26 Aralık 2021 Pazar

MAKÂSID-I ŞERΑA ALANINDA MUHAMMED TÂHİR B. ÂŞÛR’UN MAKÂSIDU’Ş-ŞERÎATİ’L-İSLÂMİYYE ADLI ESERİ

 

İslâm’ı hayata hâkim kılabilmenin tek yolu cihad destekli fıkıh (ictihad) faaliyetidir. İslâm’ı bir din olarak vahye dayalı temel kaynaklarından almak, kavramak ve anlaşılır bir dille, açık bir söylemle anlatmak (tebliğ) ve hayata geçirmek anlamında olması gereken fıkıh, bu işlevi sebebiyle hayatı bir bütün olarak ele almak zorundadır. Bunun tabiî sonucu olarak da şerî ve sosyal bilimlerin üzerinde, onların hepsini de kucaklayıcı bir yapı arz etmesi gerekir.

Müslümanlık temel inanç olarak “Tevhîd” esası üzerine kuruludur. Her şey denge üzeredir ve bir bütünlük arz etmektedir. İnsan, varlık âleminde ayrı bir dünyada değil, bütünün içinde ve fakat merkezî konumda bir yerdedir. Dışımızdaki âlem de kezâ bütünlüğün bir parçasıdır. Bu bütünlüğü ince bir nizam ve denge üzerine oturtan hakîm, habîr, alîm olan yüce bir İrade ve Kudret vardır ve varlık âlemi bütünlük içinde tek elden yaratılmakta, tedvir ve tedbir edilmekte, düzen bu şekilde sürdürülmektedir.

Bu bütünlük içinde insanın önemli bir yeri vardır ve insan da gene aynı nizama tabi, aynı İrade ve Kudret’in şümul ve hükümranlık alanındadır. Başka bir güce açık ne bir alan vardır, ne de böyle bir alanı sağlayabilecek başka bir güç vardır. Bu itibarla madde ile manayı; ruhu ile bedeni ile; aklı ile kalbi ile ve gönlü ile insanı; toplumsal, siyasal, iktisadî… yönü ile hayatı; biri diğerinin uzantısı olması hasebiyle dünya ve âhireti… kısaca her şeyi bir bütün olarak almak ve bu bütünlüğe tek bir “Kâdiri Mutlak”ı egemen görmek, ve O’nun irade ve kudreti dahilinde bulunan ve O’nun koyduğu nizam içinde var olmuş ve varlığını sürdürmekte olan bu âlemi sadece O’nun bilmek, O’nun iradesinin tecellî etmeyeceği bir alan asla tasavvur etmemek… tevhid inancının tabiî bir gereği olmaktadır.

Fıkıh işte bu bütünlük anlayışı içinde, haddi zatında zorunlu olarak Allah’ın kulları olan biz insanları gönüllü olarak da O’na kul yapmanın ve hayatımızı O’nun koyduğu ilkeler, amaçlar doğrultusunda düzenlemenin gayreti içindedir ve bunun için vardır. Bunu yaparken bütünlüğü göz ardı etmeden insanı ruh ve beden olarak, akıl, kalp ve gönül sahibi bir bütün olarak, ferdi insanlık âlemi içinde, insanlık âlemini de diğer âlemler içinde bir bütün kabul ederek duyulacak ihtiyaçları öngörmesi ve bunu en güzel biçimde karşılaması gerekecektir. Bu itibarla Fıkıh, inanç ve ahlâk meselelerini konu edinen ilimlerden kendini koparamayacağı gibi, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle de keza insanın içinde yaşadığı sosyal ve fizik çevre ile uğraşan ilimlerle de yakından uğraşmak zorundadır.

Bugün müslümanlar bir taraftan tevhide inanmanın gereğini duyarlarken, öbür taraftan da hayatlarının parsellere ayrıldığını ve her bir alanının başka güçler tarafından doldurulduğunu, Kâdir-i Mutlak olarak inandığı Allah’ın, hayatının sadece cüzî bir kısmına egemen olduğunu görmektedir. İnsanımız bütünlük fikrinden koparılmış ve kendisine gündüzün dünya için, gece âhiret için çalışabileceği, aklını işine gönlünü Allah’a verebileceği, bedenine Tagut’un ruhuna ise Tanrı’nın hükmedebileceği, bunun da normal ve çağdaşlık gereği olduğu telkin edilmiştir. Bu telkinler altındaki insanımız ya işin vahametini kavrayarak büyük ıstıraplara maruz kalmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmış, tamamen kendi kabuğuna çekilerek sosyallikten uzaklaşmış yahut da telkinlere inanarak çifte kişilikli insanlar halini almışlardır; yani aynı insan hem mü’min hem kâfir gibi bir yaşantı sürdürmeye başlamış ve zamanla buna hem kendisi hem de başkaları alışmışlardır.

İşin bu noktaya gelmesinde, bütünlük fikrinin kopması ve Fıkhın asıl mahiyet ve işlevini yitirerek ayrı bir vadide çevreden habersiz fertlere ve toplumlara yön verme, onları “gütme” iddiasını sürdürmesi büyük rol oynamıştır. İman, amel ve ahlâk bütünlüğü unutulduğu için fıkhın alanı “şerî amelî ahkâm” olarak daraltılmış ve zamanla bunların sûrî şekiller alması kaçınılmaz olmuştur. Oysa ki din “şerî amelî ahkâmı” iman düzlemi üzerine oturtmak ve ahlâkî semereler vermek için vaz’ etmiştir. Öyleyse ne iman düzlemi üzerine oturtulmayan, ne de ahlâkî semereler vermeyen bir amel/fiil, iş, eylem gerçekte “meşrû” olamaz. Âleme, bütünlük gözü ile bakılmayan her yaklaşım, insanı parselleyecek, hayatı farklı güçlerin egemenliğine teslim edecek her izah yanlıştır. “Gönüllü kulluğa” ulaştırmayan her adım bizi Hakk’tan uzaklaştıran, şeytana yaklaştıran adım olacaktır. Fıkhın amacı bize mutlak anlamda “adım attırmak” değil, bunun Hakk’ın istediği için, Hakk için ve Hakk’a götürecek biçimde olmasını sağlamaktır. Dolayısıyla bizi Hakk’a ulaştırmayacak bir adımı, Tevhid’den uzaklaştıran parçacı bir çabayı bizden uzak tutmak Fıkhın vazifesidir.

Fıkhın bunu yapabilmesi için iki şeye önem vermesi gerekiyor: Birincisi hareket noktasının çok iyi tespiti, bunun mutlaka vahye dayalı sağlam bir zemin olmasına özen gösterilmesi. İkincisi de amaçların, değerlerin, ilkelerin çok iyi belirlenmiş olması ve yapılacak işlerin, tutulacak yolun mutlaka belirlenen amaçlara (makâsıd-ı şerîa) ulaştırıcı olduğundan emin olunması.

Fıkhın vahye dayalı kaynaklarından olan Kur’ân ve onun açılımı olan ve onayını alan sünnet, hükümleri bugünkü kanun tekniğinde olduğu gibi soyut maddeler halinde vaz etmemiş, aksine neden ve niçin bu hükümlerin konulduğuna yani hikmet-i teşrîye büyük önem atfetmiştir. Hükümlerin imanla irtibatlandırılması ve amaçlanan bir sonucu meydana getirici şekilde “gönüllü kulluk” icrasını isteme Kur’ân ve sünnet fıkhının belirgin özelliğini teşkil eder.

İslâm vahyi inmeye başladığından beri teşrîde takip olunan bu usûl ashap tarafından da anlaşılmış ve iyice kavranmıştı. Onlar, Rasûlullah’ın (s.a.) arkasından, teşrî sürecini onunla birlikte bilfiil yaşamanın kendilerine kazandırmış olduğu meleke sayesinde, vahyin hayata geçirilmesinde gerçekten başarılı olmuşlardı. Onların bu başarısını, teşrî usûlünü iyi kavramalarında, hükümlerin arkasındaki maksatları, gerekçeleri görebilmelerinde, dine ve hayata bir bütün olarak bakabilmelerinde, birini diğeri için görmelerinde aramak gerekir.

Üzülerek belirtmek gerekirse fıkhın bu özelliği sonuna dek hep böyle sürdürülememiş ve zamanla fıkıh; iman, amel ve ahlâk bütünlüğünü göz ardı eden soyut kurallar halini almış ve dahası amacın gerçekleşmesi zaman zaman hiç dikkate alınmayarak “hiyel” gibi maksadı ters şekilde gerçekleştirici ama suretâ meşrû hüküm ve uygulamalar bile insanımızı gönüllü kulluğa yükseltmesi gereken fıkıh olabilmiş, bunlar şöyle ya da böyle meşrû sayılabilmiştir. Çünkü zamanla bütün çabalar nasların sündürülmesi anlamına gelebilecek lafzî yorum tekniklerine indirgenmiş, Usûl-ı fıkhın şerî delillere bakışı, hemen hemen Arap diline ait özellikler ile, rivâyetle ilgili konular açısından olagelmiştir. Yapılan ictihâd faaliyetleri de çoğu kez bu iki çerçeve ile sınırlı kalmış gibidir. Zamanla insanımızı mutlu kılacak, dünya ve âhiret saadetini temin edecek bir fıkıh ortaya konulamayışının en büyük sebebi bu anlayış olmalıdır.

Tutulan usûl dairesinin geniş olmaması sebebiyle gerek Kur’ân’ın tefsiri ve gerekse hadislerin şerhi aşağı yukarı bu çerçeve içerisinde kalmış, akıl ve düşünce ihmal edilmiş, insanlık hayatına yön verecek şerî hükümlere delâlet eden nasların tefsirinde yalnız umûm, husus, ibâre, işâre, muhkemlik, mücmellik… gibi yönler esas alınmış, o hükümlerin insan hayatındaki önemine, tesirine o kadar itina gözüyle bakılmamış, hem kitabın hem de sünnetin genel maksatlarına, hukuk kuralı olacak şeylerin insanlık hayatındaki önemine gereği kadar itibar edilmemiştir.

Böyle bir yaklaşım sonucunda ictihadın ikinci bir temel ayağı olan “makâsıd-ı şerîa” bu işlemler esnasında dikkate alınmamıştır. Bu tavrın tabiî sonucu olarak “Hikmet-i teşrî” ilmi de, gerçek anlamda bir ilim olarak gelişmemiş, bu dalda hemen hemen hiçbir eser —bir istisna halkası hariç— verilememiştir.

Söz konusu istisnâ halkasını Cüveynî, Gazzâlî, Râzî gibi öncüler olsa da asıl olarak  İzz b. Abdisselâm’ın (ö. 660/1262) Kavâidu’l-ahkâm’ı, onun talebesi Karafî’nin (ö. 684/1285) el-İhkâm fî temyîzi’l-fetâvâ ani’l-ahkâm’ı ve el-Furûk’u; Şâtıbî’nin (790/1388) el-Muvâfakât’ı, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin (ö. 1176/ 1762) Huccetullâhi’l-bâliğa’sı teşkil eder. Bunlar içerisinde el-Muvâfakât ile Huccetullâhi’l-bâliğa adlı eserlerin çok müstesnâ bir yeri vardır. Her ikisi de tarafımızdan çevrilmiş ve her ikisi de İz Yayıncılık kalitesiyle Türk okuyucularının istifadesine sunulmuştur.

Fıkhî düşünce tarihinin yüz akı halkası bu isimlerle bitmemiş ve Tunus’un Ezher’i olan Zeytûne Üniversitesi şeyhi Muhammed Tâhir bin Âşûr’un (ö. 1973) kudretli kalemiyle zirve bir eserle ivme kazanarak çoğalacağının ve seviyenin giderek artacağının müjdesini de vermiştir.

Şimdi müsaadenizle bu değerli kitabı biraz tanıtmak istiyorum. “İslâm Hukuk Felsefesi Gaye Problemi, Mekâsıdu’ş-Şerâti’l-İslâmiyye” adıyla değerli arkadaşım Vecdi Akyüz’le birlikte tercüme ettiğimiz ve üçüncü basımı Rağbet Yayınları, İstanbul 1999 (İkinci basım: İz Yayıncılık (İstanbul 1996) (Birinci basım: İklim Yayınevi, İstanbul 1988) tarafından gerçekleştirilen bu eser orta hacimde (310 sayfa) ve güzel bir baskıyla okuyucularına ulaşmış bulunmaktadır. Bu vesile ile emeği geçenlerin hepsine teşekkür ederiz. Eserin bizce ilk kez tanınması doktora dersleri sırasında değerli danışman hocam Hayreddin Karaman sayesinde olmuştu. Kısmen beraberce okumuş, teşvik ve yardımları ile tercüme etmiştik. Sonra İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi (M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları İstanbul 1990, 1995) adlı doktora tezimde, bu değerli insanın fikirlerini —üstadımın da yorumlarını ekleyerek— kanaviçe işler gibi tezimin hemen her sayfasında işlemek imkân ve bahtiyarlığına sahip oldum. Bu naçiz eserimiz —bir tez olmasına rağmen— kısa sürede eğer ikinci baskısını yapabildiyse bunu, Hayreddin Karaman gibi bir üstadla İslâm Fıkhı Düşünce Tarihinde bir zirve isim olan İbn Âşûr’un bu değerli kitabını okuma nimetine sahip olmaya borçlu olmalıdır. Bu vesile ile İbn Âşûr’a Allah’tan sonsuz rahmet, üstadıma da Allah’tan sağlık, sıhhat ve âfiyet içerisinde uzun ömürler niyaz ediyorum, daha nice istifadelerde bulunabileceğimizi umuyorum.

İbn Âşûr, söz konusu ettiğimiz halka içinde Şâtıbî’ye özel bir önem atfeder. Gerçekten de o makâsıd konusunu ilk kez müstakil olarak ele alan ve bu konuya tam bir cilt yer ayıran çok değerli bir müellif olma ayrıcalığına sahiptir. Bununla birlikte konuyu bu çapta ilk kez ele almış olması hasebiyle İbn Âşûr’un zihnindeki düzeye ulaşamamış, gereksiz uzatmalara dalmış, konu bütünlüğünü bozucu unsurlara da yer vermiş bazı hususları ise dikkatinden kaçırmıştır.

İbn Âşûr, sonra gelmenin ve daha önceleri yapılmış olanları görmenin kendisine verdiği avantajla konuyu daha derin bir vukûfiyetle ele almış ve sahip olduğu üstün fikrî kişiliğini de yansıtarak sahasında gerçek bir otorite olmuştur. O konuyu üç bölümde ele almıştır:

1. Hukukun gayelerinin temellendirilmesi, hukukçunun makâsıd-ı şerîayı bilme zorunluluğu vb.

2. Hukukun genel gayeleri.

3. Hukukun özel gayeleri.

Görüleceği gibi müellif, önce konuyu nazariye olarak ele almakta, temellendirmekte daha sonra da bunu her bir meseleye uygulayarak özel maksatları ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu haliyle Dihlevî’nin Huccetullâhi’l-bâliğa’da tuttuğu yola benzer bir yol izlemektedir.

Sonuç olarak biz, bu üç eserin de mutlaka birbirinden müstağni kılmayacak şekilde önemli olduklarını, her birinin ayrı ayrı önemli yerleri olduğunu belirtiyor, bu eserlerin Türk okuyucularına ulaştırılmasında bizi bir pay sahibi kılan Yüce Allah’a hamd ediyor, her üçünün de basımını güzel bir biçimde gerçekleştiren İz Yayıncılık’a teşekkür ediyor, üzerimizde hakkı olanları hürmetle yad ediyor, kusurlarımızı bağışlamanızı ve iyi niyetimize yormanızı siz sevgili okuyucularımızdan rica ediyoruz.

 

Doç. Dr. Mehmet ERDOĞAN

24. 03. 1996    Ferah/İstanbul

 

11 Aralık 2021 Cumartesi

Garibce maniler

 Kahve gelirdi Yemen'den

Uzak dur hakka sövenden

Müslümanlık belli olur

Halka verdiği güvenden


Arı bal alır kevenden

Mürebbi olmaz dövenden

Temkini elden bırakma

Yüzüne karşı övenden

25 Kasım 2021 Perşembe

Garibce maniler: Kahve bahane

 Kahvemi içtim sadesin

Dostsuz olmuyor can nerdesin

Gönül bağı kilitlenmiş

Gel açam sana gül deresin


Kahvemi içtim ortasın

Yokladım aha burdasın

Hem gönlümde hem dilimde

Hem yanımda hem ordasın


Kahvemi içtim şekerli

İhtiraslar dört çekerli

Gönül gözüm gördü seni

Gayrı görmem bundan kerli


Kahvem yoktu içtim çayı

Adın andım vuslat payı

Hasret oku dilde sızı

Bildim atan kader yayı


Çayı olmalı demlice

Avunsun diye Garibce

Demlikten sanma çay döker

Demler derdini gizlice


Dua ile!

25.11.2021

GARİBCE

17 Kasım 2021 Çarşamba

Dünyam benim hayatımdır, sürgün de neyin nesi?

 

Allah sonsuz rahmeti ile muamele etsin. Üstat Sezai Karakoç rahmetli olmuş.

Sevilen bir insandı. Ne saadet!

Vefatı sebebiyle ne kadar da çok paylaşıldı, şu dünya hayatının sürgün olduğu.

Bana hep ters gelirdi.

Dünya hayatının sürgün olduğu.

Neden olsundu ki?

Zaten tek bir hayat vardı, O’ndan gelip O’na giden. Aynı hayatın iki ucu vardı biri yakın diğeri öteki olan. Doğum ve ölüm sade birer eşikti. İkincisinin inşası birincisine bağlı idi.

İlkinkinin yeri ekeneğimiz olan arz idi.

Öbür hayatımıza lazım olan mekân ise cennetti ve o bu hayatta inşa edilirdi, ekip biçilen her bir şey orada devşirilirdi.

Bu hayattaki konumumuz ise hilafetti.

Hilafet Allah namına bu hayata vaziyet etmekti.

İnsan vatan diye sahiplenmediği yere nasıl vaziyet edebilirdi ki?

Onu nasıl imar eder, onu damağında tadı kalan cennete nasıl çevirirdi?

Yalan ile sahici olanı nasıl elde ederdi?

Sonra Kur'an’a baktım: Hilafet insanın varlık sırrı idi:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ  قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

"Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz." demişler, Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demişti."  (Bakara 2/30)

وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَكُمْ خَلَٓائِفَ الْاَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ ف۪ي مَٓا اٰتٰيكُمْۜ اِنَّ رَبَّكَ سَر۪يعُ الْعِقَابِۘ وَاِنَّهُ لَغَفُورٌ رَح۪يمٌ

"O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya vaziyet eden kimseler) yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır."  (En'âm 6/165)

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ

"Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur."  (Nûr 24/55)

Din dilinde dünya hayatını yeren, onun geçiciliğine vurgu yapan, onun fitne olduğunu söyleyen ifadeler bizi frenlemek içindir. Hayatın sadece buradaki hayattan ibaret olmadığını unutmamamız içindir. Yoksa dünyanın gerçekten kötü ve dünya hayatının bir sürgün yeri olduğu için değildir. Dünya bize hem cennet olacak kadar hem cenneti kazandıracak kadar güzeldir ve emeği hak eder.

Bize lazım olan iman ile birlikte yapacağımız salih amellerdir. Dünyayı mihverinde tutacak olan iman, onu imar edecek olan da salih ameldir.

Dünyası mamur olmayanın ahiretinin düzgün olacağı makul da değildir.

Harap, yıkık, dökük, sel almış, yel süpürmüş ekenekten güzel mahsuller alındığı nerede görülmüş?

Dünyamızı sevelim ve ona vaziyet edelim vesselam.

Hem de Allah namına!

Yoksa işimiz bir türlü yoluna girmeyeceğe benziyor.

Dua ile!

17.11.2021

GARİBCE

26 Ekim 2021 Salı

Garibce’nin güldüğü şeye bak!

Çalışıyorken dalmışım. Sonra baktım seslice gülmüşüm. Allah Allah! dedim. Geçmişe gitmişim. Seksenli yıllar. İstanbul’a yeni geldiğimiz günler. Ümraniye’de bir aile apartmanında oturuyoruz. Boş bir daireye bir kiracı gelmiş. Kamyonu yanaştırdılar ve eşyalarını çekmeye başladılar. Ve ben onları görünce inmişim ve eşya bitene kadar onlarla birlikte taşımışım. Ne tanıyorum ne de haklarında bir bilgi sahibi oluyorum.

Şimdi ta o zamanlara gitmişim ve aklıma düşmüş. Sonra da sesli sesli gülmüşüm. Allah Allah! demişim. Sonra aklıma Güngören’den Yedi Kule’deki rahmetli Ahmet Güler Amca’nın bize kol gererek açtığı, Hacı Anne’nin kızımıza ebelik yaptığı çatı katına taşınmam aklıma düştü. Haseki’de beraber okuduğumuz Ahmet Akyıl arkadaşımla birlikte çekmiştik. O zamanlar fazla eşyamız yoktu ama bir buçuk ton kömür vardı. Hepsini ikimiz sırtımızda taşıdık yedinci kata oradan da çekme kata. O son basamaklarda tükenmişlik hissederdik ama, ininceye kadar gücümüz geri gelirdi ve böylece hepsini taşıdık. Elimiz yüzümüz kömür karası olmuştu, ama özümüz apaktı. Ahmet’çe benim arkadaşımdı sadece. Onun benim gibi inşaat tecrübesi de yoktu. Sırtına semer vurma bilmezdi, omzunda harç taşımamıştı. Ama arkadaşımdı, zor anında arkamda idi.

Sonra daha başka hatıralar geldi aklıma. Bugün hala oturmakta olduğumuz eve taşınmamız lazımdı ve eski evimizdeki komşumuz İsmail Bey o da aynen bizim gibi yükün altına kendisini koşmuştu. Ne isteyen vardı ne bekleyen? Üstelik bu kez eşyalarımız özellikle de kitaplarımız pek çoktu. Taşı taşı bitmiyordu. Gücümüz bitiyordu ama kitaplar bitmiyordu. Aşağıdan sırtlandığımız yük daha ikinci kata çıkmadan iki katı ağırlaşıyordu ve daha iki kat daha çıkarılacaktı.

Bunları hatırladım.

Sonra şimdiye geldim.

O eskide kalan kendime güldüm.

Gülmeli miydim, ağlamalı mıydım? Onu da bilemedim.

İşte böyle!

Dua ile!

26.10.2021

GARİBCE

30 Eylül 2021 Perşembe

İbadetler ruha nispetle ilaç mıdır? Gıda mıdır?

 

 İmam el-Gazzâlî el-Munkızu mine’d-dalâl adlı kitabında şöyle der:

“İbadetler insan kalbinin sıhhati için bedeninin sıhhati için gerekli olan ilaç gibidir. Her insan ilaçların etkilerini ve nasıl terkip edildiğini bilemez. Onu ancak doktor olanlar ya da özel olarak onun bilgisine sahip olanlar bilir. Her hasta doktorun kendisi için hazırlamış olduğu reçeteye tabi olur ve onun hakkında doktorla tartışmaya girmez. Aynı şekilde bana aşikar oldu ki peygamberler tarafından beyan edilen ibadet ilaçları da öyledir. Onların belirlenmiş sınırları, tayin edilen miktarları ile nasıl tesir edeceği aklın kıt sermayesi ile bilinemez. Bu itibarla bu özellikleri akıl sermayesi değil nübüvvet nuru ile bilen peygamberlere uymak gerekli/vacip olmaktadır. Nasıl ki ilaçların miktarı, ağırlığı ve nevi itibariyle farklı oluşu ancak havasın bilebileceği bir sırdan hali değilse ibadetler de aynı şekilde kalpler için birer ilaç olmakta ve çeşitli tür ve miktarlardan oluşan fiillerden meydana gelmektedir. Bakıyoruz miktar bakımından secde rükuun iki katı, sabah namazı ikindi namazının yarısıdır. Bunların bir sırdan yoksun olması düşünülemez. Bunlar ilacın hasseleri gibi özellikler olup ancak nübüvvet nuru ile bakan peygamberler tarafından bilinebilir. Bunlardan birer hikmet çıkarmak için uğraş verenler ya da bunların öylesine belirlenmiş hareketler olduğunu sananlar gerçekten hamakat ya da cehalet üzere bir davranış sergiliyorlar demektir.”[1]

Teşbihte hata olmaz derler, ama hatasız da teşbih olmaz.

İmdi bu benzetme aslında güzel ve hikmetli gözüküyor. Fakat bu benzetme ibadetleri ruha nispetle ilaç gibi gösteriyor.

Oysa ilaç hasta bedenler içindir ve ihtiyaç anında uygulanır. Gıda ise her gün düzenli alınması gereken bir ihtiyaçtır.

Garibce nazarımızda ibadetler su ve gıda gibi olmalıdır?

Ruhumuzun onlara sürekli ihtiyacı vardır.

Suyun hassesini bilmeyebiliriz, ama içtiğimizde onun bizi nasıl kandırdığını tecrübe ederiz. Gıdaların da aynı şekilde ne türden özellikler içerdiğini bilmeyebiliriz. Ama onları aldığımızda onların açlığımızı giderdiğini ve doyduğumuzu hissederiz.

Belki gıda alımına nispetle diyetisyenlere benzetilseydi daha mı açık olurdu?

İyi de o zaman herhalde öyle bir meslek yok idi.

Sonunda kulluk zor da olsa lazım.

Müstağnilik bize uymaz, hem nemize lazım.

Bu işler ne akılla oluyor ne de akılsız.

Terazisi akıl, dirhemi (ölçüt) vahiy olmalı insanın.

Göz asıl, görmeye ışık lazım.

Bunları dengelemek gerek.

Rıza ise nihai erek.

Dua ile!

30.09.2021

GARİBCE



[1] el-Gazzâlî el-Munkızu mine’d-dalâl, (özetle alınmıştır).

4 Eylül 2021 Cumartesi

Müslümanlık ne ki! Hem kolay hem zor!

 

Garibce dedi ki “Müslümanlık için öyle tahsile mahsile ihtiyaç yok!”

“Ne yani?” dedim. Dedi ki:

“İhlas ile kıl beşini.

İtkan ile yap işini.

Mutlu eyle eşini.

Üzme bir de konu komşunu...”

Dedim: “Yok mu dahası?”

Dedi: “Gayrısı hava bahası.”

Bu paylaşımımıza güzel yorumlar geldi:


Ekrem Özbay

Âmilenin âlime ile

Acaba nedir ki ilgisi,

Nasıl amel eyler insan,

İhlas hakkında yoksa bilgisi.

 

Ferit Yaldızbaş

Bildiği ile amel edene,

Allah öğretir bilmediğin,

İrfan gözü verir bir de,

Gösterir, ilimle görmediğin.

 

Aydın Başar

Akıt gözünün yaşını,

Fakir ile paylaş aşını,

Yetime çatma kaşını,

Kimseye eğme başını,

 

Necati Koçak da:

“Ooh. Dert yok. Tasa yok...!” demiş.

Mehmet Erdoğan

“Siz öyle sanın!” cevabını almış.

 

Mohammad Sarwar Daneshjoo

Garibce doğru demiş sayın hocam.

 

Hamdi Arslan

İşin özünü yakalamış… Daha ne olsun...?!!

Hamdi hoca belli ki tam not vermiş.


Sait Çavuşoğlu

Maşallah barekallah değerli hocam. Dilinize ve yüreğinize sağlık olsun. Allah her şeyin en güzelini nasip eylesin inşallah.


Tahsin Yazgan

Eyvallah yâ Hû 

 

Hasan Huseyin Yildiz

Alemi ailesi ve çevresi olan

Sevilir elbet o da toprağa gömülür

Alimi över kevni hikmetle Yaratan

Üzülür elbet alem onunla gömülür

 

Hüseyin Erdoğan

GARİBCE şu eşini mutlu et deyince neden hep kadınlar gelir akla...

 

Fatma Bozok

Çok garip!

 

İmdi müslümanlığı dört satıra sığdıran bu paylaşım kimince yeterli bulunmuş kimince hafif.

Oysa gözlemlerimiz gösteriyor ki bunları yapabilene ne mutlu!

Müslümanım diyen işte bunları yapabilen kimse olmalı.

İbadetlerimizi ihlas ile yapabilmek. Bir ömür bir türlü başaramadığımız bir erdem.

İşimizi itkan ile yapmak. Ne kadar zor bir şeymiş meğer. Yeni yerleştiğimiz evin üstünde oturanlar banyoyu kullanmaya başladı, her taraftan su aktı. Malzemede eksiklik yok, lakin işçilik yamuk. Balkonda mermer altı gözükmüyor diye derzlenmemiş, ama oturunca göze batıyor. Arabanın radyo kodu lazım oldu. Servise vardım talep ettim. Vaktiyle servis kitapçığına sadece renk kodunu yazmışlar, radyo kodu yok. Randevu almalısınız, dediler. Sonra ihmalin kendilerinde olduğunu belirtmem üzerine belki de hemen arabanın plakasını girdiler ve ekranda beliren kodu söylediler. Hepsi o kadar. Randevu al, randevuya git! 

Salla başını al maaşını!

İtkan ile yani işin tam hakkını vererek iş yapmak öyle kolay mı?

Eşini mutlu etmek için bir ömür yeter mi? Eş yola yatar ne ki ömür biter.

Bir de konu komşuyu zara vermemek. Bazen zarar için varlığımız bile yetiyor.

Vesselam! Garibce’nin bu formülü öyle “Ooh. Dert yok. Tasa yok...!” denilecek basitlikte ve sühulette değil. Zor hem de ne zor!

Azim ise zoru başarmaktır.

Dağ ne kadar yüce olursa olsun yol onun üzerinden aşar gider.

Dua ile!

04.09.2021

GARİBCE

Etiketler: Müslümanlık, ihlas, itkan.

11 Temmuz 2021 Pazar

Bilginin teknolojiye dönüşmemesi ile ilmin amele dönüşmemesi arasında ne fark vardır?

Galiba rüyasını gördüm. Herhalde bir savunmada idik. Aday bilginin üretilmesinden falan bahsediyordu, derinleşmeden söz ediyordu. Ben de sanki bu fikre pek katılmıyordum. Kendimce bir argüman ile karşılık veriyordum.

Hem soruyordum.

Bilginin teknolojiye dönüşmemesi ile ilmin amele dönüşmemesi arasında ne fark vardır? diye.

Bilgiyi ürettik ürettik ama teknolojiye dönüştürmedik, bütün insanlığın hizmetine sunmadık. Yahut teknolojiye dönüştürdük ama kendi tekelimizde tuttuk, karşılığında insanların dünyalarını istedik. Ya aldılar dünyalarından oldular ya da melül mahzun bakakaldılar. Biz ise semirdikçe semirdik.

Dinde de böyle derinleştikçe derinleştik. Çok ilmimiz oldu. Ancak bunun ne bize ne de insanlarımıza faydası oldu?

Ürettiğimiz dini bilgi bizi derin etti lakin bizi daha iyi insan etmedi. Bizi insanlığa hayırlı insan da etmedi. İnsanların en hayırlısı insanlara faydası dokunandı. Bizim ilmimiz derindi, kuyu dibine indirdi. Yukarılarda, gerçek dünyada ne var ne yok bilemez kıldı.

Hem ekonomide de durum aynı idi. Bir ülkede para hacmi az olsa ama hepsi tedavülde olsa, herkes durmadan ihtiyaç duyduğu şeyi alsa, ihtiyaç duymadığını satsa mı daha iyi idi? Yoksa para çok ama birkaç kişinin kasasında mı (kenz) olsa daha iyi idi?

Suyu içmek miydi iyi olan? Suyun analizini ve ilmini yapmak mı?

Sonra Garibce’nin deyişleri geldi aklıma:

Kaynağından soğura

Hikmet ile yoğura

İlim amel doğura

Kısır kalası değil! diyordu.

Allah da şöyle buyuruyordu:

“İleyhi yas’adu el-kelimü’t-tayyib ve’l-‘amelu’s-sâlih yerfe‘uh.

Kelime-i tayyibe O’na ağar, ne ki katına ulaşmasını amel-i sâlih sağlar!”

Dua ile!

11.07.2021

GARİBCE

Etiketler: İlim-amel, bilgi-teknoloji

29 Mayıs 2021 Cumartesi

Ben de müslümanım!

 

İnsan kutlu nefhadan bir solukmuş meğer

İslamlıksa insanlığa zait bir değer

İslamlık iddianda elhak doğrusundur

Kimseler senden zarar görmüyorsa eğer

29.05.2021

5 Nisan 2021 Pazartesi

Ağızdan çıkanda bir söz

 

Yunus'a selam olsun!

 

Söz vardır kağnıyı durdurur

Söz vardır zelveyi kırdırır

Söz vardır insanı fıttırır

Ağızdan çıkanda bir söz

 

Söz vardır cümle selam durur

Söz vardır ne saç baş yoldurur

Hem dirhem yese it kudurur

Ağızdan çıkanda bir söz

 

Söz vardır kalplere yol olur

Söz vardır ağızda bal olur

Söz vardır itlere yal olur

Ağızdan çıkanda bir söz

 

Söz vardır kalpleri titretir

Söz vardır koyunu kükretir

Söz vardır aslanı tüketir

Ağızdan çıkanda bir söz

 

Söz vardır kulakta direnir

Söz vardır özlerde deprenir

Söz vardır Garibce imrenir

Ağızdan çıkanda bir söz

 05.04.2021

GARİBCE 03042021

3 Nisan 2021 Cumartesi

Sığıncımdır kapısı!

 

Ne bahta küser ne ağlarım

Rabbime hep umut bağlarım

Hafakanlar bassa uykumda

Düşlerimi hayra yorarım.

 

Karanlık olsa da zifiri

Sabreyleyen alır eciri

Yitirme sakın besle umut

Yakındır bekle sen feciri

 

Ağar Garibce dualarım

Yeis değil umut salarım

Ne zaman düşsem dara hemen

Döner kapısını çalarım

03.04.2021

GARİBCE

Pandemide umut ekmeği!

 


Penceremde açtı çiçek

Demek pandemi bitecek

Karabasanlar dağılıp

Her şey yolunda gidecek

 

 Mesafe bizi itse de

Ocaklar gene tütecek

Dikenden azap görse de

Bülbüller gene ötecek

03.04.2021

 


1 Nisan 2021 Perşembe

Daussıla özde depreşir

 

Koyun kuzu yaylada meleşir

Çocuklar taplaklarda eğleşir

Bu ne onulmaz yara ya Rab

Daussıla özde depreşir

 

Çıkaklar gürler sular akar

Kırlarda kekik ne hoş kokar

Geçim derdi atmış gurbete

Sıla sevdası bağır yakar

 

Şırıl şırıl akar oluklar

Yorgun, ağaç dibinde soluklar

Neşe içinde sesler verir

Derelerde çimen çocuklar

 01.04.2021



Elimiz emin yüzümüz ak

 

Elimiz emin yüzümüz ak

Özümüz temiz kalbimiz pak

Dedi kodu ıraktır bize

Dillerde zikirdir daim Hak

 

Hak yakındır sen olma ırak

Yolun kesen putları bırak

Rızık kaygısı da neyine

O'dur cümle canlara Rezzak

31.03.2021

19 Mart 2021 Cuma

Bir noktanın yer değiştirmesinden ne çıkar?

 


Muhammed Ali es-Sabunî hoca bugün vefat etmiş (19.03.2021). Allah rahmet eylesin.

Yalova’da yaşıyordu ve İslam ümmetine katkısı büyüktü.

Nerede olduğunu hatırlamıyorum, ama etrafındaki dostlarıyla muhabbet ediyordu.

Belli ki nüktedan biriydi.

Şöyle anlatıyordu:

Hacda Müzdelife’de konaklama var malum. Hacılar Arafat’ta vakfe görevini tamamladıktan sonra güneşin batımı ile Müzdelife’ye doğru sökün ederler. Akşam ve yatsı namazlarını cem ederek burada kılarlar. Mina’da şeytan taşlamak üzere küçük küçük taşlar toplarlar. Geceyi orada geçirirler ve ertesi sabah Mina’ya geçerler.

Hoca diyor ki, işte müthiş bir izdihamın olduğu Müzdelife’de hacının biri omuzunda havlusu eşeğinin taşaklarını köpürte köpürte yıkıyor, kuruluyormuş. “Hacı ne yapıyorsun?” demişler. “Yapılması müstehap olan bir vazifeyi yerine getiriyorum!” demiş. “Allah Allah! Ne vazifesiymiş bu?” demişler. “Kitapta öyle yazıyor!” demiş. “Ne yazıyor”:

يستحب غسل خصى الحمار

yazıyor” demiş.

Adamcağız aslı يستحب غسل حصى الجمار   = “Cemreler için toplanan çakıl taşlarını yıkamak müstehaptır” şeklinde olan cümledeki el-Cimâr =şeytan taşlama mahalleri kelimesindeki cim harfinin noktasını düşürmüş, cimâr olmuş hımâr yani eşek, çakıl taşları anlamındaki hasâ’nın hası üzerine de düşürdüğü noktayı koymuş, çakıl taşı da olmuş taşak. Öyle olunca da mana  tam da yaptığı şey olmuş.

Bir noktadan ne olurmuş dememek lazım.

Safvetü’t-tefasir, Revâiu'l-beyân fi tefsîr-i âyâtil-ahkâm… gibi bir çok eseri var ama ben daha çok Feraiz derslerimde onun el-Mevârîs̱ fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye (Dımaşk 1989) adlı kitabından yararlandım.

Allah gani gani rahmet eylesin.

19.03.2021

GARİBCE

Etiketler: Sâbunî, Müzdelife’de konaklama, cemreler

14 Şubat 2021 Pazar

Kar yağıyor

 

Lapa lapa kar yağıyor

Çocuklara gün doğuyor

Donmasın kimse diye

Dualar göğe ağıyor

 

Her şey şimdi bembeyaz

Her yeri kaplar ayaz

Erken açan çiçekler

Hele bekleyin biraz


Kar yağar rahmet olur

Su olur yolun bulur

Kimi göktendir sanır

Garibce Hak’tan bilir.

14.02.2021


Dua ile!

GFRİBCE



11 Şubat 2021 Perşembe

Kimi işaret kimi işareti imaret eder.

 

Kimi kitap yazar işaret eder.

Kimi işareti imaret eder.

Kimi özünde saklar tohumu.

Kimi tohumu çınar eder.

Kimi ciltlerle ancak kifayet eder.

Kimi az ile izana sirayet eder.

Kimi yazar hem imar eder.

Kimi bozar tarumar eder.

Ne ifrat ne tefrit olalım.

Her şeyin ortasını bulalım.

11.02.2021

GARİBCE

9 Şubat 2021 Salı

Bağlam ve anlama dair: Lehve’l-hadîs: Müzik ve eğlence

 


 Lehve’l-hadîs :

Lokmân Sûresi  6. Ayet şöyle:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَر۪ي لَهْوَ الْحَد۪يثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍۙ وَيَتَّخِذَهَا هُزُواًۜ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُه۪ينٌ ﴿٦﴾ 

“İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” (31/6)

İmdi bu ayette geçen lehve’l-hadîs kimilerince söz gelimi müzik diye anlamlandırılıyor ve ondan sonra sanki müzik mutlak anlamda günahmış gibi mahkum ediliyor.

Bağlama bakılmıyor. Oysa anlamı bağlam belirliyor.

Ayetin bağlamı şu:

Mekke döneminde, Nadr b. Hâris, ticaret için İran’a gidiyor, oradan Acem hikâyelerine, efsane ve masallarına dair kitaplar getirip, Kureyş müşriklerine okuyarak şöyle diyordu: “Muhammed (s.a.s) size, Ad ve Semud hikâyelerini anlatıyor. Ben de Acem ve Rum masallarını (yani Rüstem, İsfendiyar, Kisrâ masallarını) okuyorum.”[1] Böylece Nadr b. Hâris onları eğlendiriyor ve bu yolla Kur’an dinlemelerine engel oluyordu.  İşte âyetin inme sebebi budur (bk. Kurtubî, Câmi’, XIV, 251; İbn Kesîr, Tefsîr, V, 377; Elmalılı, Azim bas., VI, 268).(H. Döndüren)

Allah Resulü Kur'an ile insanları hidayete çağırıyor, Kureyş’in elebaşları ise onun davetine mani olmak için her türlü çabayı gösteriyorlardı. Nadr[2] denilen bu çirkef adam da bu işi insanlara pazarladığı Acem palavraları ve masalları ile yapıyor, sırf Kur'an dinlemesinler diye sazlı sözlü eğlence fasılları, lâf eğlenceleri düzenliyordu.

İmdi bu ayet salt ne eğlenceyi ne de onun müzik diye yorumlanması halinde müziği mahkum ediyor. Ayetin maksadı insanları Allah’ın yolundan saptırmada laf eğlencesinin de birtakım insanlarca kullanılıyor olmasıdır.  Belli ki laf eğlencesinin zikri bir örnek ve vakıaya ayna tutma kabilinden olmaktadır. Aslında insanı Allah yolundan alıkoymak ve Hak’tan saptırmak, Hak yolu eğlenceye almak için kullanılan her vasıta uzak durulması gereken şeydir.

Nitekim Kur'an Yolu tefsirimizde bu hususa işaret edilmiş ve şöyle denilmiştir:

“Dünyada maddî haz ve mutluluktan başka gayeleri olmayan insanlar, başkalarını da bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak, alıkoymak, boş şeylerle uğraşmak maksadıyla akıl ve bilgi temeline dayanmayan anlamsız, içi boş sözlere (veya bir yoruma göre) çalgılı eğlencelere kendilerini kaptırır, hayatın gayesini bunlardan ibaret görür, bunlara para harcar; bunları konuşup bunları dinlerler; Allah’ın hikmetli, anlam yüklü ve dolayısıyla kurtarıcı âyetleri kendilerine okunduğunda ise büyüklenerek bunlara kulak tıkayıp sırt çevirirler.  Böylece inançlı ve inkârcı kesimler arasındaki temel bir mantık  ve zihniyet farkı ortaya konmaktadır. “Eğlendirici söz” diye çevirdiğimiz 6. âyetteki lehve’l-hadîs deyimi klasik tefsirlerin çoğunda mûsiki olarak açıklanmış ve bazı tefsirlerde bu âyete dayanılarak şarkı söylemenin, çalgı çalmanın, dinlemenin, bu işin ticaretini yapmanın haram olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu deyimin şirk inancı içeren  sözler veya daha genel olarak insanlar  için herhangi bir fayda getirmeyen boş ve lüzumsuz konuşmalar olduğu yolunda görüşler de zikredilmektedir  (bu görüşler için bk. Taberî, XXI, 60-63). İmam Mâlik bir soru üzerine âyetteki “Allah yolundan saptırmak için” ifadesine dayanarak, “Eğer (müzik) insanı Allah’a karşı görevlerinden alıkoyuyorsa haramdır”  demiştir (Kurtubî, XIV, 54). Kurtubî mûsikinin haram olduğu yolunda aktarılan bazı rivayetleri sıraladıktan sonra ünlü fıkıh bilgini Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’ye (bk. Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1494) dayanarak kendi görüşünü özetle şöyle belirtir: İnsanların kötü duygularını tahrik eden, haramları öven şarkıların haram olduğu açıktır; ancak bu tür sakıncalar taşımayan mûsiki bayram, düğün gibi sevinçli ve mutlu  zamanlarda veya dinlenmeye ve rahatlamaya ihtiyaç duyulduğu durumlarda câizdir (XIV, 55-56).  Bize göre –Taberî’nin  de belirttiği gibi (XXI, 63)– lehve’l-hadîs deyiminin özel olarak şarkı ve mûsiki  anlamına geldiğine dair âyette herhangi bir işaret bulunmadığına göre bu deyimin anlamını mûsiki olarak sınırlamak doğru değildir. Bu iki âyette özetlenen inkârcı psikoloji  ve tavır dikkate alındığında bunun, genel olarak müşriklerin, ilâhî mesajın insanlar üzerindeki etkisini kırmak  veya onları  alay ve eğlence konusu yapmak için ileri sürdükleri içi boş iddialar, laf cambazlıkları şeklinde yorumlanması gerekmektedir. Nitekim 6. “âyetteki “bi-gayri ilm” (bilgisiz olarak) tabiri de bunu desteklemektedir. Eğer mûsiki, şiir vb. etkinlikler böyle bir kötü amaca alet ediliyorsa bunu yapanlar da âyetteki eleştiri kapsamına girer. Ayrıca burada, sadece o dönemdeki inkârcıların  söz konusu tutumları değil, hangi dönemde olursa olsun “Allah’ın yolu”nu tıkama amacına yönelik  zihniyet  ile bunun ürünü olan tavır, tenkit ve faaliyetler de eleştirilmektedir.”  (Heyet, Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2007, IV, 333)

İşte böyle.

Dua ile!

09.02.2021

GARİBCE




[1]  . شعب الإيمان (7/ 166)

فَصْلٌ قَالَ الْحَلِيمِيُّ رَحِمَهُ اللهُ: " وَمِمَّا يُنَاسِبُ هَذَا الْبَابَ وَيَلْتَحِقُ بِجُمْلَتِهِ شَغْلُ الزَّمَانِ بِقِرَاءَةِ كُتِبِ الْأَعَاجِمِ، وَاالرُّكُونُ إِلَيْهَا، وَالتَّكَثُّرُ بِحِفْظِهَا، وَالتَّحَدُّثُ بِمَا فِيهَا، وَالْمُذَاكَرَةُ عِنْدَ الِاجْتِمَاعِ، قَالَ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ: {وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ} [لقمان: 6] يُقَالُ: نَزَلَتْ فِي النَّضْرِ بْنِ الْحَارِثِ كَانَ يَشْتَرِي كُتُبًا فِيهَا أَخْبَارُ الْأَعَاجِمِ، فَكَانَ يَقُولُ لِلْعَرَبِ:: مُحَمَّدٌ يُحَدِّثُكُمْ عَنْ عَادٍ وَثَمُودَ، وَأَنَا أُحَدِّثُكُمْ عَنْ رُسْتُمَ وَاسْفَنْدِيَارَ

[2] Nadr b. Hâris: Kureyş’in zenginlerinden olup ticaret için Hîre’ye ve İran’a giderdi. Bu seyahatleri sırasında Fars sanat ve kültürüyle ilgilenerek ud çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenmiş, oralardan Mekke’ye şarkıcı câriyeler getirmişti… Mekke müşrikleri içinde İslâm’a karşı çıkanların başında geliyordu; sazını ve sözünü Hz. Peygamber’i ve onun dinini kötülemeye hasretmişti. (DİA)

27 Ocak 2021 Çarşamba

Bi lisânin arabiyyin mübîn: Bir güncelleme konusu daha!

 

 

Günümüz en önemli fıkıh problemlerinden biri de güncel bir dil tutturulamamasıdır. Söz gelimi Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanındayız, Hicaz’da yaşamaktayız. Tartıda Mekke’nin, hacim ölçüsünde (kile) Medine’nin birimlerini esas alan açıklamalar yapıyoruz. Mekkeliler genelde ticaretle, Medineliler ise bahçe tarımı (hurma ve kısmen arpa) ile geçinmektedirler. Hayvancılık da yaygın bir şekilde mevcuttur.

İşte böyle bir ortamda mesela fıtır sadakasını açıklayacağız. Özellikle bayram günlerinde fakir fukara açlık çekmesin, bu kutlu günde hiç kimse dilenme zilletine duçar olmasın diye baş sadakası olmak üzere bir şeyler vermemiz emrediliyor. Sonuca bakıyoruz: Bir sâ’ hurma ya da arpa…

Sâ’ bir hacim ölçüsü birimi. Hayatın içinde, herkesin kullandığı bir ölçek.

Hurma en temel neredeyse yegane gıda maddesi. İkinci derecede de arpa geliyor.

İmdi muhatap kitlerinin yüzlerine bakıyoruz, anlamayan kimse yok.

Peki, ifası mümkün mü? Mümkün.

Bir zorluğa neden olabilecek bir durum var mı? Yok.

Bağlamdan sarfı nazarla aynı yükümlülüğü aynı dil ile bugünün insanına yöneltiyoruz: Bir sâ’ hurma ya da arpa? Anlaşılıyor mu? Hayır. Çünkü sâ’ an itibariyle hayatımızda karşılığı olmayan bir ölçek. Kaldı ki hurma ve arpa artık hacim ölçüsü (ölçek) ile mübadele edilir olmaktan da çıkmış, yerine tartı (kg) geçmiş durumdadır. Bundan kerli kimse hasat ettiği tahılı vaktiyle şinik dediğimiz ve bir sâ’ın dört katı olan bir ölçekle ölçmüyor. Kantara çekiyor ve kilogram üzerinden miktarı belirleme yoluna gidiyor. Dünya ölçeğinde yaygın olan kullanım biçimi artık böyle.

Peki, diyelim ki sâ’ın bir ölçü birimi olduğunu anlattık ve karşımızdaki onun ne olduğunu öğrendi, bu talebin uygulanması kolay mı?

Cevap: Hayır, aksine zor. Nereden bulacağız nüfus başına bir ölçek hurma ya da arpayı. İstanbul için en az 10 milyon ölçek tahıl düşünelim.

Peki, arpa hurma yerine bugünkü pazar değerlerini (kıymet) versek olmaz mı? Buna başta olmaz diyenlerin sayısı bir hayli fazladır. Ama özellikle ehl-i reyin (Hanefilerin) öncülüğünde artık bu genel kabul görmüşe benziyor.

Buna göre bir ölçek arpa ya da hurmanın bedelini para olarak versek demek ki bu iş olacak ve biz mesuliyetten kurtulacağız.

İyi de bu kez başka bir problem karşımıza çıkıyor: Neden hurma ya da arpa ve neden bir sâ’? Bunun cevabının o günkü iktisadî şartlar ve beslenme alışkanlıkları ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Suriye’nin fethi ile birlikte fıtır sadakası olarak -kaliteli olduğu için- yarım sâ’ buğdayın da verilmeye başladığını biliyoruz.  

Şimdi gelelim günümüze ve bizim beslenme imkân ve alışkınlıklarımıza.

Artık çoğumuz sabah öğlen ve akşam olmak üzere üç öğün yemek yiyoruz. Ara öğünler bile var.

Öğünlerimiz tahıl ve onun türevlerinden ibaret değil. Oldukça çeşitlendi ve zenginleşti. Hal böyle iken neden 7. Asrın Medine’sinin şartları doğrultusunda belirlenmiş olan hurma ve arpada ve de bir sâ’ olmasında ısrar ediyoruz. Kendi imkân ve alışkanlıklarımız belirleyici olmalı değil mi?

İşte bu soruya evet cevabını verdiğimiz zaman karşımıza yepyeni güncel bir dil çıkıyor: Açlık sınırı, yoksulluk sınırı, asgarî ücret… vb.

Gıda tüketimi çeşitleniyor; imkânlar ve alışkanlıklar dikkate alınarak bir insanın asgarî düzeyde gıda ihtiyacının karşılanması için dört grup gıda belirleniyor: Bunda Dünya Sağlık Örgütünün cinsiyete ve yaşlara göre belirlediği günlük kalori ihtiyacı belirleyici oluyor.

Bu dört grup şöyle:

Süt- Peynir- Yoğurt

Tavuk- Et- Balık

Meyve- Sebze ve Bakliyat

Un- Ekmek- Makarna ve pirinç

Bu grupların hepsinden bir miktar olmak üzere günlük ihtiyaç duyulan kalori miktarını karşılayacak gıdalar belirlendikten sonra bunların güncel fiyatları ile değerlendirme sonucu bulunan rakam otuz ile çarpılıyor ve aylık açlık sınırı tespit ediliyor. Bu miktarın tespitinde esas alınan aile çekirdek aile oluyor ve bir erkek, bir kadın, biri 0-6 yaşlarında diğeri de 6-17 yaşları arasında iki çocuktan oluştuğu var sayılıyor.

Elde edilen rakam açlık sınırını oluşturuyor. Burada esas alınan insanın canlı bir organizma olarak ihtiyaç duyduğu gıda/kalori miktarıdır. Bunun içinde başkaca ihtiyaç kalemleri yoktur.

Asgari ücret belirlenirken büyük ölçüde açlık sınırının üzerinde olması arzulanıyor.

Diğer yandan insan salt canlı bir organizma değildir o aynı zamanda sosyal bir varlıktır. Bu özelliği ile onun bir takım insani ihtiyaçları da vardır ve bu ihtiyaçlarının karşılanmaması halinde onun sıkıntı içinde olacağı, bir takım zorluklarla baş başa kalacağı, ruh ve beden sağlığını koruyamayacağı, sosyal bir hayatı olamayacağı aşikârdır. Dolayısıyla insanın bu kabilden ihtiyaçlarının da karşılanması gerekir. İhtiyaçların bu düzeyde karşılanmasına da “Yoksulluk Sınırı” adı verilmektedir.

İmdi açlık sınırı ve ihtiyaçları öyle gözüküyor ki bizim zaruriyyât dediğimiz kısımdandır.  Bunlar temin edilmeden insan varlığını sürdüremez.

Yoksulluk sınırı düzeyinde bir hayat sürmek hâciyyâta tekabül etmektedir. Böylesi bir hayatın yaşanabilmesi için gerekli imkânların hazırlanamaması halinde sıkıntı ve zorluklarla karşılanacağı ve hayatın normal seyrinde gitmeyeceği açıktır.

 Bunun üzerinde (mütraf değil) müreffeh bir hayat sürmenin karşılığı da tahsiniyyât olur.

Nisaplara gelince, zekât almayı hakkı kılan sınır açlık sınırı altında bir gelirle hayata tutunmaya çalışan insanların maruz kaldıkları sınırdır. Zekât almayı haram kılan düzey de açlık sınırı üzerinde bir gelire sahip olmaktır. Yoksulluk sınırı içinde olanlar sosyal fonlardan yararlanamayacakları gibi zekât ve benzeri yükümlülükler ile de yükümlü olmazlar, bunlar almazlar da vermezler de. Kendi yağı ile kavrulurlar.

Yoksulluk sınırı üzerinde bir gelire ve maddi imkâna sahip olanlar her türlü maddî mükellefiyetlerle yükümlü kimselerdir (zengin); bunlar zekâtlarını verirler, kurban keserler… Zekâtta verilecek miktar esasen açlık sınırı altında yaşayanların ihtiyaçları ile yoksulluk sınırı üstünde bir gelire sahip olanların imkânlarının kesiştiği miktardır. İktisadi yapı bakımından sağlıklı bir toplumda en alt gelir grupları ile en üst gelir grupları arasında bir dengelilik olur ve orta sınıf olabildiğince geniş olur (piramit gibi değil, küp gibi, ortası şişkin, alt ve üst kısımları birbirini dengeleyecek şekilde basık) .

Aşağıdaki tablo üzerinde düşünüldüğü zaman bu anlatılanların hikmetlice olduğu görülür.

Nisab miktarları ve günümüz TL karşılıkları:

Not: Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, nisap olarak belirlenen kalemlerin o dönemde üç aşağı beş yukarı birbirlerine denk ve her birinin üç kişilik bir ailenin yıllık ihtiyacını karşılamaya medar olduğunu söyler.[1] Aşağıdaki rakamlar bu gözle de okunmalı ve hem dil hem de içerik bakımından güncellemenin zaruri olduğu üzerinde düşünülmelidir.

27.01.2021 tarihi itibariyle:

200 dirhem = 561 gr gümüş x 5.90 TL  = 3.309 TL (Zenginlik nisabı olan bu para ile kırk koyun değil ancak iyi bir kurbanlık satın alınabilir.)

20 miskal= 80,18 gr X 437 TL= 35.475 TL (Altın gümüşe nispetle değerini bir nebze korumuş olsa da hayvan nisapları karşısında o da anlamını yitirmiş gözükmektedir).

40 koyun veya keçi X beheri ortalama 1,500 TL olsa = 60,000  TL

30 sığır X 7,500= 225,000 TL

5 deve X beheri 20,000 olsa 100,000 TL

Tahıl: 5 vesk = Yaklaşık 1000 kg / 1 ton X buğday ortalama kg 2.3 TL= 2,300 TL

Fitre 1 sâ hurma=  3328 gr X ortalama 88 TL. =292.86 TL

Fitre 1 sa arpa= 3328 gr X 1.7 TL= 5.657 TL

Fitre (Diyanet 2020): 27 TL.

Asgari ücret 1 Ocak 2021'den itibaren brüt 3 bin 577 lira, net 2 bin 825 lira.

Açlık sınırı  (Türk-İş’e göre, 2020 Aralık) 2,590 TL

Yoksulluk sınırı: (Türk-İş’e göre, 2020 Aralık) 8,436 TL

Bu yazının somut sonucu şu olsun:

Aylık gelirleri/ maaşları yoksulluk sınırı üzerinde olanlar (toprak mahsulleri hasadında olduğu gibi) mutlaka her ay maaşlarını aldıklarında / kira vb. gelirlerini tahsil ettiklerinde senenin dolmasını beklemeden zekâtlarını versinler.

Ne kadar diyenler vardır?

Şimdilik rubu’l-uşr (kırkta bir)  ile başlayın verdikçe verdikçe bu oranı öşre (onda bir)  kadar çıkarabilirsiniz.

Dua ile!

27.01.2021

GARİBCE



[1] Dihlevî, Şah Veliyyullah, Hüccetullâhi’l-bâliğa, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1994, II, 131-135.

Kar geliyor kar geliyor

 


 Kar geliyor da kar geliyor

Yoksula hayat zor geliyor

Hem aç hem çıplak olsa da

Halin arzetmek ar geliyor

 

 

Kar geliyor da kar geliyor

Varsıla evi dar geliyor

Nicedir beklemedeydi bak

Gelinlik giymiş yar geliyor

 

Kar geliyor da  kar geliyor

Barajlara akar geliyor

Yoksulun alırken canını

Varsıla düşeş zar geliyor

 

Kar geliyor da kar geliyor

Efkârıma efkâr geliyor

Garibcem aman eyle sabır

Kış ardından bahar geliyor

 

Dua ile!

27.01.2021

GARİBCE



26 Ocak 2021 Salı

Mekârim-i ahlak ve Tahsîniyyât

 


 Şâtıbî merhum zarûriyyât ve hâciyyattan sonra tahsîniyyâtı ele alır ve bu meyanda mekârim-i ahlâkı da örnek verir.[1]

İmdi bu örnek uygun düşer mi? Şahsen Garibce nazarımızda  onun bu örneği itiraza sebep olmuştur.

Bir kere şöyle bir misal üzerinden konuyu anlatalım: Bir insana nispetle baş, kalp, sindirim sistemi, dolaşım sistemi gibi insanı insan eden temel organlar zarûriyyata tekabül eder. Bunlardan biri olmasa insan da olmaz.

İnsanın duyu organları eli, kolu, ayağı gibi organları ise hâciyyata tekabül eder. Bunlar olmasa da insan var olur, ancak hayat zor olur; bu eksik haliyle insan kör, sağır, dilsiz, topal… olur.

Bir de insanın saçı, kaşı, kirpiği, tırnağı gibi insanı hem güzel gösteren hem de bağlı olduğu organın işlevselliğini artıran ögeler vardır. Bunlar olmadan da insan var olur, yokluğu sebebiyle fazla bir zorlanma ve sıkıntı  da olmaz. Ne var ki güzelliğine ve organların işlevselliğine  bir nakisa gelir. Başı kel, kaşsız, kirpiksiz… görüntüsü çirkin olur.

Dikkat edilirse bu üç grup aslında tek bir hakikatin önem bakımından farklılık arz eden boyutları olmaktadır ve her üçü birbirini tamamlamakta ve sonunda tek bir şerî hakikat ortaya çıkmaktadır. Rükünleri, vacipleri ve mendupları ile namaz gibi. Namaz, özü itibariyle zaruridir, taharet ve setr-i avret gibi tahsîni düzlemde mütalaa edilen şartları vardır, zorluk ve meşakkat halinde hâciyyâttan madut ruhsatlar bulunur.

İnsanı insan yapan bu üç farklı düzlemdeki ögeleri yanında onun sahip olduğu erdemler maddi varlığını teşkil eden organlarından ayrı ve farklı bir şeydir.

İmdi söz gelimi namazı şeri bir hakikat olarak oluşturan her üç düzlemdeki ögeler esasen aynı hakikatin ögeleridir ve bunlar birbirlerini tamamlar mahiyettedir.  Oysa namaz ibadetinden hasıl olması beklenen huşu namazın hakikatinden ayrı bir şeydir; o namazın üçüncü derecede önem arzeden bir boyutu değil aksine ondan beklenen sonuç ve nihai amaç olmaktadır.

Mesela şecere-i tayyibe (İbrahim 14/24)  örneğinde anlatılan ağacın kökleri (usûl), gövde ve dalları (furû) vardır.  Bunlar ağacın ögeleridir. Bir de bu dalların ucunda oluşan meyvesi vardır. Meyve ağacın kökler ve dallar gibi bir ögesi değil, aksine hem amacı hem de tabii sonucudur. Yani biz bir ağacı dikiyor ve yıllar boyu emek veriyorsak, ondan meyve elde etmek için bu işi yapıyoruzdur.

İmdi şerî ahkâm da aynı şekildedir. Bunların usulü ve füruu vardır. Bunlar birbiri ile ilişkilidir, ikincisi birincinin uzantısıdır. Her ikisinin de nihai amacı ise meyve vermektir.

İmanımız ve onun üzerine bina edeceğimiz namazımız, orucumuz, zekâtımız vardır… Bunların nihaî amacı ise ihlaslı, huşu, vera ve takva sahibi, özü sözü arınmış, zoraki kulluktan gönüllü kulluğa yücelmiş erdemli insanların yetiştirilmesidir.

Ancak uzun bir eğitim süreci sonunda insanda oluşması beklenen mekârim-i ahlak/ erdemler şerî ahkâmın üçüncü derecede bir cüzü değil, aksine nihai amacı ve tabii sonucu olmaktadır. Bunlar o kadar önemli amaçlardır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi risaletinin amacını “Ben ancak ahlakî erdemleri tamamlamak için gönderildim” şeklinde açıklamış, risaletin ve haliyle dinin nihaî amacının erdemli insanlar yetiştirmek olduğunu belirtmiştir.

Garibce nazarımız böyledir.

Tevfik Allah’tandır.

Dua ile!

26.01.2021

GARİBCE



[1] Şâtıbî, el-Muvâfakat, II, 11 (trc. II/10).

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...