26 Mayıs 2016 Perşembe

İslam, Bidat ve Tasavvuf

İslam, kıyamete kadar varlığını ve hayatiyetini sürdürecektir. Bunun için de zamanla hayatiyetini kaybeden ölü hücrelerin yenilenmesi (tecdid) gerekecektir.
İslam fıtrat dini olması hasebiyle aynen bir göze (pınar) gibidir. Suyu azaldıkça saflığını ve berraklığını kaybeder, suyu çoğaldıkça kendi öz safiyetine yeniden kavuşur. Bunun için onun hep coşkulu halde tutulması Müslümanların vazifesidir.
İslam, bu doğallığı, safiyeti ve fıtrata dayalı oluşu ile kendi özünde  herhangi bir pislik ve murdarlık taşımaz. Başına gelenler, biraz da sahipsiz kalması sonucu hep dışarıdan musallat olan çirkeflikler yüzündendir. Bu itibarla İslam’ın yeni bir şekil verilmesine (reform) ihtiyacı yoktur, aksine arındırılmaya, yenilenmeye, yeniden coşkulu kılınmaya ihtiyacı vardır. Buna tecdid denilmektedir. En az her yüz yılda böyle bir yenilenmeye ihtiyaç vardır.
İşte bu yenilenme sırasında mücadele verilecek olan yabancı unsurların başında bidatlar gelmektedir.
İmdi bidat nedir?
Bidat dine eklemlenen ancak ondan olmayan, onu sömüren asalak unsurlardır.
Asalaklık, hayatın hemen her alanında kendine yer açan ve hep muzır olan unsurlardır. Düşünün kendi öz vücudumuza bile yapışan kene gibi, sülük gibi, bit pire gibi kanımızı emen, solucanlar, kılkurtlar gibi bağırsaklarımıza çöreklenen nice asalaklar vardır. Vücudumuzu bunlardan kurtarmamız gerektiği gibi, dine çöreklenen, İslamlığımıza eklemlenen ve onu sömüren bu kabil parazitlerden, asalaklardan da onu kurtarmamız gerekmektedir.
Bir kere şunu bilmekte fayda vardır: Bidat ve din aynı kaynaktan beslenmediği için bunlar arasında doku uyuşmazlığı vardır. Dine nispetle bidat, ağaçlarda türeyen ökse otu (Bizim Toroslarda güvelek derler) gibidir, genetik olarak ağaçla hiç ilgisi yoktur, ancak onun bünyesi içinde var olur, gelişir ve ağacı sömürür.
İslam’ın ve hatta tüm insanlığın ortak kabulüne göre yatağımızda doğan her çocuk nikahın sahibi olarak hukuken bizim sayılmaktadır (el-Veledü li’l-firâş). İyi de gerçekten bizim mi değil mi? Belki dün için bunu ayırt etmenin kesin yolu yoktu. O yüzden ilm-i kıyafe gibi bu alanda uzman sayılan kişilere baş vurulurdu. Ancak bu kesin bir kanıt olmadığı için buna dayanılarak herhangi bir hukuki işlem yapılamazdı. Bu durumda eğer gerçekten çocuğun bize ait olmadığı iddiamız varsa lian uygulamasına gidilirdi ve tarafların yeminleşmesi sonucu eşler arası ayrılır ve çocuk da annenin nesebine katılırdı. Koca da iffete iftira etme cezasından da bu yolla kurtulmuş olurdu.
İmdi bunu ispat edecek kesin deliller, yöntemler bulunmaktadır. (Karine-i katı’a). İbn Kayyim bu gibi kesin kanıtlar hakkında o meşhur sözünü söylemişti: “Eynemâ vücideti’l-maslaha fe semme şer’ullah: Adaleti gerçekleştirici maslahat her ne olursa olsun o şeriatın ta kendisidir. Ya da adalet nerede ve nasıl gerçekleşiyorsa şerî hüküm de odur. Dolayısıyla bugün ihtilaf halinde DNA testi yoluyla nesebin tespiti tamamen şerî bir yol demektir.
Bu gelişme ve yeni imkan sonucunda yatağımızda doğduğu için kucağımıza verilen ve “Al bu çocuk senin!” denilen her çocuğu kabul etmek ve onunla aramızda asılsız bir nesep bağı oluşturmak zorunda değiliz.
İmdi biz tarih boyunca geliştirilen metotlar yanında, yeni teknikler, teknolojik imkanlar, özellikle Batı’da kutsal metinlerin değerlendirilmesi için geliştirilen yeni yöntemlerden de yararlanarak dinin ya da daha doğru bir ifade ile geleneğin içinde yer almış olan ancak dine ait olup olmadığı konusunda tereddüdümüz bulunan asalakvari ögeleri (her türlü bidat, uydurma rivayetler, üretilmiş hayali kişiler vb.) ayıklamamız mümkün olabilir.
Sözgelimi tasavvuf ve tarikatlar adına bize sunulan şeyler ağacın meyvesi gibi ise o zaten bizim nihai amacımızdır, onu asla ve hiçbir şekilde ihmal edemeyiz. Ama ağaçtaki ökse otu gibi ise, ağacın tutunduğu dalları ve kökleri ile hiçbir genetik uyum göstermiyorsa, o takdirde bizim bu asalak otlardan -bize bir takım hoşumuza giden zevkli şeyler sunsa bile- bir an evvel kurtulmak için bir çaba içerisine girmeliyiz. Yatağımızda bulduğumuz her çocuğu bizden olsa da olmasa da kabullenmek mecburiyetinde olmadığımız gibi İslam adına ortaya çıkmış olan kurumlar karşısında da aynı tavrı göstermeliyiz.  Bu noktadan hareketle tasavvuf hakkında diyeceğimiz sözümüz şu olur: Eğer tasavvufun tutunduğu dallar (füru) ve kökler (usul) bizim İslam ağacının kökleri ve dalları ise başka bir ifade ile Tasavvufun fıkhı fıkh-ı zâhirimiz (furu’u’d-dîn), akaidi fıkh-ı ekberimiz (usûlu’d-dîn) ise ona karşı çıkmanın bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber zamanında bilfiil olmayıp da zaman içinde bilfiil halinde ortaya çıkan nice kurumlar vardır. Nitekim fıkıh mezhepleri de böyledir. Baştan beri nüve olarak özü olan ama adı olmayan tasavvufun da bu anlamda kurumlaşmış bir yapıya bürünmesi ve kendine has bir takım özelliklerinin ortaya çıkması normal gelişme kabilinden sayılacak bir durumdur. Ağacı dikersiniz de meyveyi nice bir zaman sonra devşirirsiniz. Kimi ağaç dikildiği sene meyve verir, kimi ise üç beş sene sonra ancak meyve verir. İmdi kıyamete kadar daim olacak İslam ağacındaki bilkuvve olan unsurların zaman içinde, belki doğuşundan birkaç asır sonra bilfiil meyveye dönüşmesi, onun verdiği semere olmamasını gerektirmez. Dolayısıyla bu kabilden gelişmeler dinde bidat sayılmaz, aksine arzulanan, beklenen bir gelişme olur. Önemli olan bu yeni semerenin genetik olarak aynı öze ve esasa ait olmasıdır. Bu itibarla kaostan düzene geçişi sağlayan, bölücü değil aksine olabildiğince toparlayıcı olan mezhepleri bidat sayamadığımız gibi fıkhımızın derunî yönünü (fıkh-ı bâtın) temsil eden tasavvufu da sözü edilen kayıtlarla bidat sayamayız.
Dua ile!
26.05.2016
GARİBCE



25 Mayıs 2016 Çarşamba

Kucak açmış bekler mezar


Ey hacı hocaya sebep soğuyan dinden
Hoşnut musun yaraya işemez zenginden

Söyle bilelim şahittir elbet Yaradan
Zenginler yüzünden soğudun mu paradan

Aklın paradadır söyle kaçtır ederin
Para yüzünden değil mi bütün kederin

Var mıdır acep satmayacağın bir değer
Kırmızı mangır beyaz baldır varsa eğer

Koca ayak kentte duyar cırcır sesini
Sense kulak kesilirsin düşse bir peni

Dünya oyundur eğlencedir ah bilene
İbret almaz bakıp bunca önden gidene

Nice Karunlar geçti hepsi oldu yalan
Kapılıp hülyalara gel sen de oyalan

Bu tatlı rüya devam etmez ilelebet
Uyanırsın gerçeğe sen de bir gün elbet

Anlarsın anda mal da yalan mülk de yalan
Sade hesabı olurmuş üstünde kalan

Garibce der bak kucak açmış bekler mezar
Siz de ibret alın gayrı ey uli’l-ebsâr

Dua ile!
25.05.2016
GARİBCE 

24 Mayıs 2016 Salı

Abdullah Köşe hocamla muhabbet ettik!


Bugün öğle camiinde tıp tarihi öğretim görevliliğinden emekli Abdullah Köşe hocamı gördüm. Ne kadar sevindim. O benden yaşça büyük, ama ben ondan önce Yüksek Lisansa başlamıştım. Bununla birlikte onların derslerine ben de katılırdım. Bu sebeple mektep arkadaşlığımız da olmuştur. O zor zamanların insanı gerçek bir dosttur. Askerliğe gideceğimize sebep kararan ufkumuza ne büyük –duygusal- bir meşale yakmıştı ve biz onun ışığında kimseye müdara etmeden askerliği sühuletle tamamlayabilmiştik.
Her şeyin yenisi makbul ancak dostun eskisi derler. Bu eski dostla birlikte namaz sonrası Fakültedeki odamıza geçtik. Çay içtik sohbet ettik.
Ne güzel anlarımız oldu. Ne güzel şeyler paylaştık.
Laf döndü dolaştı patavatsızlığa geldi. Adnan Selamet adında bir tanıdığının hatırasını nakletti. Bunlar kız istemeye gitmişler. Giderken yanlarında dayısı da varmış, haliyle büyük olarak. Ancak dayı bey pek patavatsızın biriymiş. Hayırlısı ile kazasız belasız şu işi tamama erdirebilseydik diye içinde hep bir endişe taşımış, damat adayımız. Neyse kız evine varmışlar. Kızın ailesi Arnavutmuş. Arnavutlar Gega ve Toska diye -Yesrib halkının Evs ve Hazrec adlı iki kardeş kabileden oluşması gibi- iki kardeş boydan oluşurlarmış. Laf lafı açmış ve Gega ve Toska’nın ne demek olduğu sorulmuş. Hemen bizim dayı bey bilgece ileri atılmış ve “Hani manda dışkılar da  kağnının tekeri üzerinden gidince onu ortadan ikiye böler ya işte bir yanı Gega diğer yanı da Toska!” deyivermiş.
Damat adayının korktuğu başına gelmiş, yüreğindeki bir dirhemlik yağ da erimiş. Ama Allah’tan adamlar büyüklük yapmışlar da buna sebep kızı vermemezlik etmemişler.
İlahi Abdullah hocam. Ömrün uzun olsun. Senin gibi bilgi ve marifet sahibi bilge ve hasbi adamlara Garibce kulların çok ihtiyacı var.
Dua ile!
24.05.2016

GARİBCE 

19 Mayıs 2016 Perşembe

Hikmet inhisarcılığı


Varmasını bilene bütün yollar Allah’a çıkar
Gören göze enfüste ve afakta her şey Allah’ı işaret eder.
Hal böyle iken hikmetin inhisarcı/ tekelci bir zihniyetle sadece bizde olduğu telakkisi bizi sağır ve kör yapar.
Peygamberimize atfedilen bir söz vardır: “Bir şeye olan aşkın, seni kör ve sağır yapar!”[1]
Evet, hakikat budur ve bu gerçekliği hepimiz az çok tecrübe etmişizdir.
Gençsiniz ve bir kıza vuruldunuz. Ya da kızsınız bir oğlan aklınızı başınızdan aldı. Âşık oldunuz. Bu aşk artık sizi gayra karşı kör ve sağır eder. Burnunuzun dibindeki dilberleri, dünya güzellerini görmez olursunuz. Büyüklerinizin size söyledikleri sözlerin hiçbirini duymazsınız. Görmek istediğiniz tek şey aşkınız, duymak istediğiniz yegâne söz de gene aşkınızla alakalı olandır. Ondan haber verilsin de nasıl olursa olsun. İster aslı olsun ister olmasın. Yeter ki ondan bahsedilsin.
Denginizi, ruh ikizinizi bulduysanız bu hoş, ama ya aksine birine abayı yaktıysanız mecnun olup çöllere düşmek sizin de kaderiniz olabilir.
Annenizin babanızın, büyüklerinizin, sizin için canlarını feda edecek gerçek dostlarınızın sizin için düşündükleri, size uygun buldukları kimselere dönüp de bakmazsınız bile… Zira ki aşkınız, tutkunuz sizi kör etmiştir; gayrısını görmezsiniz; sağır etmiştir başkasını duymazsınız.
Mesleğinize tutku derecesinde âşıksınız; başka bütün mesleklerin boş olduğunu düşünürsünüz.
Bağlı olduğunuz tarikat, mezhep, meşrep… Ona karşı aşkınıza sebep o artık hakikatin yegâne temsilcisidir, ondan gayrı dalaletin ta kendisidir, sapıklıktır, sapkınlıktır.
Oysa bütün yollar Allah’a çıkardı hani.
Biz Müslümanız ve bunun için Allah’a hamd ederiz. Bunun bize Allah’ın özel bir lütfu olduğunu düşünürüz. Bu doğrudur. Ama Müslümanlar olarak  hakikati her zaman ve mekanda yegane bizim temsil ettiğimiz, mahza hikmetin kendimizde olduğu inancımız, bizim başka medeniyetlerden, başka kültürlerden yararlanabilme imkanımızı ortadan kaldırır.
Hikmetin inhisarcı bir zihniyetle sadece bizde, bizim dinimizde, bizim mezhemizde, meşrebimizde olduğuna kendimizi kaptırmamız bizi aynı zamanda bağnaz da yapar ve gayra karşı bütün kapılarımızı kapar, alıcılarımızı devre dışı bırakır.
Oysa sağduyu sahibi insanlar olarak belki bir kâfirin halinden, ağzından, tavrından da bir hikmet kapmamız mümkündür. Allah, övgü babında “sözü dinleme ve en güzeline uyma”dan bahseder. Gayra sağır olan nasıl dinler, kör olan nasıl görür?
Kendi medeniyet ve kültürümüze sahip çıkacağız derken, bu güzelim değerlerimizin bizi kör ve sağır etmesine izin vermemeliyiz. Eleştirel bakabilmeliyiz. “Evet, benim mezhebim haktır, ancak yanlış olma ihtimali de vardır. Öteki hak değildir, ama isabet etme, hak olma ihtimali vardır” diyebilmeliyiz.
Bugünlerde bir “ehl-i sünnet” edebiyatı almış başını gidiyor. Ehl-i sünnet olmak hoş kötü bir şey değildir, özünde iyidir. Müslümanların sevadı azamını teşkil eder. Ama ehli sünnet kimdir. Söz gelimi ehl-i reyin imamı Ebu Hanife ehl-i sünnet midir? Kastınız sadece ehl-i eser midir?
Ehl-i sünnet Hz. Peygamber’in tuttuğu yolu tutmak, onun istikametini korumak mıdır? Onun yolunda olmak ve o yolda yol almak değil midir? Cemaat bu yolda topluca yol almak değil midir? Bunun için de ortak paydayı olabildiğince geniş tutmak icap etmez mi? Ehl-i kıble olmak yetmez mi?
Ama yok! İlle de benim meşrebimde ve benim mezhebimde olacak…. diyor.
Hakikati yegâne kendisinin temsil ettiğine inanıyor. Hatta hakikatin ancak kendisinde tecessüm edeceği zu’munda bulunuyor. Bu saplantısı kendisini başka yollara, mezhep ve meşreplere, diğer medeniyet ve kültürlere karşı kör ve sağır hatta düşman kılıyor.
Tamam, adam neye inanırsa inansın, bize ne diyelim. Diyelim de onların bu söylemi onların ardına düşen kitleleri de etkiliyor, farklı düşünce sahiplerine hayat hakkı tanımamak gibi tavırlara sürüklüyor.
Sonunda da bütün insanlığa yazık oluyor.
Sevgi güzel bir şey… Ama o dahi ölçülü olmalı. Sevgili peygamberimiz: “Sevgilini de ölçülü sev, bakarsın bir gün düşmanın olur. Düşmanına da ölçülü buğzet, bakarsın bir gün dostun olur!” dememiş mi?
Sevgilinin dahi düşman olabilme potansiyeli var demek.
Tuttuğun yoldan eminsin, bu güzel. Öteki yolu niye mahkûm ediyorsun. Öteki de kendi tuttuğu yoldan emin ve onun için de o güzel. Ve biz beherimiz bir yolu tutmuş iken öbür yolun sonunun nereye varacağını da çoğu kez bilmemekteyiz. Öyle ise hiç olmazsa diğer yolları mahkûm etmeyelim. Gözümüz kör, kulağımız sağır olmasın.
Hem o zaman belki daha da mutlu oluruz.
Gayrın huzuru bakarsın bize de huzur olarak döner.
Dua ile!
19.05.2016
GARİBCE




[1] حُبُّكَ الشَّيءَ يُعْمِي وُيصِمُّ

15 Mayıs 2016 Pazar

Tesettür modası almış başını gidiyor!



Şikâyetin, ağlayıp sızlanmanın bini bir para… Başörtüsünü kurtardık ama tesettür elden gitti.
Ah bu kadınlar ah! Suyunu çıkardılar. Şimdi bir de defileler düzenliyorlarmış. Kim bilir daha neler göreceğiz. Kıyamet koptu kopacak.
Garibce nazarımca bu tabii bir süreçti ve beklenilen bir şeydi.
Bunu yadırgayanlar önce aynada kendilerine bakmalılar.
Kadınlar sonunda kişilik sahibi olsalar da dişidirler. Geleneğe göre de Âdem için yaratılmışlardır. Topraktan yaratılan Âdem’in aklı fikri toprakta olduğu gibi, Âdem’den yaratılan kadının da aklı fikri Âdem’dedir. Yaratılışın doğa yasası budur: Herkes aslına çeker. Karşı kutuplar birbirini cezbeder.
Müslümanlar çok güçlü bir asabiyet ruhu ile nice badireleri aştılar (fetihler gerçekleştirdiler) ve sonunda da şöyle ya da böyle geldikleri yerlerin imkânlarına kondular. Asıl sınanmaları bu imkânlarla yüzleşmelerinde idi. Çünkü burada güç vardı, Mahir İz’in deyimi ile “Kırmızı mangır, beyaz baldır” vardı. Ya da üç Ş: Şehvet, Şöhret ve Servet. Asıl büyük cihad buydu ve biz erkekler kimimiz sınanarak kimimiz ise hatta sınanmadan bile bu sınavları kaybettik.
Biz eskiden özümüze hâkimdik; çünkü yanımızda güzel, alımlı, bakımlı fettan dilberler yoktu. Çulsuzduk, cebimiz yoktu. Anadolu’nun bağrından kopmuş, Toros’lardan inmiş gelmiş garibanlardık, unvanlarımız, makamlarımız, titrlerimiz, şöhretimiz yoktu.
Şimdi bunların hepsi var.
Cahiliye bir zihniyet olarak bizi de esir almışa benziyor. Çünkü bu zihniyette “güç” en büyük belirleyici ve itibar sağlayıcı ölçüttü.
Ve biz şimdi güçlüydük.
Cebimiz para ile dolmuştu. İmdi gücümüzü göstermenin vakti gelmişti. Hz. Peygamber’in ashabın zenginleşmesi karşısındaki duyduğu geleceğe yönelik endişeler aynısıyla bizi de bürümüştü.
Gücümüzü bir anlamda zafer kazandığımız kesimlere karşı göstermemiz gerekiyordu. Önce kendimizden başlayarak bakımlı olmamız, prezantabl (her ne demekse) olmamız, karşı taraf üzerinde etkin bir imaj oluşturmamız gerekiyordu. Giyim kuşamdan başladık. Yılanın eski derisinden soyulduğu gibi biz de geleneksel o sade giyiniş tarzımızdan soyunduk ve artık hep markalı, fiyakalı, albenili giyecekler giydik, modayı takip ettik…
Güç gösterisi olarak bunu sağlayacak arabalara, ciplere bindik. 65 beygir gücü olan (benim kendi arabamdı)  ve ihtiyacımızı gören eski arabalarımızı son model lüks arabalarla değiştirdik.
Yıllarca huzur içinde yaşadığımız mahallemizi terk ettik; lüks evlere, villalara, malikanelere taşındık.
Ehliyet ve liyakat yerine gücümüze sadakati esas aldık.
Kahir ekseriyet itibariyle böyle olan Müslüman erkekler şimdi kalkmış kadınlara nizamat veriyorlar.
Kadınlar -siz onların her ne kadar eksik akıllı olduklarını kendi aranızda söyleyip dursanız da- çok zeki varlıklardır ve anında intikal edebilme, yeni durumlara ayak uydurabilme, değişme marifetine sahiptirler.
Kadınlar, erkeklerin dikkatini çekmeye çalışırlar ve bu doğal bir durumdur.
Siz ey erkekler kadınlarda meziyet aradınız da onlar sahip olmadı mı?
Siz bakımlı, alımlı, şık, şuh, fettan kadınlar aradınız. Onlar da öyle oldu.
Sizin gözünüzü güç bürümüştü. Onlar da sizinle yarışa girdiler çok mu?
Siz lüks arabalara bindiniz. Onlar sizden daha yüksek olmaya çalıştılar ve Ciplere bindiler. Zorunuza mı gitti.
Siz makamı önemsediniz, siz şöhreti öncelediniz, onlar da sizin beklentilerinize karşılık vermişti. Ne vardı bunda?
Sen Gandi gibi evinde beslediğin keçi kılından kendi elinle dokuduğun kıl aba ile yetindin de kadının, kızın modaya uygun mu giyindi.
Allah için çevrenize bakın! Ahlaken fevkalade mazbut, müeddep, zeki nice kızlarımız var, yaşları kırka varmış, sırf alımlı olmadıkları için bir yuva kuramamış, yaratıcının “kendilerinde huzur ve sükun bulacağınız” diye nitelediği bir eş bulamamış,  annelik duygusunu tadamamıştır.
İmdi erkeklerimizin kadını değerlendirirken ölçütleri ahlak, edep, erdem olsaydı bunların baş tacı edilmesi gerekmez miydi?
Kendi Müslümanlığını hep zayıflar üzerinden gerçekleştirmeye kalkışan ey sözde Müslüman erkekler? Siz başörtüsü meydan muharebesini de zaten kadınlar ve körpe kızlar üzerinden yürütmüştünüz. Balta vurana “Hıh!” diye destek verenin desteği kadar desteğiniz ya olmuştu ya olmamıştı. Siz körpe bebelerinize verdiğiniz adlar üzerinden mücahitlik yapmıştınız. Siz kadınları öne buyur ettiyseniz yolun mayınlı olması endişenize sebep bu öyle olmuştu.
Şimdi kazanılmış sözde zaferler var ve siz onun sarhoşluğunda, gücü ele geçirmenin konforunda hala o zayıf gördüğünüz kesimler üzerinden İslamlığınızı sürdürme çabasındasınız. Ama geçti artık. O mayın temizlemek üzere ileri sürdüğünüz kadınlar da artık güçlü ve en az sizin kadar da akıllılar. Onlar da artık kendi bildiklerini okuyorlar ve okuyacaklar.
Eğer burada gerçek anlamda bir özeleştiri yapılacaksa erkekler olarak önce bizim bu özeleştiriyi yapmamız lazım.
İmaj takıntısından kurtulalım.
Allah katında itibarlı olmak eğer bizim için hala önemli ise bunun ölçütü güç değildir, şöhret, servet değildir. O hala kulluk bilincidir, erdemli olmaktır, adaletle hareket etmek, herkese hakkını vermektir. Sorumluluk duymak ve almaktır. Kadınları ileri sürmek değil, onlara göğüslerimizi siper etmektir.
Unutma Havva Âdem’in peşindeydi. Onun kızları da hala gene Âdem’in oğullarının ardında. Siz iye yere giderseniz, onlar da sizinle birlikte iyi yerlere giderler. Siz neye itibar ederseniz onlar da sizin itibar ettiğiniz şeylere itibar ederler.
Hal böyle iken ben erkeğim diye iyiyim, ama o kadın diye kötü. Ben erkek olarak modayı takip ederim, ama kadın edemez… öyle mi? Bu hiç adil değil
Allah cümlemize izan versin.
Aklımızı başımıza devşirsin.
Yoksa Allah bizi tümden giderir yerimize daha hayırlı, kadir kıymet bilen, gerçek değer ölçütleri ile insanları değerlendiren bir zümre yaratır. Hem de bugün için küçümsediğiniz insanların elleriyle.
İbn Haldun’a da bu arada rahmet olsun.
Dua ile!
15.05.2016

GARİBCE 


13 Mayıs 2016 Cuma

İman ağacı salınır dalları


İman kalpte yer eder. Onun yetmiş şu kadar dalı vardır. Her bir dalı bir erdeme ya da hayır işe tekabül eder. Bunların en yücesi içimizdeki imanı dilimizle de haykırmaktır. En aşağı derecede olanı ise yolda insanlara rahatsızlık veren nesneleri gidermektir. Başka bir ifade ile yolun hakkını vermektir.
Yani o ki sen yolda giderken başkaları tarafından şayet atılmış bir çöp varsa yahut bir engel konulmuşsa onu kaldıracaksın.
Ama gel gör ki biz bırak başkalarınca yola atılan rahatsızlık verici nesneleri gidermek, biz kendimiz engel oluyor ve kirletiyoruz.
Fakültede maşallah öğrencilerimizin sayısı bir hayli kabarık, mekanlar ise bazen kaldıramayacak kadar darlık gösteriyor. Özellikle de koridorlarda, kapı giriş ve çıkışlarında, asansörlerde vb. epey bir yoğunluk oluyor.
İmdi kişi üç dört arkadaş bir olmuşlar kapı önünde ya da çıkışında muhabbet ediyorlar. Oh ne güzel. İyi de sen geçişi kapatıyor ya da zorlaştırıyorsun. Keza asansör önlerinde aşırı izdiham oluyor, birinci kata, ikinci kata çıkmak için asansörü meşgul ediyorsun, üstelik her iki istikamete de basıyor, lüzumsuz yere asansörü geciktiriyorsun.
Koridorlarda giderken üçerli, bazen dörderli koldan yürüyor, arkadan gelen ve sizi geçmek durumunda olan kimselerin yolunu kapatıyor, onları yavaşlatıyorsun.

Elinde telefonun,  aklı aklını almış halde köşelerde virajı genişten almıyor hemen köşeyi dönmeye kalkışıyor, zaten gözün telefonda normal yolundan gelenlerle burun buruna geliyor, ani frenle hem kendini hem de karşındakini zor durumda bırakıyorsun.
Hz. Peygamber siz yolda engel olmayın demiyor, varsa engel kaldırın diyordu.
Demek ki biz kitabı tersinden okuyoruz.
Unutmayalım ki yaptığımız her işin, attığımız her adımın, yaptığımız her tercihin illa ki kalbimizdeki imanla bir ilişkisi vardır.
En büyük günah kul hakkını ihlal etmektir.
Trafikte adam yolu tam kapatacak şekilde duruyor ve dörtlüyü de yakıyor, işine görmeye koyuluyor. Arkasında bekleşen insanlar da haliyle anasına babasına rahmet okuyorlar. Hayırlı evlat!
Tekrar edelim Hz. Peygamber yolda insanlara rahatsız veren nesnelerin giderilmesini imanın bir dalı olarak niteliyor. Bizzat yola engel olmayı ise hiç anmıyor. Zira o bir Müslümanın zaten asla yapmayacağı bir şey gibi telakki ediliyor.
Kul hakkı kul hakkı diyoruz da nedense bu gibi önemsiz zannettiğimiz aslında hiç de öyle olmayan davranışlarımızı hiç hesaba katmıyoruz.
Dua ile!
13.05.2016

GARİBCE 

6 Mayıs 2016 Cuma

Mücîbsin, bunca vize acep nedir?


 Hani Sen’din bize bizden yakın!
Neden görünmezsin bu hicap nedir?

Tutulmuş bütün yollar sana giden
Mücîbsin, bunca vize acep nedir?

Yıkmak için yapar mı hakîm olan
Medet kıl ey Rahman cevap nedir

Bedendir, hazza gark olmak ister
Bilmez hiç, can yakar azap nedir

Gönüldür, boyunu aşarsın deme
İlle de cemal ister, sevap nedir

Garibceyim yanar göğünür özüm
Nadan sorar bilmez bu kebab nedir

Dua ile!
06.05.2016

GARİBCE 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...