendirmeleri ve şartlanmışlıkla tartışmalı konulara yaklaştık. Fakat zamanla kendi gözlerimiz açıldı, kendi aklımızla düşünmeye başladık ve mezhepsiz Hayrettin Karamanlar giderek bize daha yakın gelmeye başladı ve onları sevdik. İslâm hukukunu onun kitaplarından öğrendik. Ona olan saygımız giderek arttı ve biz onu bir otorite olarak görmeye başladık. Ama eleştirel yaklaşımı bize gene onlar öğrettiği için onu yanılmaz masum bir imam olarak da görmedik.
Mezhepsizliğin halk dilinde küfür olduğunu da dikkate aldığımızda hoca gerçekten haiz olduğu mevkie bedel ödeyerek gelmiştir.
Bu süreç nasıl işledi ve nasıl bir sonuca müncer oldu?
Hoca tecdîd yanlısı ve içtihad taraftarı idi ve bunu şiddetle savunuyordu. İslâm’ın hayatiyetinin buna bağlı olduğuna inanıyordu. O yüzden kendi ifadesiyle insanları ulaşmayı amaçladığı hedefe doğru önden çekiyordu. Bu uğurda zorluklara göğüs geriyordu. Fakat bir an oldu ki, önden çektiği insanlar kendisini de takmayarak, bazen çiğneyerek tozu dumana katıp pervasızca ilerliyorlardı. Bu gidiş hayra alamet değildi ve Hoca bu kez onların arkalarından tutup geri geri çekmeye, onları frenlemeye başlamıştı. Yine kendi ifadesiyle içtihad ve tecdîd için uzun süre fazla ilaç yüklemesi yapmıştı. Fakat bu hesap edilemedik bir şekilde bazı aşırılıkları tetiklemiş ve yan etkilere sebep olmuştu. Şimdi aynı hoca fazla ilaç yüklemesinden vazgeçmiş, ortaya çıkan aşırılıkları törpülemeye ve yan etkileri gidermeye çalışıyordu.
Burada bir hatıramı aktarmam aydınlatıcı olacaktır:
Odasında ders yapıyoruz. Bir telefon geldi ve hoca cevap verdi biz dinliyoruz. Tabii karşı tarafın sözlerini duyamıyoruz: Hoca hayır, olmaz dedi. Karşı tarafın sözü üzerine biraz da kızarak bir şeyler söyledi ve kapadı. Bize şunları söyledi: Biz vakti ile dört mezhepten de yararlanalım, insanların ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayalım dedik diye bize demediklerini bırakmadılar. Bize mezhepsiz dediler, reformist dediler. Şimdi adam çıkmış Şia mezhebinden bir adamla evlenmek isteyen bir kadın için benden fetva istiyor, ben de hayır olmaz deyince –Ama hocam falanca buna cevaz veriyor diye muhafazakar geçinen ve kendisine sözü edilen yakıştırmalarda bulunmadan kaçınmayan bir zatın ismini veriyor. Adamlar dört mezhepten yararlanmaya karşı çıkarlarken şimdi beşinci mezhepten de almayı bir marifet sayıyorlar (tabii o zamanlar devrim sebebiyle İran’a karşı bir sempati sözü edilen çevreyi bir hayli etkilemiş durumdaydı) Sonra hoca kendisinin niye caiz değildir dediğini bize gerekçesiyle beraber anlatıyor (Kadınla ters ilişki onlara göre caizmiş ? O yüzden sünnî bir hanımın böyle bir ilişkiyi caiz gören birisiyle evlenmesine onay veremezmiş) Nereden nereye?!
Bu itibarla Hoca için ileri sürülen “Hoca bir zamanlar değişimin öncüsü idi, şimdi ise muhafazakârların bayraktarlığını yapıyor” şeklindeki nitelemeler yerinde gözükmüyor.
Hoca yine değişimden, yine ictihad ve tecdîdden yana, ama bir şartla: Mutlaka denge korunmalı ve bu iş İslâmî kaynaklar ve yöntemlerle yapılmalı.
Buna rağmen hâlâ hocayı tefe koyup çalan ve adını internet sitelerinde teşhir eden, onunla uğraşmaktan zevk alan kesimler bulunuyor.
Hoca tecdîdden şunu anlıyor: Esasını bozmadan dini korumak, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamak, toplumun ihtiyaçlarını dinin katışıksız ve tükenmez kaynaklarından (kendi özgün metodolojisini kullanarak) karşılamak, ilahî nizamdan sapmaları düzeltmek ve engellemek, İslâm’ı asrın idrakine söyletmek.
Hoca, insanların din karşısındaki tavır ve yaklaşımlarını mesela başörtüsü örneği üzerinden kabaca şöyle taksim ediyor:
1. Köktenci yaklaşım: Köktenci Batıcılara göre dinin, insanların düşünce ve yaşayışlarını yönlendirme devri geçmiştir, insanlar akıl ve bilgilerinin rehberliğinde yaşamalıdırlar. Örtünme emri de dinden geldiğine göre bu emre uymak geriye dönmek, aydınlığı terkederek karanlığa gömülmek demektir. Bu sebeple islâmî örtünmeyi engellemek gerekir.
2. Islahatçı yaklaşım: Bu yaklaşımı benimseyenlerin içinde İslâm modernistleri ile modernizm öncesi ıslahatçıları vardır. Özellikle İslâm modernistleri, İslâmı anlama ve yorumlamada asıl (bazıları tek) kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'i almakta, bunun da sözlerinden, kelime ve cümlelerinden, getirdiği hükümlerden çok bunların gerisinde yatan maksada (sosyal ve ahlâkî amaçlara) dayanmaktadırlar. Bunlara göre örtünme emrinden maksat iffeti ve kamu düzenini korumaktır. Bunları koruyabilmek için örtünmenin gerektiği çağlarda ve şartlarda dinler örtünmeyi emretmiştir, şartlar değişip kamu düzenini ve iffeti korumak için örtünmeye gerek kalmadığında dinin bu -şarta ve geçmiş zamana ait- hükmü değişir, lafız, örnek ve tarihi çözümden amaca ve çağdaş çözüme geçilir; örtünme o çağ için islâmîdir, örtünmeme de bu çağ için islâmîdir. Bu yorumu yapanlar bir taş ile iki kuş vurmakta, hem İslâmın örtünme emrini çağın istek ve gereğine uydurmakta, hem de teorik olarak İslâmdan ayrılmamış, İslâmı sosyo-kültürel hayatın dışına atmamış olmaktadırlar.
Modernist yaklaşımın karşısında muhafazakâr islâmcılar vardır. Bunlar da iki guruba ayrılır:
1. Taklitçi muhafazakârlar: Burada taklitçiden maksat, kültür ve medeniyette Batı'yı taklit edenler değil, dinî hayatını, geçmiş devirlerde yaşamış ve ictihad ederek dini açıklamış bulunan alimlerden (müctehidlerden, mezheb imamlarından) birinin görüş ve anlayışına göre yaşayanlardır. Taklitçi mesela Hanbelî mezhebine bağlı ise ona göre kadının bütün vücudu avrettir, örtülmelidir, eli ve yüzü dahil hiçbir yeri namahreme gösterilmemelidir. Eskiler Kur'an'da geçen "cilbabı" (Ahzab: 33/59) çarşaf olarak tefsir etmiş ve bunun bütün zamanlarda kadının dışarıdaki dış giysisi olacağını söylemişlerse taklitçiye göre bu böyledir, kadın çarşaf giymeden dışarı çıkamaz...
2. İctihad ve tecdîd yapan muhafazakârlar: İctihad, dinin kaynaklarına inerek, bunlar üzerinde düşünerek dini açıklamak, dinin hükmünü tesbit ederek ortaya koymaktır. Tecdîd, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamaktır. İctihad ve tecdîd yapanlar İslâmın örnek devirlerinde kullanılan metodolojiyi kullanıyorlarsa biz bunlara "muhafazakâr" diyoruz. Kaynaklar ve metodoloji bakımından kadim çizgiden ayrılan, aklı ve çağın kabullerini vahyin, naklin önüne geçiren, buna göre yorumlar yapanlara ise "İslâm modernistleri" denilmektedir.
İslâm modernistleri ile ilgili hocanın şöyle bir değerlendirmesi vardır: Modernitenin, aydınlanmanın, çağdaş değerlerin ister istemez baskısı altındayız. Bazı ilahiyatçılar kendilerini geleneksel İslâm çizgisine taşıyamıyorlar. Hal böyle olunca kendi bulundukları yeri, mevcut duruşlarını bir şekilde meşrulaştırmak istiyorlar. Bunu için de furu-ı fıkha baş vuruyorlar fakat aradıklarını orada bulamıyorlar. Bu kez bizzat kendileri istedikleri sonucu klasik fıkıh usulü ile biz üretelim diyor ve sonucu bu şekilde elde etmeye çalışıyorlar. Fakat o usul böyle bir neticeyi mümkün kılmıyor. Bu kez usulü de değiştirmek gerekir diyorlar. İş bununla da kalmıyor. Kaynakların değiştirilmesi de gündeme geliyor. Tarihselcilik söylemi öne çıkıyor. Bunlar içerisinde işi “Kur’an metni de problemlidir” noktasına kadar götüren oluyor.
İşte hoca bunlara karşı çıkıyor ve böylesi değişime direniyor.
Yetiştirdiği ve çok sevdiği öğrencilerin arada bir tozlarını alma ihtiyacını işte buna sebep duyuyor. Bursa’da Kurav’ın 14-15 Aralık 2002 tarihinde yapmış olduğu toplantılardan İslâm Fıkhını Nasıl Anlamalıyız? (Kurav Yayınları, Bursa 2006) sempozyumunda olanlar örnek olarak hatırlanabilir.
Burada bir soru da aklıma geliyor: Hocanın fazla ilaç yüklemesinin zaman içinde bazı olumsuz sonuçlarının ortaya çıkması gibi acaba tecdîd ve bid’at karşıtlığı mücadelesi mesela mevlid geleneğinin hemen hemen ortadan kalkması gibi bazı dinî kültürel etkinliklerin ziyan edilmesine kısmen de olsa olumsuz anlamda katkı da bulunmuş mudur? Doğrusu bunun da üzerinde düşünülmesi yerinde olur kanaatini taşıyorum.
Yazıyı Hocanın fetanet ve dikkatine, hikmetine delalet eden bir iki anı ile tamamlayalım: Hayreddin Karaman hocamdan Vecdi Akyüz ile birlikte ders okuyoruz. Doktora dersi. Elimizde Ali Sayis ile Şeltût’un hazırlamış oldukları Mukâranetü’l-Mezâhib var. (Not: Daha sonra bu kitap İslâm Mezhepler Hukuku adıyla çevrildi ki, bu isimle hiç ilgisi yok. Kitap, bazı konuları mezhepler arası mukayeseli olarak ele alıyor). Her ikimizin de Arapçası iyi. O yüzden hoca tercüme yaptırmıyor, sadece okuyup geçiyoruz. İki kişi olduğumuz için hoca fazla da açılmıyor. Biraz ben, biraz Vecdi okuyoruz, hoca çok az müdahale ediyor, ders böylece bitiyor.
Sıra bende. Okuyorum, hızlıca da gidiyorum. Bir kelime var, anlamını bilmiyorum, pek bir kalıba da uymuyor, ama kaptırdım gittim. Tarûniyye diye bir kelime. Hoca nasıl olsa sormuyor ya, ondan da cesaret alıyorum. Ama Hoca: -Dur! dedi ve anlatmaya başladı:
Senin durumuna benzeyen bir medrese hocası varmış vaktiyle, yarınki öğrencilere okutacağı dersi mütalaa ediyormuş. Yorgunluk mu, dalgınlık mı, yoksa imla sebebiyle mi her neyse “li emrin tıbbıyyin) şeklindeki bir kelimeyi “Lâ… “ diye tutturarak okumaya başlamış. Tabiî geriye “martabi” diye bir şey kalmış. Neyin nesi bu martabi, hiç görmediği, duymadığı bir kelime. Üstelik bir kalıba da girmiyor. Neyse sözlüklere bakmış bir karşılık bulamamış, kitapları, şerh ve haşiyeleri karıştırmış, hiçbirinde martabi diye bir kelimeye rastlamamış. Sonra kendi kendine:
-Hocalığını kullan! Bunca yıllık tecrüben var. Niye bu kadar dert ediniyorsun. Okurken hızlıca okuyuverir, manayı da yuvarlarsın olur biter, demiş ve bu düşünceyle rahatlamış.
Ertesi günü olmuş, dersi aynı şekilde tasarladığı üzere vermiş, okurken hızlıca geçiştirivermiş, manasını da yuvarlamış ve içinden bir “Ohh be!” diyecekmiş ki buna fırsat kalmadan mollanın biri:
-Hocam şu martabiyi anlamadık, deyivermiş. Hocanın başından bir kazan sıcak su dökülmüş. Ama işin içinde hocalık var, bozuntuya vermemek gerek. Hoca kendisini şöyle bir toplamış, derin bir nefes almış ve hakîmane bir eda ile:
-Evladım, martabi Kaf dağının ardında bir ottur, ne sen sor, ne ben söyleyeyim! demiş.
Hoca, hikayeyi bitirdi ve bana dönerek:
-Seninki tam martabîlik oldu dedi ve izah etti. Çünkü benim taruniyye diye kaptırıp gitmek istediğim kelime aslında “turuvvu niyye” diye iki kelimeden oluşan bir terkipti. Ama, ben kitabın neşrini yapanların dolduruşuna gelmiştim, çünkü bu iki kelimeyi bitişik yazmışlardı. Gene de hata benim hatamdı. Ben böyle bir hatayı yapmamalıydım. Anlamadığım bir kelimeyi, yuvarlama yoluna gitmemeliydim, hele bir üstadın önünde.
Olur bunlar insan hali. Ama kıymetli dostlar, bu vesile ile şunu da gördük ki, hoca bizi aslında iyi takip ediyormuş ve biz de öyle boş değilmişiz. Benim yaptığım türden hataları medrese hocaları bile yapabilirmiş.
Hoca, aynı zamanda bir sohbet insanı idi. Konuşkandır. Onun bulunduğu meclislerde genelde o konuşur. Çok konuşmak yerinde olmadığı zaman tabii ki iyi değildir. Ama hoca konuşmalarını hikmetle süsler, arada şakalar yapar, kendisini dinletirdi.
Bu özelliği dersleri esnasında da kendisini gösterirdi.
Birinde gene ders okuyorduk. Kalabalıktık (Doktora dönemi). O günlerde de reklam yasağını delmek amacıyla alkolsüz bira üretmişler, onun reklamını yapıyorlar. Malum alkollü içkilerin reklamı yasak. Tabii amaç, alkolsüz bira üzerinden asıl bira ve markanın reklamını yapmak. İşte böyle bir ortamdı. Arkadaşın biri sordu:
-Hocam, alkolsüz bira içmek caiz midir? diye. Hoca, buna hemen olur ya da olmaz diye cevap vermedi. ve şöyle dedi:
-Dur sana bir şey anlatayım. Hoca Nasreddin’e sormuşlar:
-Hocam, def-i hacet yaparken sakız çiğnemek caiz midir? diye. Hoca:
-Evladım, demiş, caizdir caiz olmasına da, senin ağzının oynadığını görenler, seni bir şey yiyor zannederler. Ne bilsinler sakız çiğnediğini. Demiş.
Ve bu fıkra, öyle oturmuştu ki yerine, hepimiz hem sorunun cevabını almıştık, hem de büyük bir keyif.
Hoca dediğin işte böyle olmalı diye de içimizden geçirmiştik.
Sonra, bu fıkra benim çok işime yaradı. Birçok vesile ile kullandım. İnsanların töhmet mahallerinden kaçınmasının hikmet gereği olduğunu anlatmama çok yardımcı oldu.
Sözgelimi bir Ramazan çadırında sakız çiğnemek orucu bozar mı diye sormuşlardı. Ben de hocanın bu fıkrasını anlatmıştım ve çok hoş bir cevap olmuştu.
Yazıyı bitirirken bir iki hususa daha değinmek istiyorum:
Birincisi şu: Hoca’nın her zaman için bir davası olmuştur, iman gibi İslâm’ın hayatın her alanında var olabilmesi ve onun bütün güzellikleri ile korunabilmesi için ortaya konulması gereken her türlü çaba anlamında cihadı da gerekli görmüştür. İçtihad, tecdîd gibi söylemler hep bu davasına ulaştıracağına inandığı araçlar olmuştur. Keza dergi olarak Nesil ve belki –bir ara- daha da önem verdiği ENSAR bu dava uğrunda ortaya konan çabalar olmalıdır. Ben Konya’da, Kombassan’ın düzenlemiş olduğu bir sempozyum vesilesiyle bulunduğumuz sırada hocanın orada otel salonunda yapılan Ensar toplantısında yaptığı konuşmasına rastladım. Orada ilimle uğraşmasını davası açısından ikinci planda bir uğraşı saydığı intibaını elde ettim. Bunu tahkik edebilmiş değilim. Buna göre hoca ile bizim birlikte ilim yaptığımız yıllar asıl yapmak istediğimi yapamıyorum, o zaman ilim yapalım dediği yıllar oluyor. Tarihteki âlim şahsiyetler içinde bu anlamda hoca, bir çok yönden at üstünde Moğollarla savaşan İbn Teymiye’ye benziyor gibi.
Eğer bu tespitimiz doğru ise hocanın İslâm Hukuku alanında ortaya koymuş olduğu yirmi cilde yakın telif eser bu ikincil faaliyetin semeresi olmakta ve onları bugün fıkıhla iştigal eden herkes hâlâ birinci el kaynaklar olarak kullanmaktadır. Ya bir de bütün himmetini hoca bu alana verseydi diye insan ister istemez düşünüyor.
Değinmek istediğim bir başka önemli husus da şudur: Ebu Hanife H. 150 yılında öldüğünde Bağdad’ın büyük bir alimi olarak ölmüştü. Fakat insanlar ve özellikle sevenleri onu değer dünyalarında yaşatmaya devam ettiler; eserleri yayıldı, derken onun ismi etrafında hatta bir sürü menakıb oluştu ve bir iki asır sonunda Ebu Hanife artık koskocaman İmam-ı Azam olmuştu ve ünü her tarafı tutmuştu.
Bizler de kendi öz değerlerimizi yaşatmaya devam edersek, neden onlar da her gün biraz daha büyümesinler ve insanların hayatlarında her gün biraz daha parlayan birer ışık olmasınlar.
Hayrettin Karaman yüzlerce talebe yetiştirdi. Şeyh olsaydı eminim çoktan uçurulurdu da. Ama alimlerin yıldızları galiba daha çok ölümlerinin ardından parlıyor.
2001 yılında emekli olan hocanın 2009 yılında bugün akademik hayatının 50. Yılını kutluyor olmamız Hayrettin Karaman’ın bu genel kabulü de aşabildiğini gösteriyor. Halihazırdaki insanların teveccühü onu değer dünyamızda giderek artan bir coşku ile yaşatacağımızı gösteriyor. Yetiştirdiği öğrencilerin ortaya koyduğu birikim belli bir kemiyet ve keyfiyete ulaştığında bu birikime bir isim koymak gerekirse Hayriyye ismi hiç de anlamsız olmaz diye düşünüyorum.
Kendisine, huzur ve mutluluk dolu, talebelerinin talebelerinin mürüvvetini göreceği daha nice uzun yıllar diliyorum.

Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
Ferah 05.12.2009

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...