30 Nisan 2012 Pazartesi

Garibce: NEDEN KADIN SORUNU?

Garibce: NEDEN KADIN SORUNU?: Kadın hakkında bir iki espriden sonra uzun sayılabilecek bir tespit ve değerlendirme yazısını koymaya sıra gelmiş olmalı. Bu yazı benim bi...

NEDEN KADIN SORUNU?


Kadın hakkında bir iki espriden sonra uzun sayılabilecek bir tespit ve değerlendirme yazısını koymaya sıra gelmiş olmalı. Bu yazı benim bir kitabımın önsözü. Takdim bizden takdir sizden.

Sevgiyle kalın.

30. 04.2012

NEDEN KADIN SORUNU?




Andık adını, bulduk tadını

Andımız yüceltmektir adını

Övgü Sana, hem Senden gele

Salatü selam güzeller güzeline

Her ne gördük bu yolda zahmet

Kılasın ya Rab bize rahmet



Çalışmalarımızda bir çokları gibi biz de kadın konusu ile zaman zaman ilgilendik. Çağdaş Fıkıh Problemleri derslerimizde bu konuya da yer ayırdık ve çok zevkli derslerimiz oldu. Kah birbirimize sitem ettik, kah anlaşmaya çalıştık, zaman oldu yer değiştirdik ve öteki olduk. O zaman bir çok şey daha kolay anlaşıldı.

Kadının konumu ve sorunlarına dair konulara ilgi duymamızın bir çok nedeni var elbet. Her şeyden önce kadınların özel bir yeri var varlık dünyamızda, değerler dünyamızda da onlara bir yer olsun istedik. İkincisi ve daha önemlisi kadınların nahif ve zarif durumlarının, zayıflık olarak algılanıp istismara açık görülmesi ve her kesimden insanların kadınları kendi emellerine kullanma çabalarının sırıtır ve rahatsız edici boyutlarda olmasıdır.

Bilmem hangi kesimden, ya da hangi yöreden bahsetmeli.

Bir gazeteci, bir televizyon kanalında konuşuyor ve bir anısını anlatıyordu. Şöyle diyordu: Geçenlerde (90’lı yıllar) güneydoğu illerimizde idim. Alışık olmadığım bir manzara vardı. Erkekler ayrı kadınlar ayrı yürüyorlardı. Ancak kadınlar yirmi metre kadar önden gitmekteydiler. Ben bu manzarayı yadırgamıştım. Onlara dedim ki: “Ben daha önceleri de buralara gelmiştim. O zaman erkekler önden, kadınlar ise yirmi metre arkadan giderlerdi. Ne oldu, töre mi değişti de şimdi kadınlar önden, siz erkekler arkadan gitmektesiniz.” Erkekler, “Yok kurban, töre yine eski töredir, törede bir değişiklik yoktur. Ne var ki PKK belası yollara mayın döşüyor…” diye cevap verdiler.

Ben o gazetecinin yalancısıyım, eğer bu bir mizansen değil de gerçekse, gerçekten insanlığımızdan utanmamız gereken bir durum. Yok bu bir latife ise, ne yazık ki ben bu latifenin arkasında bir gerçeklik payı görmekteyim. Güneydoğuda kadının durumu iyi değil de diğer yerlerde çok mu daha iyi.

Anadoluda, kırsal kesimde bir kadının günü nasıl başlıyor ve nasıl bitiyor dersiniz? İlişkileri hâlâ kopmamış, köy kültürünü iyi bilen biri olarak size alatayım ben: Mesela bir yaz günü sabah ezanı okunmadan kadın ayaktadır. İlk iş ocak yakmakla başlar, ateşi bazen komşudan alır/alırdı. (Mevsim kış ise, herifin -ki bu sözcük kabalığı simgelediği için özel olarak seçilmiştir- abdest suyu sıcak olmalıydı ve kadın/ gelin dediğin bunu ihmal edemezdi, büyük saygısızlık olurdu.) Bir taraftan ocak yanarken ve üzerine koyduğu tarhana çorbası pişerken, kadın bir yandan da ahıra inip ineği sağmak ve yavrusunu emzirip, sonra ikisini birden köy meydanına sürüp, buzağıyı dana çobanına, ineği sığır çobanına katmak durumunda idi. Hazır meydana gelmişken, evden koluna takarak getirdiği bakraçları (Bizde helke derler) köy çeşmesinden su ile doldurup her adımla birlikte bir o yana bir bu yana yamularak evin yolunu tutmak, çocukların ya da yaşlıların karıştırmakta olduğu çorbayı hazırlayıp sofraya getirmek için davranması gerekirdi. Eğer yemeğin altı yanmış ya da taşırılmışsa sorumlu elbette kadındı. Çorba leğeninin başına geçirilmesi, çok zayıf bir olasılıktan ibaret değildi. Yemekten sonra herif tarlanın yolunu tutacak, onu hazırlamak elbette kadının sorumluluğunda olacaktı. Sağdığı sütü ödünç vermeyecekse komşuya, onu öncelikle halletmesi, pişirip, süt makinesinde çekmesi yahut mayalayıp yoğurt yapması gibi işler kendisini beklemekteydi. Çok sürmeden azığı hazırlayıp tarlaya herifin yanına gitmek üzere yola koyulacak. Orada bir müddet ona yardım edecek ve uzun yaz günlerinde güneş tam tepeye dikildiğinde yorulmuş ve acıkmış olarak mola verecekler. Herif ağacın serin gölgesine uzanacak, yorgunluğun tadını çıkaracak. Kadıncağız pınardan su getirecek, yoğurdu özeyecek, yemeği hazırlayacak ve herifi buyur edecek. Yemekten sonra bir süre daha çalıştıktan sonra köye yetişecek, gelirken boş gelmesin diye topladığı çalı çırpıyı şelek edip sırtına vuracak, kendisini bekleyen bir sürü işi halletmeye çalışacak. Akşamüzeri dana sürüsü gelecek, arkasından sığır. Yavru, anasını görüp emmeden sütü sağacak, yemeği hazırlayacak, sütü halledecek gündüzden yarım kalan işleri tamamlayacak, hayvanları ahıra dolduracak, sıra evdekilere gelecek, çocukları doyuracak, onları yatıracak ve en sonunda kendisi eğer bir yerde uyuya kalmadıysa yatağa uzanacak ve bundan sonra da herifin özel isteklerine cevap vermeye çalışacak. Haftada bir gün kazan kurup yunak yuyacak, çocukları sırayla çimdirecek, evin genel temizliğini yapacak. Güz günü hasad sonrasında bulgur kaynatacak, tarhana yapacak, bağ bahçe varsa onlara bakacak, sulayacak, çapalayacak, ekecek, biçecek… kendisini ve varsa karnında yavru onu bile unutacak, kimbilir belki tarlada bir çalı dibinde, belki yolda belde çocuğunu doğuracak, kendi kendisinin ebesi olacak, kendi bebesinin göbeğini kesecek… (Bizim komşunun çocuğuna, anası tarlada doğurduğu için tarlacı derdik).

Aile ile olan bağı, ayağa giyilen bir ayakkabıdan daha sağlam olmayacak, ayağı yer tutması için mutlaka çocuk sahibi olmayı isteyecek ve ne kadar çok cocuğu olursa kendisini o kadar güvende hissedecek. Ne mehir, ne nafaka… Haklarından bî haber yaşayıp gidecek ve hiçbir vakit kendi ayaklarının üzerinde duramayacağı için mutlaka bir herifin nikahı altında olmayı ve öyle ölmeyi kendi kaderi bilecek.

Eğer herif, kadın için söylenmiş olan “Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” atasözünün (!) kendi atasınca söylenmiş olduğuna inancı varsa vah o kadının haline.

Kış mevsimi kadının işinde bir kolaylaşma görülmez. Buna mukabil dışarı işlerini bitirmiş olarak herif, akşamlara ve uzun kış gecelerinde gece bir yarılarına kadar kahvede (kıraathanede kıraat ederek değil elbet) piştirik oynayarak, onun bunun dedikodusunu yaparak geçirecek, ahırların görülmesi, otun doğranması, hayvanların sulanması gibi işler gene çoğu kez ve çoğu heriflerce kadınların üzerine yüklenilen işler arasında yer alacak.

İnsan temel hak ve özgürlükleri, kadın hakları… hak getire. Hoş bunlar bazen de olsa Fadime’nin aklından geçmez değil hani. Hatta bir keresinde Fadime’nin damarı tutar ve Feministlerle bir toplantıya katılır. Çeşitli uluslardan kadınların katıldıkları bir toplantıdır bu. Ve orada eserler, gürlerler, uygulamak üzere karar alırlar. Bundan böyle kocalarının isteklerini yerine getirmeyeceklerdir. Ertesi yıl yine bir araya gelmek üzere ayrılırlar ve birlikte olmanın kendilerine kazandırdığı öz güvenle kocalarına karşı koymaya azmi cezmi kasdetmiş olarak evlerine dönerler. Aradan bir yıl geçer ve yine toplanırlar. Alman kadını söze başlar. Ben buradan döndükten sonra Hans benden kahvaltı istedi. Ben kendi kahvaltısını kendisinin hazırlamasını söyledim. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim, üçüncü gün baktım bizim Hans kahvaltıyı kendisi hazırlıyor. İşler yoluna girdi vesselam. İngiliz kadın söz alır. Döndüğümüzde George benden çamaşırlarını yıkamamı istedi. Ben yıkamadım ve kendin yıka dedim. İlk gün bir şey göremedim. ikinci gün bir şey göremedim. Üçüncü gün baktım George çamaşırlarını kuzu kuzu yıkıyor. Sıra Fadime’ye gelmişti. O da benzer şekilde başladı söze: Ben eve vardığımda Dursun benden yemek istedi. Ben ise feministler toplantısında aldığımız kararlar gereğince artık bundan sonra kendisine hizmet etmeyeceğimi söyledim. Ve ben de sizin gibi ilk gün bir şey göremedim, ikinci gün bir şey göremedim. Ancak üçüncü günde etrafımı yavaş yavaş görmeye başladım, gözümün şişi inmiş, morartısı da bir hayli azalmıştı.

Bu da bizim feministlerin kaderi olmalı herhalde.

Moda ve reklam dünyasına ne demeli? Pazarlanan mal mı kadın mı belli değil? İş dünyasında manzara kadınlar açısından ne kadar iç açıcı. Erkekler, hizmetlerini görecek şuh bir kadının sekreterliğine sıcak bakabilirler, ancak yönetimde kadının kendisine ortak olması çok kabul edilebilir bir durum mudur?

Nice çalışan kadın eşiyle birlikte eve döndüğünde ev işlerinin kendisini beklemekte olduğunu görmekte, bey televizyonda televoleler izlerken kadın yemek hazırlamakta, bulaşık yıkamakta, çamaşır yıkamakta… geleneksel kadın işleri çalışan kadınlarımızın da hâlâ yakasını bırakmışa benzemiyor, görüntü bırakacak ümidi de vermiyor.

Ya İslâmî kesimde durum ne halde, dersiniz. “İslâmcı” nitelemesinden çok hoşlanan bir kesim var ülkemizde. Müslümanlığı bırakmışız, İslâm alıp İslâm satıyoruz sanki. Oysa Allah bize “müslüman” adını koymuştu ve müslüman olmak lâzımdı. Çağdaş İslâmcı bir erkeği nasıl seçebilirsiniz. Meselâ sahilde, tatil köyünde, bir otel lobisinde nasıl farkedersiniz. Sakalından mı, şalvarından cübbesinden mi, başındaki sarığından mı, alnındaki secde eserinden mi? Müslüman erkeğin dışarıya karşı dinî kimliğini belirtecek hiçbir alâmeti yoktur. Ve bu durum şahsen benim şikayetçi olduğum bir durum da değildir. İnsanlar şunu ya da bunu giyebilirler, bu kendi tercihleri olmalıdır. Ancak kıyafetin ayırıcı bir biçimde kimlik ilanına medar olarak kullanılması, düne nispetle bugün daha çok bir arada yaşamak zorunda olduğumuz düyamız için uygun düşmüyor. Erkekler de bunun bilincinde olarak son derece çağdaş, modern giysileri rahatça giyebiliyorlar ve kalabalıklar içinde kaybolmanın avantajını pekâlâ yaşayabiliyorlar. Kimse onları rahatsız etmiyor, onlar da rahatsızlık duymuyor. Müslüman kadınlar için de durum aynı mıdır acaba?

Aynı ideolojiyi benimsemiş insanlar olarak biz erkekler, kendi inancımızı ifade edecek bir alameti fârika kullanmıyor ve kadınlarımız için onlardan bunu istiyorsak ve hatta gizliden gizliye -Allah adına, din adına, töre adına- bunu dayatıyorsak, cephe savaşlarında top güllelerinin düştüğü yerde, henüz neyin ne olduğunu dahi bilmeyen körpe kızlarımız varsa, aile kimliğimizi, ancak kadınlarımız üzerinden tahakkuk ettirebilecek bir tavra gücümüz yetiyorsa, mayın temizlemek için kadınları öne süren mantıktan ne farkımız kalır ve bizim kadınlarımızın değeri ne kadar olur? Kimse kadınların arkasına sığınarak, İslâm edebiyatı yapmamalı, onları ateşe sürerek kahramanlık taslamamalı. Herkes ne yapacaksa kendisi yapmalı. Kadınları öne sürmek, onları ve çocukları arkamıza almamızı, özümüzü onlara siper etmemizi gerektiren geleneğimize mi, yoksa îsârı (başkalarını nefsimize tercih etmeyi) ahlâkî bir erdem olarak takdim eden dinimize mi atıfla yapılan bir davranış oluyor. Bunu hep birlikte sorgulamalıyız. İfrat bir tutumun cevabı, karşı bir ifrat olmamalı. Zor da olsa bir denge noktası bulunmalı. Bunun için de aramaya başlanmalı. Her arayan elbette bulamayacak. Ancak bulanlar hep arayanların arasından çıkacaktır. Kim bilir belki biz de doğruyu bulabiliriz. Bulamasak bile hiç olmazsa yolunda ölürüz.

Elinizdeki kitapçık, şimdiye kadar bu alanda ortaya koymuş olduğumuz çabaların derlenmesi sonucunda ortaya çıktı. İnşallah, bu alanda düşünce üretenler için bizden bir çamsakızı armağan olur. Daha fazlasını da zaten kimse bizden beklemez. Ben kendimi ne kadar kadın yerine koyabilsem de, bu sorunları iliklerime kadar yaşamış olamam. Bizim ki biraz hariçten gazel okumaya benzer. Asıl sorun, kor ateşi avucunda tutanlar tarafından ortaya konulmalı ve konuluyor da.

Bu çalışmamı kendisini evine ve çocuklarına adamış bir garip eşim var, ona ithaf ediyorum. Başta annem ve bütün annelerle yaptığım bir hasbihal olmasaydı, elbet bu ithaf öncelikli olarak anneme olurdu.

Yazılarımı sözünü ettiğim “Ve sen ey anne!” diye bir hasbihalle başlatmayı ve o yazı üzerinden her okuyucunun kendi annesiyle gıyabta bir söyleşide bulunmasını arzu ettim. Herkesin annesi benim annem gibi rahmetli olmuş değil elbet. Ölmüş olanlara ilahî rahmeti sonsuza dek diliyorum. Hayatta olan annelere sağlık ve sıhhat içinde yavrularının mürüvvetini görmelerini diliyor, gözlerinin aydın olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Saygıyla ve sevgiyle, sizi Allah’a emanet ediyorum.



Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN

24.02.2004 Ferah/İstanbul

29 Nisan 2012 Pazar

Garibce: Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!

Garibce: Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!: Vaktiyle ben bir espri yapmıştım. Ama tam yerini bulmamıştı. Sizinle de paylaşayım dedim. -Neden Allah erkeğin altına tek kat bir min...

Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!

Vaktiyle ben bir espri yapmıştım. Ama tam yerini bulmamıştı. Sizinle de paylaşayım dedim.

-Neden Allah erkeğin altına tek kat bir minderi yeterli görürken kadının altına çift kat minder sermiştir?

Malum erkek ve kadının klasik imgelerinde erkek pantolonlu kadın eteklidir. Fakat o figürde bile dikkat edilirse erkeğin omuz kısmı gerçeğe uygun olarak geniş, kadınınki dar, etek ise vücut yapısına uygun olarak üçgen şeklinde genişliyor. Bu kez erkeğin o kısmı daha dar.

Yaratıcı modern imgelerin tümünün aksine hayatın yükünü erkeğin omzuna koymuş, o yüzden erkeğim omzunu geniş tutmuş. Üremenin bütün yükünü de annenin rahmine. Dölüt orada oluşacak, orada büyüyecek ve oradan da çıkacak. Tasarım o kadar yerinde ki leğen kemiği erkeğe nispetle kadında daha büyük ve geniş tutulmuş. Bu kemiğin etrafını da et ile sarmalayınca erkeğin kabalarına nispetle kadınınki çift kat olmuş. Öyle ise yukarıdaki sorunun cevabı şu: Kadının çift kat minder üzerine oturuyor olması bir lütuftur ve bu anne olma özelliğinin bir ödülüdür. Kadın sırf anne olduğu için cennet ayakları altına bir halı gibi serilmiştir ve saygının doruk noktasına oturtulmuştur. Bütün bunlar annelik için.

Modernite, cinsellikle üremeyi birbirinden ayırma başarısının verdiği sarhoşluğu yaşıyor. Bunun sonucunda kimi insanlar cinselliği amaç, üremeyi ise bir külfet görmeye başladı. Kadın erkek imgeleri bile değişti. Kadının bir lütuf gibi görülen kabaları artık saklanması gereken, kurtulunması gereken bir yük oldu. Eğreti spermler, kiralık taşıyıcı anneler ve  göğüslerin bozulmaması için dadılar ve süt bankaları. Yarın üreme bir kamu hizmeti şekline dönüşür ve kuluçka makinelerine benzer bir tarzda seri üretime geçilirse bu gidişe bakarak şaşmamak lâzım. Ama şahsen ben fıtratın gücüne inanan biriyim. Bütün bu yaldızlı söylemler, tumturaklı yaşam tarzı, cinselliğin üremenin pabucunu dama atması gibi  iddiaların üzerine de bir gün fıtrat sifonu çekecek ve geriye gerçeklik sadece insan olarak kendi gerçekliğimiz kalacaktır.

Bir bahis sonucu Muaviye’yi kızdırmak için –ki onu hiç kızdıran olmamış, yönetimdeki dehasını buna bağlayanlar var- birisi demiş ki:
-Halife, diyorlar ki senin annenin kabaları çok büyükmüş.
-Hee ya! Demiş. O yüzden babam annemi çok severdi.

Yaratılışı gereği aşağı doğru bir üçgen gibi göründüğü için bunu bir zillet gibi gören kadınlar, kızlar. Neden utanasınız ki… Anne olabilmenizin gereği bu. Hem sizi o halinizle sevecekler, uğrunuza canlarını bile feda edecekler elbette var.

Şefkatle!

Garibce
29.02.2012

28 Nisan 2012 Cumartesi

Bir latife: Kızlar, evlenin hayatınıza renk gelsin!




Bizim Zarife kız Feys’e yazmış: "Kesinlikle evlen; karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun" Sokrates :D

Ben de sordum: -Zarife, bunun koca için söylenmişi yok mu? diye.


O da dedi ki: -Hocam muhakkak vardır da, onu muhakkak Sokrates söylemediği için tutmamıştır, meşhur olamayınca da yayılmamıştır. Bizim için siz bir tane söylerseniz çok memnun olurum hocam :)


Ben de dedim: -Dur bir deneyim: Kesinlikle evlen kocan iyi ise yüzün al olur, kötü ise gözün mor olur. Her iki halde de hayıtına renk gelir.

Sonra da ekledim:  Adam yanar döner/ döver sever çıkarsa o zaman ne olur: Dövdü mü mor, sevdi mi al eşittir: olur MORAL.


Cevap: -İlâhi hocam, bayıldık bu söze, renkli bir hayat bizi bekliyor o halde :)


Seni ocağı yanasıca seni, renkli bir hayatın yüzüne şavkıyan ışığını gördün de bak nasıl gülüyorsun. (Sonda ki işaret gülme ya da yan üstü yatarım keyfime bakarım işareti imiş)



Garibce

28.02.2012.

27 Nisan 2012 Cuma

Garibce: Bir pencere de bizden olsun!

Garibce: Bir pencere de bizden olsun!: Rahmetli Erbakan Hoca Âdil Düzen’i pazarlıyordu. Kendisini kaptırmış canhıraş anlatıyordu. Bir mühendis olarak şekiller, ...

Bir pencere de bizden olsun!



Rahmetli Erbakan Hoca Âdil Düzen’i pazarlıyordu. Kendisini kaptırmış canhıraş anlatıyordu. Bir mühendis olarak şekiller, şemalar… tam aradığını bulmuş gibiydi. En yakınları bile pek anlamıyordu, ama anlar gibi ediyorlardı. Lâf aramızda alternatif âdil düzen çalışmaları bile yapanlar vardı.

İşte o günlerde Hoca, biz üniversite hocaları için de Âdil Düzen tanıtım toplantısı düzenlemiş, bilgi veriyordu.

Sadece İlâhiyattan değil, değişik Üniversitelerden hocalar vardı. Çünkü katılanların çoğunu tanımıyordum. Belli ki başka başka yerlerden geliyorlardı. Hoca bize övgüler yağdırıyordu, iltifatlar ediyordu. Malum Hoca kibar ve saygılı bir insandı.

-Sizler dedi, müthiş çalışmalar yapıyorsunuz. Harika işler çıkarıyorsunuz. Çok kıymetli ilmî çalışmalara imzalar atıyorsunuz…. Fakaaat, sizin yaptığınız bu çalışmaların hepsini bir araya getirseniz bundan bir kulübe bile çıkmaz.
-Nedeeen?
-Çünkü hepiniz kapı ve pencere yapıyorsunuz.

İşte ez-zemmü bimâ yüşbihü’l-medh’in (övgü formunda yergi) en güzel örneklerinden biri daha.
Hoca bunu iyi yapardı. Meşhur kadayıfın altının kızarması benzetmesi siyasî literatüre damgasını vurmuştu.

Benim o geceden edindiğim en büyük kazancım Hoca’nın bu tespiti olmuştu. Hoca Üniversitenin içinde bulunduğu durumu o kadar güzel ifade etmişti ki, ancak bu kadar olur.

Evet, her birini tek başına  ele aldığımızda bizim yaptığımız çalışmalar gerçekten güzel, ilmî, düzeyli… sayılabilir. Fakat biz bunları bir araya getirsek, bunlarla büyük bir resmi tamamlayabilir miydik? İşte bunun cevabı Hocaya göre “Hayır!” oluyordu.

Sözgelimi İlahiyat Fakültemiz ve özelde İslam Hukuku Anabilimdalları kendi varlık amaçları doğrultusunda birbiri ile koordineli, hep birlikte yürütülen büyük bir projenin sahibi miydi. Bilemiyorum, benim kendi yaptığım çalışmaları, benden bir öngörü ile değil, Allah’ın lütfü ile bir müdir fikir etrafında toplamam mümkün gibi. Fakat yine de tam bir ahengin olmayacağı belli. Yıllar yılı üç beş kuruş harçlık için kendi halime kalsam yapmayacağım tercüme gibi işler bile yaptım. Benim yaptığım çalışmalar yapılan diğer çalışmalarla bir araya geldiği zaman ortaya ne çıkar, doğrusu bilemiyorum.

Hepimiz alanın tümünü kucaklayan büyük projeler ile uğraşmak yerine büyük bir resmin -fresk örneğinde olduğu gibi- bir boncuğunu hakkını tam verecek şekilde yapabilsek, ortaya koysak, sonra da içimizden büyük bir sanatkâr çıksa ve onları bir araya getirip, adını koysa… işte o zaman bütün yorgunluklar, ortaya konan her türlü çabalar, hedefini bulmanın, amacını gerçekleştirmenin huzuru ile unutulur, tarihe not düşülmüş olur.

Hoca seni bu hikmetin vesilesi ile bir daha hatırlamış olduk. Rahmet ile anıyoruz.

Ufkum ol sen doldur ben dolayım
Projende bir kapın da ben olayım


Cumamız hayır olsun bulsun sizi güzellik
Bahşet bize Allahım dirlik düzenlik

27.04.2012
Garibce

26 Nisan 2012 Perşembe

İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları


Dün 25.04.2012 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde idik. İslamî İlimlerde Yöntem Üzerine Konuşmalar üst başlıklı bir dizi konferansın üçüncüsü İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları başlığını taşıyordu ve konuşmacı bendim. Ne de olsa deplasmandır diye sevgili araştırma görevlilerimizi ve  taze doktorumuzu da yanıma aldım. Doğrusu bizi çok iyi karşıladılar, erikletme (!)den  mükellef bir yemek ikramıyla işe başladılar. Ondan sonra konuşturmaya geçtiler. Hansu başta olmak üzere bizim ile ilgilenen hoca ve arkadaşlarımıza teşekkür ederim.

Artık bizim yaştakiler belirli bir olgunluğa ulaşmış olmalılar. Aynaya baktığımızda yüzümüzdeki yılların izi gerçi bunu bize söylüyorsa da başka vesilelerle bunu görmek de iyi oluyor. Çünkü her gittiğim yerde saçları ağarmaya yüz tutmuş ve hoca olmuş kimseler öğrencimiz olarak bizi istikbal ediyorlar, elimizi öpmeye kalkışıyorlar ve bizi mahcup ediyorlar. Salonda hoca olarak benim talebem olmuş kişiler de vardı. Haseki’de benim hocalığımı yapmış bir hocamız önde dinleyiciler arasındaydı ve bizimle yakından ilgiliydi. Film oynatmadığımız için olmalı salon dolu değildi, ama imtihan sonrası olması, daha da çok bu tür programlara bir doygunluk hissinin genelde zâhir olması gibi mazeretlerimiz vardı.

Hasan-ı Basrî konuşmasına başlamak için bir hatun kişinin gelmesini beklermiş. Bir lokma ki fil için hazırlanmış, bir karınca onu nasıl hazmetsin… dermiş. Başka hiç kimse olmasa bile benimle gelen üç kişi aslında benim saatlerce emeğime değerdi. Kaldı ki gözleri ışıl ışıl parlayan gençlerimiz, az da olsa bizi dinlemeye gelen hocalarımız vardı. Fıkıh alanından sözünü ettiğim hocam hariç başka kimse yoktu.

Aslında elimde bu iş hazırlamış olduğum on dört sayfalık bir metin vardı ve onun için epey bir emek de harcamıştım. Bununla birlikte her zaman yaptığımı yaptım ve serbest konuşma tarzında sunumumu sürdürdüm.

Usulün oluşumu, furûa tekaddüm edip etmeyişi, tedvinindeki amacın ictihad faaliyetinin tutarlılığını denetlemenin, insan zihnini doğruya yönlendirecek ilkeleri elde etmenin ötesinde ne olduğu, ilkten anlamanın ya da yeniden anlamanın usulü olarak tasarlanıp tasarlanmadığı gibi konulara değindim.

Şu anda vardığımız yerin delillerin bizi getirdiği yer mi, yoksa esasen bizim varmak istediğimiz yer mi olduğunu ayırt edebilmek için yaptığımız işlemlerin (fıkhın) sağlamasını yapacak ve adına makâsıd denilen ilkelerin kıstaslığının gerekliliği,
Tevhid ilkesi gereği, tekvin ve teşrîin aynı elden kotarıldığına imanın bir sonucu makine ve kullanma kılavuzu eşleşmesi gibi,  teşrî ile tekvin arasında da böyle bir tekâbuliyeti aramanın  gerekliliği üzerinde durdum.

İstikrarla birlikte usulün işlevinin artık mezhep içi tutarlılığı ve istikrarı korumak olduğu bağlamında meşhur Kerhî’nin sözüne değindim ve iyi de yaptığını söyledim. Ama aynı Kerhî’nin bugün yaşasaydı ne diyeceğini de merak ettiğimi belirttim. Çünkü Kerhî’ye (ö. 340) kadar fıkıh ilahî menşe’li olmakla birlikte beşerî bir sistem olarak oluşmuş ve yerleşmişti. Günümüzde ise o sistemi oluşturan zemin ve alt yapı değişmişti. Alt yapı ile birlikte üst yapıların da değişmesi kaçınılmaz idi.

İcmaın İslam’ın anagövedisini oluşturucu ve koruyucu işlevine mukabil değişime direnç gösterici yönüne değindim.

Bağlamından koparılmış temel metinlerin kendimizce anlaşılmasının bizi ne gibi sonuçlara götürebileceğini örnekler üzerinden anlatmaya çalıştım.

Usulün günümüzde yeni bir inşaya imkân verip vermeyeceği konusunu tartıştım. Bir benzetme ile durumumuzu anlatmaya çalıştım:

“Öyle ya vaktiyle biz büyük muhteşem bir konağa sahiptik. Konak ihata duvarı ile çevrilmiş ve içeride avlusu var, yanı başında kuyusu var, buz gibi içeceğimiz suyu var, kenarlarında mutfağı var, hazın damı var, ambarları var, çevresinde ahırlar ve hayvan barınakları, ısdar dokuduğumuz, tamirat yaptığımız atölye… her bir şeyi var. Bir iki kat da oturacağımız, istirahat edeceğimiz içerisinde mutluluk devşirdiğimiz yuvamız vardı. Kadınlarımız makkarr-ı nisvan tabir edilen avlusunda yunak yurlar, her tür işlerini yaparlardı. Mahremiyet vardı,  çok rahattık, huzurluyduk… Ama bir gün yanımızda yükselen bir gökdelenle karşı karşıya geldik ve bu gökdelenle birlikte artık bizim huzurumuz kaçmaya başladı, mahremiyetimiz yok oldu, hatta adamlar tepeden tarassut etmenin ötesinde ellerindeki aletlerle zumlayarak ta yakamızın açığından en mahrem yerlerimizi gözetleyecek hale geldiler, Kuyumuzun yanı başına açtıkları fosseptik çukurundan bizim kuyuya sızmalar başladı. O tatlı suyumuz tadını kaybetti, içemez olduk.

İşte böyle bir duruma benziyor diye düşünüyorum ben şu anda kendimizi ve bu durumda ne yapabiliriz konusunu tartışıyoruz, Evet bu durumda ne yapalım.
İçimizden bazıları o gökdelenden bir daire de biz kiralayalım, oraya taşınalım, bu iş toptan böyle çözülsün dediler ve bu hala deniyor.

Bir kısmı da hayır burası bizim ata yadigârımız, kendi öz vatanımız, yurdumuz, bakın her bir nimet ve imkânımız da var diyor ve olanı biteni görmezden geliyor ama özümüze kadar, iliklerimize kadar da bu rahatsızlığı bir şekilde hissediyoruz. Konağı tümüyle hangarlamayı bile göze alarak problemin üstesinden gelme çabası içinde olanlar var; kelebeğin kendi etrafına koza örmesi gibi.

Burada bizden kaynaklanmayan sebeplerle iş bu hale gelince biz bunun içinden nasıl çıkarız? Bu hali koruyarak işi götüremeyeceğimiz anlaşılıyor. Taşınarak bu işin hiç olmayacağı, açık; kimlik sorunudur şudur budur. O zaman yeni bir inşa gerekli mi diye ciddi bir soru gerekiyor. Özellikle hukukla ilgili olarak bizim mevcut birikimimizin asırlar boyu ihtiyaçlarımızı harikulade bir şekilde karşılamış olan bu birikimimizin bizden kaynaklanmayan sebeplerle artık bizim maksadımıza kafi gelmediği, dolayısıyla yeni bir arayışın içerisine girmemiz gerektiği ortaya çıktı, aşağı yukarı pek çok kişi bu fikre katılıyor diye düşünüyorum. Yani en azından ben öyle düşünüyorum. Sonra biz bu inşayı elimizdeki mevcut malzemelerle onları aynen kullanarak yapabilir miyiz? Yani bir enkazdan tabiri caizse yeni bir inşa yapmamızın imkanı var mı? Yoksa başka bir şey mi olacak. Hani hatırlayalım, fıkhın oluşumuyla ilgili bir söz vardı İbn Mesudlar ekmişti, Alkameler sulamıştı, Nehaîler hasad etmiş, Hammadlar dövenini sürmüştü,  Ebu Hanife öğütmüş, un etmiş,  Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed de pişirmiş ve böylece ekmek yapılmıştı. Nasıl böyle bir süreç yaşanmış ve bu sürecin aşağı yukarı Ebu Hanife’nin ölümü 150 ve Ebu Hanife’nin geride bıraktığı mirasın sistemleşip oturması, istikrarı sağlaması ta 340’larda vefat eden Kerhî’lere kadar ancak gerçekleştiği dikkate alındığında bunun ha deyince olmayacağı anlaşılıyor. Üç asırda ancak oluşmuş bir süreçten söz ediyoruz. Haydi günümüzde iletişim, teknoloji şunlar bunlar ilerledi dolayısıyla bu hızlandırılabilir diyelim ama ne kadar hızlandırılabilir ki. Dolayısıyla bizim bu konuda çok ciddi anlamda zamana da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yani şu anda bizim fıkıh namına ya da usul namına ortaya sunduğumuz düşüncelerin böyle bir inşayı oluşturacak bir malzeme birikimine ya da teknoloji birikimine bizi müheyya haline getireceğini de zannetmiyorum. Ama böyle bir ihtiyacın olduğunu biliyorum ve bu ihtiyacın ancak yeni bir inşa ile de karşılanacağını görüyorum ve bu anlamda ictihadın neliğinden çok daha önce fıkhın neliği gibi ciddi sorunlar üzerinde çok daha öncelikli olarak durmamız gerektiğini düşünüyorum.”
……………
İki saat kadar süren bir etkinliğin son yarım saat kadarı soru cevap ile geçmişti. Herkesin kapı pencere yaptığı bir akademik program yerine her bir ferdin büyük bir freskin tek bir boncuğu üzerinde emek veren büyük bir projenin bir parçası olduğu bir süreç temennisiyle katılımcıları ve bize böyle bir imkânı sunanları kutluyorum.


Dua ile!

26.04.2012
Garibce




25 Nisan 2012 Çarşamba

Sizi gidi ocağı yanasıcalar sizi!


Geçen sınıfta çocuklara biraz takılma hem de bir nabız yoklama amacıyla “Sizi ocağı yanasıacalar sizi!” dedim.

Çocukların –çocuk dedimse 19 yaşı üzeri gençler, içlerinde evli olanları bile var- tepkilerini ölçmeye çalıştım. Çoğu onlara kızdığımı ve kendilerine kötü bir şey söylediğimi düşünüyor gibiydi. Baktım olacak yok sordum:

-Ben size ne demiş oldum, diye.
-Efendim, beddua ettiniz, dediler. Ocağı yanasıcalar! dediniz. Üstelik kızgın gibi bir de haliniz vardı.
Dedim: -Yahu ben size kıyarmıyım, nasıl beddua ederim. Ben size dua ettim, dua.
-İyi de hocam bu nasıl dua!
-Yahu bundan daha iyi dua mı olur. Ocak, bir meskeni remzeder. (Mecaz: Zikrü’l-cüz irâdetü’l-kül= Parça bütün ilişkisi)  Ocak yanıyorsa, orada aş pişiyorsa hayat devam ediyor demektir. “Ocağın yansın” ifadesi de bu durumda neslin berdevam olsun, soyun devam etsin demek olur.
Yahu biz bu nesile kendi öz dillerini öğretemedik. Bundan hepimize birer pay sorumluluk düşmeli.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Ocağın yanması, ocağın tütmesi… ilelebed hayatın devamı demek, neslin bekası demek.
Ha şu da var! Genelde bu dua kızgınlık halinde söylenir. Yani el-medhu bimâ yüşbihü’z-zemm = Yergi formunda övgü kabilinden bir işlev görür. Muhatabı da genelde sevilen kimseler olur. Bu demek oluyor ki bizim atalarımız sevdiklerine kızdıkları zaman bile yergi formunda dua ile öfkelerini savarlardı.
Ya işte böyle!
Sizi gidi ocağı yanasıcalar sizi!

25.04.2012
Garibce

24 Nisan 2012 Salı

Uyanmak yetmiyor, bilincin de güncellenmesi gerekiyor!


Tarih 17 Ağustos 1999.  Deprem gecesi idi. Allahın sevdiği bir kulmuşuz ki –inşallah öyledir- depremin korkunç yüzünü bana göstermedi. O şiddetli zelzele ben uykuda iken olup bitmiş. Fakat ben evin içini kaplayan çığlıklara sebep uyandım. Kalktığımda oğlum, kızlar ve eşim bir oraya bir buraya koşuşturuyorlardı. Özellikle on dokuz yaşlarındaki oğlum aklını kaybetmiş gibi idi, yerinde duramıyor, bir ileri bir geri hareket ediyor, ağlıyor mu, hıçkırıyor mu, çığlık mı atıyor… belli değildi.


Ben ise uyanmıştım ama, kendimi bir gün önce evlerinde misafir olduğumuz Konya’daki bir akrabamızın yanında sanıyordum. Aslında biz tatil dönüşü o gece eve gelmiştik. Geç vakitte yükümüzü yıkmış ve yorgun argın yatmıştık. Ve ben uyuyakalmışım. Depremin sarsıntısı bile beni uyandırmaya yetmemişti. Hoş şimdi uyanıktım ama, Konya’da misafirlikte olduğumu sanıyordum ve ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.

Uyanıktım, ama bilincim düne ait idi. Bu halimle kendi kaderime hâkim değildim ki, çocuklara yardım edeydim. Sonra aklım da başıma geldi, şükür, anladık olup bitenleri ve almaya çalıştık gereken tedbirleri.

Şimdi gelelim kıssadan hisseye: Günümüzde İslam dünyasının uyandığından söz ederler. Devasa problemlerle boğuşmakta olan ve her biri ile hesaplaşması gereken İslam dünyası uyanmış, gerçekten bu sevindirici bir şey. Fakat uyanan İslam dünyasının bilinci ne zamana ait, güncel mi, yoksa tarihin belli bir dönemine mi ait. İşte asıl üzerinde durulması gereken soru bu. Yani Müslüman uyanık ama, bundan şu kadar öncesine ait bilinçle hayatı kotarmaya çalışıyor.

Ashab-ı kehf’i hatırlayalım. Onlar üç yüz senenin ardından uyandılar ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmeye çalıştılar. Bilinçleri ise uyandıklarında uykuya yattıkları güne aitti. İçlerinden birini yiyecek almak üzere çarşıya gönderdiler. Yiyeceğe karşılık elindeki parayı uzatmıştı. Satıcı parayı aldı, evirdi çevirdi, bir paraya bir de parayı uzatan adama baktı. Bakışları anlamlıydı. Fakat bizimkisi bu anlamlı bakışlara hiçbir mana veremiyordu. Çünkü elindeki akçanın dünkü akça olarak geçerli olduğunu düşünüyordu. Oysa o geçer akçanın üzerinden üç yüz sene geçmiş ve geçerliğini artık kaybetmişti. Fakat o, bunu bilmiyordu ve halâ o paranın geçerli olduğunu düşünüyordu. Hayatını onlarla idame edebileceklerine inanıyordu. Ama hayatta geçerli olan artık başka değerlerdi. Geçmez akçaların geçerleriyle değiştirilmesi gerekiyordu. Üç yüz yıl öncesi günde kalarak hayatlarını götüremeyeceklerini bu acı tecrübe ile anladılar ve  bu işin böyle gitmeyeceğini gördüler. Sonunda ya bilinci de yenileyeceklerdi ya da  çarenin, tekrar götüremeyecekleri bir hayatın zilletini çekmektense uykuya kaldıkları yerden devam etmek olduğunu düşüneceklerdi. Ve öyle de yaptılar. Yeniden ve bir daha uyanmamak üzere uyudular.

Allahım! Bizi gaflet uykusundan uyandır. Bilincimizi içinde yaşadığımız güne ait kıl.

Dua ile!

24.04.2012
Garibce

23 Nisan 2012 Pazartesi

Bir kargaya yuva oldun mu?

Her an yemiş veren bir ağaç

İbrahim suresi 14/24 âyetinde bir mesel anlatılır. Daha doğrusu İslâm gerçekliği bir ağaç benzetmesi üzerinden anlatılır: Şecere-i Tayyibe. Kökü sapasağlam, gövdesi göğe ağmış ve her an yemiş veren görkemli bir ağaç. Müslüman da öyle olmalı hani: Sapasağlam inançları olmalı, hayatın her alanını tutan müslümanca davranışları ve onların semereleri olan erdemleri…

Her an yemiş veren bir ağaç olabilmek… Ne güzel bir şey. Her ağacın asıl amaçlanan bir meyvesi olur. Ama onun dışında ne meyvesi vardır daim, herkes görmez herkes bilmez. Düşünün bir ağaç yılda ne kadar oksijen üretir ve ne kadar zararlı gaz emer, ne kadar toz tutar… Reçineleri hangi derde devadır, hangi böceğin rızkıdır. Koca koca alıcı kuşların hışmından sığınağı olur küçük kuşların. Gölge olur… Gözlerimize renk olur. Hele o uzun boylu ağaçların hafif bir rüzgar ile salınması, boyu, endamı… hangi güzelin salınmasından daha az güzeldir.

En önemli yemişlerinden biri de kim bilir hangi kuşa yuvalık etmektir. Kuşlar tek başlarına olduklarında yuva istemezler, herhangi bir dala tüneyiverirler. Ama üreme ve yavru büyütme söz konusu olduğu zaman onlara bağrını yuva olarak gene ağaçlar açar.

Yirmi yıl kadar önce kendi elimle diktiğim bahçemin önündeki ağaç bir hayli büyüdü. Dördüncü katın penceresinden artık görülür hale geldi. Bu ikincidir kuşlara yuva oldu. Evvelki seniydi. Bir çift karga ortalarında bir yerde kendilerine yuva yapmışlar, kuluçkaya yatmışlar ve yavrularını büyütüp uçurmuşlardı. Ben günlük tutar gibi onların her aşamada fotoğraflarını çekmiştim. Yavrularını yemeyi aklından geçiren kediyi nasıl kovduklarına ve niyetinden ötürü onu bin pişman ettiklerine şahit olmuştum.  Geçen sene yoktular. Ama bu sene gene bir çift karga yuva yaptı. Daha yukarıya ve başka bir yuva. Şimdi kuluçkadalar. Onları seyretmek büyük keyif veriyor. Tedirgin olurlar diye fazla da görünmek istemiyorum.

Her iki defasında da yuva yapanlar karga… Olsun İstanbul’da bülbül olacak değildi ya. Zaten biz de kargadan başka kuş bilmeyiz, hani.

Allahım, şu ağacın güzelliğine bak!
Bizim de bu ağaç gibi her an yemiş veren bir meziyetimiz olsun. Varlığımız havamıza hava katsın, görüntümüz dostların gönlünü açsın, hışıltımız musiki gibi kulaklarda yansısın. Yuva olalım yavrularımıza… Dallarımız açık olsun yuvasızlara!

Bu arada ağaç hayatiyetini yitirdi mi odun ediyorlar. Biraz düzgün ise kereste.
İnsanın yaramazını ise cehenneme odun ediyorlarmış.

Selam olsun ocağı yanasıcalara!

23.04.2012
Garibce


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...