31 Temmuz 2012 Salı

Şaban! Receb’i de alsak da Satılmışgile gitsek!


Çocuğunuzun adının Şaban olduğunu düşünün!
Ve  ona arkadaşlarının “Şabaaan!” diye çağırdıklarını…
Yok canım daha neler. Bu zamanda hiç Şaban adı da konulur muymuş.
Hakikaten de konulamaz. Çünkü bu isim çocuğun üzerinde duramayacak kadar hafif ve sulu bir hal aldı.
Bir İnek Şaban tiplemesi –ki kendi alanında çok başarılı- bu ismimizi tu kaka etti.
Şimdi Recep’le de uğraşıyorlar.
Bunlar bilinçli olarak mı yapılıyor, yoksa aydınlanma sonucu insanların kendiliklerinden geldikleri bir yerde bunlar ister istemez olmak mı zorunda. Öyle ya özgürlük adına her türlü geleneksel tutamaklardan koparılmak istenen insanın isim olarak böylesi köklü bir geleneği çağrıştıran tutamakları hâlâ koruyor olması düşünülemezdi.
1973 yılında Milli Güvenlik dersimizde albay heyecanla bir olay anlatıyordu ve öğrencinin birine “Adın ne?” dedi.
“-Mehmet komutanım”
(Bu arada öğrenciler dersin hocasına albay olması hasebiyle komutanım diye hitap ederek hem kendilerince onunla kafa bulmuş olurlardı, hoca bundan mutlu olurdu).
“-Senin adın ne?”
Mehmet komutanım. Ve bana döndü:
“-Ssenin adın ne?”
“-Mehmet!”
Arka arkaya aldığı üç cevapta da aynı ismi duyan komutan: “-Bu sınıftakilerin hepsinin adı Mehmet mi?” diye tepki vermişti. Zira otuz bir kişilik sınıfta tam yedisinin adı Mehmet ti.
Şimdiki listelere bakın.
İsimleri inceleyin.
İsimler arasında Satı, Satılmış gibilerini bulamazsınız. Çünkü bu isim ancak, “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır”âyetinden[1] aldıkları ilhamla can ciğer yavrularını Allah’a satmayı bir erdem bilen Anadolu irfanının bir eseri olabilirdi. Ve biz bu irfandan yoksun kaldık.
Uygunsuz isimleri değiştirmek elbette hakkımız. Ama Şaban ismini değiştirmek zorunda kalmak bir haksızlık.
Cumali ismini Cemal, Memili ismini Mehmet Hulusi yapmak bir hak. Ama Cemal ismini Akın yapmak başka bir şey.
İsimler listesinde sonları “al” ile biten birçok isim göreceksiniz. Çocuklarına bu isimleri koymayı, “vermeyi bir erdem bilen ve bunu adeta diline bile pelesenk eden ve alıveren, gidiveren bir medeniyetin çocukları” asla akıl edemezdi.
Vural, Seval, Hıncal, Öcal…
Haydi Sev-al’ı anladık. Vur-al’a ne demeli. Hınc-al, Öc-al’ı nasıl izah etmeli?
Bir kimseye kırk gün deli deseler deli olurmuş.
İsimlerin müsemmaya etkisi söz konusu imiş.
Çocuklarınıza aidiyetinizi yitirmeden, uygun, munis, güzel, taşıması kolay, ne uzun ne kısa uygun isimler koyun.
Büyükler olarak bu sizin vazifeniz.
Benim bir öğrencimin adı -şimdi hoca oldu- Muhammed Kasım Abdussamed Bakkaloğlu idi.
Her yerde başına iş açıyordu. Oğluna sadece ENES ismini koymuş.
İsimler ideolojik çağrışımlar yapmak zorunda mı?
Türk erkekleri, kendi ideolojilerini ancak çocuklarının isimleri üzerinden ifade edebilecek kadar cesaret sahibi şeklindeki bir tespit onur verici mi?
Bir de isimlerin aile isim geleneğini sürdürme anlayışı vardı. O da kaybolmak üzere. Öyle bir baskıyı hissedenler çocuklarına iki isim koyuyorlar. Bu çocukların çoğu kez birinci ismi ve kullanılmayanı aile büyüklerine ait oluyor. Bu baskıyı hissetmeyenler ise özgürce takılıyorlar.
Gelenekten bir kez koptu mu insanlar, savrulurlar ve tutunacak dal ararlar. Haberleri bile olmadan bir dizide sevdikleri bir oyuncunun adı çocuklarına ad oluverir.
Gelenek sıkıyor mu acaba?
Özgürlük çok yaşa!
Adınızı yaşatacak çocuklarınız olsun!
Bu seferlik duamız da bu olsun!
Hoşça kalın!

31.07.2012
GARİBCE



[1]  إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ [التوبة : 111]

Medine Camii ve 11. Cüz


Kim demiş ki Ramazan geçmez diye…
Dün bir bugün iki derken ilk onu tamamlamış ve evveli rahmet  olan kutlu ayın mağfiret olan ortasına ulaşmışız. İnşallah Rabbimiz bizleri mağfiret eder, bağışlananlar arasına bizi de katar. Cehennemden azat olan son onunu da tamamlamayı nasip eder ve bizleri bayrama eriştirir.
Tevbe suresi Tebük seferine ve münafıkların tavırlarına çok yer ayırıyor. Bölücü faaliyetlerin doğasına dikkat çekiyor; bunların Müslümanların birliğini bozmak için mescit bile kurabileceklerinden dem vuruyor (mescid-i dırâr).
Allah’ın cennet karşılığında Müslümanlardan mallarını ve canlarını satın aldığından söz ediyor. (Garibce bu ayetle (9/111) ilgili müstakil bir yazı yazmayı düşünüyor)
Mü’minlerin kâfir olduklarını bildikleri kimselere mağfiret dileyemeyecekleri anlatılıyor.
Takva üzere ve sâdıklarla beraber olunması emrediliyor.
Allah adına atılan her adımın, çekilen her çilenin “amel-i sâlih” olduğu tanımlaması yapılıyor.
Seferberlik anlarında bile dini eğitim ve öğretimin sürdürülmesi gerektiği ve bunun önemi belirtiliyor. Çünkü işlerin normale döndüğünde hayata yön verecek olanların onlar olacağı anlatılıyor.
İnsanlık için engin bir rahmet olan vahyin indirilmesi halinde bunun inananların imanlarını artıracağı, buna mukabil inançsızların inkârlarını büyüteceği söyleniyor; öyle ya rahmet yağar da ekinlerin yemişini, zararlı otların da dikenlerini büyütür.
Ve nihayet bize kendi özümüzden gönderilen bir peygamber ve özelliklerinden söz eden ayetlerle sure bitiyor: O öyle bir peygamberdir ki size sıkıntı verecek şeyler ona çok ağır gelir, size karşı çok hassastır, şefkat ve merhametiyle inananları bağrına basar. Böyle bir peygamberleri var. Buna rağmen imana yanaşmazlarsa kendileri bilir: Allah bize yeter…
Yunus suresi ise ana fikir olarak vahiy kurumunu ve bu kurum etrafında oluşan şüpheleri savmayı amaçlar. Nuh, Musa ve Yunus kıssalarından bahseder. (Yunus suresinin özeti, hocanın Yusuf suresini yemek sofrasında anlatması gibi oldu).
Konuşmamız gözün görmek için ışığa ihtiyacı olduğu gibi, aklın da doğru değerlendirme yapabilmek için aşkın değerlere ihtiyacı olduğu vurgusuyla tamamlandı. Vahiy işte bu değerleri bizim dünyamıza mal etmek için gelmekteydi.
Ve duamız: İbadetlerimiz, niyetlerimiz makbul olsun!
Onulmaz dertlerimiz Kur’an’ımızla şifa bulsun!
31.07.2012
GARİBCE

Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!


İlkokulda bayramda döviz olarak bir levhaya yazmış oyduğum yazıydı bu!
Ne anlama geldiği önemli değildi; önemli olan Atatürk’ün söylemiş olmasıydı.
Sonra İslamî İlimleri tahsil ettik. Ve gördük ki bu söz İslamî literatüre de bire bir uygun. Çünkü İslâm’ın ilk kaynaklarında “ilim” denildiği zaman rivayete dayalı vahiy bilgisi kastediliyor. Fizik, kimya gibi ilimler, yahut re’ye dayalı çıkarsamalar, ictimaiyyat gibi sosyal bilimlere dair malumat  vb. “ilim” sayılmıyordu.
Gel gör ki bu sözü söyleyenlerin maksadı başka imiş meğer. Bu söz pozitivizmin amentüsü imiş, biz ne bilelim. İlim aşkıyla yanıp tutuşan bir talebe olarak –öküz olacak dana yürüyüşünden belli olur fehvasınca- daha o zamandan ilmi hayatımızı aydınlatacak bir ışık olarak görmekte ve bunu başkalarına da haykırmak üzere döviz yapıp elde taşımaktaymışız.
Meğer Batı aydınlanma sürecinde geldiği en son noktada bilimin üzerine o kadar kapanmış ki, bilim gözünü almış ve ondan başka dünyada bir gerçeklik olabileceği iddiasını hiçbir tereddüt duymadan reddetmiş, varsa yoksa bilimmiş… Başka bir yol gösterici, rehber, mürşit yokmuş. Din bir afyonmuş, vahiy mahiy bunlar birer sanrı.
İnsan kendi kendine yeterli olmalıymış. Varlığı için Tanrı’ya ihtiyaç kalmamış. Bunu evrim kotarmış. Ateş gibi insanlık tarihinde hayatî önem taşıyan her nimet bizzat insana icat ettirilmiş. Yanardağlardan lavların fışkırması, yıldırımların düşüp etrafı yakması sonucu doğada ateş hazır mevcut olmasına rağmen göz göre göre insanın eline iki odun verilmiş bir birine sürttüre sürttüre ateş buldurulmuş. Adamların avuç içleri kabarmış olmalı!
Böylece insanın kendi özünden başka hiçbir aşkın varlığa borcu kalmamış, minnet duyacağı bir otorite varsa o da insanlığın kendisi olmalı imiş.
İnne’l-insâne leyatğâ en raâhu’isteğnâ buyuruyor Allah. İstiğnâ hali yani insanın kimseye eyvallahının olmaması azgınlık sebebidir diyor.
Bilimin aydınlığı gözümüzü aldı ve biz etrafımızda başka gerçeklikler olup olmadığını göremez olduk. Göremediklerimizi yok saydık.
Ama onlar bizim yok saymamıza rağmen hâlâ vardılar ve varlıklarını da sürdürüyorlardı.
Asıl sanrı buydu.
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.
İlminiz gözünüzü alıp sizi kör kılmasın; bütün gerçekliği ile dünyanızı aydınlatsın. Eşyayı tanırken gerçeklik hükümlerini bilim versin. Ama onu nasıl ve nerede kullanacağımız söz konusu olduğu zaman değer hükümleri devreye girsin. Onu da bize “el-‘ilm” versin.
Dua ile!

31. 07.2012
GARİBCE

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Hu komşu! Köprü işliyor mu? Bize gelip giden bir şey yok da!


Garibce birkaç gündür zekat konusunu işliyor.
Dinin direği namazdır.
Oruç ise kalkan.
Peki zekât?
Kimi malın kiri dedi, kimi şu kimi bu.
Kur’an ise arınma diyor.
İmanınızda ne kadar sadakat sahibi olduğumuzu ortaya koyacağı için “sadaka” diyor.
Peygamberimiz ise “Kantaratu’l-İslâm” yani İslâm’ın köprüsü.
Ben bu nitelemeyi çok tuttum.
Evet zekât bir köprüdür.
Köprü arasında uçurum ya da su gibi engel olan iki yakayı birleştirir. Deli Dumrul’un köprüsü gibi değil, gerçekten iş gören bir köprü.
Zekat ne yapıyor.
Toplumun bir fakir yakası birde zengin yakası olur. Bunların arasında da bir uçurum. Kendi haline bırakıldığı zaman bu uçurum ve ona tabi olarak da aradaki gerilim sürekli artar, büyür. Dünya tarihinde varlıklı olmada eşitlik sağlanabilmiş değil. Bunun imkânı ve gereği de yoktur. Çünkü herkesi sıfır noktasına getirseniz ve ondan sonra start verseniz çok geçmeden arada farklılaşma olur kimi öne geçer kimi arkada kalır. Çünkü yaratılış itibariyle insanlar farklıdır. Neden farklıdır? Zuhruf 32’de[1] bunun iş bölümü için gerekli olduğundan bahsediliyor. Öyle ya herkes maraba olursa kim idare edecek, herkes ağa olursa işleri kim tutacak. Herkes hazır yemek isterse, yemeği kim yapacak: İş bölümü;  kimi yemek yapacak kimi yiyecek (!) Adam miskin miskin yatarmış. Öbürü de yemek yaparmış. Sonra yemek ortaya çıkınca da hemen sofranın başına konar ve “-Dostum sen yemeği yaptın, şimdi ise yiyecek iki iş görmüş olacaksın, bari ben de yiyeyim de iş bölümüne katkım olsun. Malum yapmak da yemek de birer fiil. İkisini de tek başına sen görme. Birincisine katkımız olmadı, bari ikincisine katkımız olsun!” dermiş.
Hani “İftara katılır mısın? Sorusuna Bektaşi meşrep birinin “Yahu ona da katılmayalım da tümden mi gavur olalım! Tabii ki katılacaksın!” demesi gibi.
Madem yaratılış itibariyle insanlar farklı dolayısıyla onları varlıkta eşitlemenin imkânı yok, şimdiye kadar da böyle bir durum olmadı. Sadece biraz komünizm bu eşitleme işinde başarılı oldu; o da varlıkta değil yoklukta. Herkesin elindekini almak suretiyle insanları sözde eşitledi. Devlet olmayacak dediler, tam tersi alabildiğine hantallaştı ve sonunda da iflas etti. Fatura  ise milyonlarca insanın kanı ve canı ile ödendi; sürgünlerde cabası oldu.
Kapitalizmin böyle bir iddiası yoktu. Ama o şöyle diyordu. Bugün açlıktan ölen insan varsa yeterli üretimin olmamasındandır. Eğer biz pastayı büyütürsek herkese ondan bir pay düşer.
Hakikaten kapitalizm üretimde oldukça başarılı oldu ve pasta büyüdü. Sonuç: Açlıktan ölenlerin sayısı şimdi milyonlarla ifade edilmeye başlandı. On buçuk milyar nüfusa yetecek kadar gıda üretildi ama açlıktan ölenler çoğu da çocuk olmak üzere milyonlarla ifade edilir oldu, günde iki doların altında bir gelir ile hayatta kalma çabası verenleri sayısı isi iki milyarı aştı. Buna mukabil dünya servetinin yüzde seksenini sadece nüfusun yüzde yirmisi eline geçirdi ve makas  küreselleşmenin hızlanması ile birlikte onların lehine daha da açıldı.
Niye? Paylaşmanın adaleti yoktu. Güçlü olanlar hayatta kalsın, zayıflar ölsündü. Altta kalanın canı çıksındı. “Siz zayıflarınız yüzü suyu hürmetine ilâhî rahmete mazhar olursunuz” anlayışı yerini yeni anlayışlara terk etmişti. Artık insan “homo economicus”du; üretici ise üretimini tüketici ise tüketimini maksimize etmeden başka hiçbir inancı ve amacı olamazdı. İşverense işçilerini sömürebildiği kadar sömürmeli, işçi ise işverenini yolabildiği kadar yolmalı, işyerini tırtıklayabildiği kadar tırtıklamalı idi. Sonunda ne oldu: Dünya nüfusu iktisadi açıdan iki sınıfa bölündü ve aralarında korkunç uçurumlar oluştu. Zenginler daha zengin oldu, yoksular daha yoksul düştü.  Dünya nüfusu model olarak piramit halini aldı. En zirvede çok az sayıda kesesi, kesesi kadar da ensesi şişkin insanlar oldu, onların altında ise ezilen yığınlar. Piramidin alt kısmına doğru inildikçe sayıları katlanarak artan devasa bir kitle açlık sınırı kenarında, her an yuvarlanacakları ölüm çukurunun hemen kenarında (sosyal devletlerde) asgari ücretlerle hayata tutunmaya çalıştılar.
Bu iki kesim arasında bağlantıyı sağlayabilecekleri bir mekanizma da olmadı. Sosyal devlet teraneleri yeterice amaca merhem olmadı.
İslâm, insanın bizzat kendisini değerli ilan etti. Karnının doyabilmesi için üretken olması şartını değil, salt insan olmasını yeterli gördü ve nafaka yükümlülüklerini ona göre genişletti. Mülk edinme ve ihtiyaçların giderilmesi teşvik edildi, ama ihtiyaçların ihtirasa dönüşmesinin önlemleri alındı. Malı kazanmanın da harcamanın da biriktirmenin de meşruiyet kurallarından söz edildi. Biriken mallar, mirasla yeniden dağıtıldı. Riba yasaklandı. Servetin belli ellerde temerküz etmesine izin verilmedi (keylâ yekûne dûleten beyne’l-ağniyâi minküm…” (Haşr 59/7)
İslam’ın istediği, toplumun model olarak küpe benzemesi idi. Az bir alt kısım, aynı şekilde gene az bir üst kısım, ortası ise olabildiğince şişkin. Yani öyle bir toplum inşa edilmeli ki iktisadî açıdan bakıldığında az sayıda yoksulu olsun, az sayıda da zengini olsun, bu iki kesime nispetle ise son derece fazla sayıda bir orta tabaka bulunsun. Bunlar kendi kendilerine yeterli olsunlar; almasınlar da vermesinler de. Aşağıda kalan az sayıdaki yoksullara, gene sayıca kendilerine yakın olan yukarıdaki az sayıdaki zenginler karşılık gelsin, her bir zengin bir fakirin elinden tutsun, düştüğü uçurumdan onu çıkarsın, hayata bağlasın.
Zekat İslam’ın köprüsüdür derken işte kastedilen budur. Zengin kesimden yoksul kesime doğru atılan bu köprü ile bu taraftan o tarafa mal akışı sağlansın, buna mukabil o taraftan bu tarafa da saygı, sevgi, ilgi ve alâka. Böylece aradaki uçurumdan doğan gerilim giderek azalsın, kin, öfke ve nefret gibi duygular törpülensin. Sosyal patlamalar olmasın. Bizde işsizlik oranlarının çok yüksek olduğu zamanlarda bile –benzer durumlarda Batı’da olması beklenen- sosyal patlamalar olmadı.  Çünkü her zaman gerilimi düşüren fitre, zekat, sadaka, aile fedakârlığı, komşuluk ve mahalle dayanışması gibi yangından koruyucu sigorta mesabesinde görünmeyen unsurlar vardı.
Evet “Mallarında bir “hak” vardır!” diyor. İhtiyacını söyleyen ve iffetinden dolayı durumunu bildiremeyen her bir yoksulun.
Ama bunu fertler kendileri talep edemezler. Bunun bizzat devlet eliyle organize edilmesi ve bu hakkın alınıp sahiplerine ulaştırılması gerekir.
Zekat Türkçe’deki anlamıyla bir sadaka değildir; İslâm devletinin maliye teşkilatının adı değilse, en azından sosyal güvenlik şemsiyesinin adıdır.
Vermekle yükümlü bunu bir angarya göremez; almak durumunda olan da bunu insanların malının kiri; aksine şu an itibariyle muhtaç olduğu için onu kendisinin hakkı görür. Ama bir an evvel alıcı durumdan kurtulmak, ikinci aşamada da hemen verici duruma çıkabilmek için çaba gösterir. Bilir ki veren el alan elden hayırlıdır.
Ve o yakadan bu yakaya geçebilmenin imkânı olarak da zaten bir köprü vardır.
“İşçisin işçi kal!” diye bir anlayış yok.
Fakir, yoksulum diye yerinmemeli, zengin de varlıklıyım diye öğünmemeli. Hem yarının ne getireceği de belli olmaz. Bu köprüye yarın bizim dahi ihtiyacımız olabilir. Onu korumaya hepimizin özen göstermesi lâzım.
Yoksa bir Deli Dumrul çıkar; kurduğu despotluk köprüsünden geçenden kırk, geçmeyenden zorla seksen akça alır.
Hay’dan gelir, Hû’ya gider.
Zekatımız, sadakatime burhan olsun!
Dua ile!

30.07.2012
GARİBCE


[1] أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ (32)  [الزخرف : 32 ، 33]


29 Temmuz 2012 Pazar

Üsküdar Güzeltepe Birlik Camii


Garibce Mimar Sinan Camii’nin ardından değerli hocalarımızla birlikte yeni açılan Birlik camiini de ziyaret etti. Haber 7’nin ilgili haberi özetle şöyle:
“Hayırseverlerce yapımına 1991'de başlanan ancak yapılan bağışların yetersizliği nedeniyle inşa edilemeyen Güzeltepe Birlik Camii, Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara'nın talimatıyla 8 aylık çalışmanın ardından tamamlandı.
Anadolu yakasının en büyük camilerinden biri olan Güzeltepe Birlik Camii, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara ve İstanbul Müftüsü Doç. Dr. Rahmi Yaran tarafından ibadete açıldı.
Açılışta bir konuşma yapan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, ''Bu sene ramazanda en çok selamı ön plana çıkaracağız. Birbirinize selam vereceksiniz. Resul-i Ekrem ne buyuruyor, 'İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız'. Selamı aranızda yayınız'' dedi.
Camileri yapıp inşa etmenin ayrı bir şey, imar etmenin ayrı bir şey olduğunu belirten Görmez, ''Biz şimdi yapıp inşa ettik. En küçük taşına, tuğlasından, halısına, kubbesine kadar her kim katkıda bulunduysa Allah ondan razı olsun. Fakat mühim olan camiyi inşa ettikten sonra onu imar etmektir'' dedi.
Caminin, içinde namaz kılınarak, Kur'an okuyarak, İslam'ı öğrenerek imar edileceğini kaydeden Görmez, ''Camiyi imar etmek, camide ibadet etmektir. Camide Allah'ın dinini öğrenmektir. Allah'ın kitabını okumaktır. Cami sadece bizim ibadet mekânımız değildir. Caminin o kadar çok fonksiyonu var ki. Cami, aynı zamanda birlik mekânıdır. Biz kalplerimizi birleştiriyoruz burada'' diye konuştu.
10 bin metrekare inşaat alanı içerisinde bulunan, sağlık ocağı, Kur'an kursu ve yurt binaları ile 1600 metrekare alan üzerine kurulu camiden oluşan sosyal alan, yaklaşık 3.5 milyon TL'ye mal oldu.
Haber bitti.
Evet, yıllar süren ve bir sonuç alınamayan bir proje âl-i himmet ve kudret sahibi birinin el atmasıyla birden hayat buluyor. Sevgili başkanı tebrik ediyoruz.
Boğaz manzaralı, seyirlikli bir camimiz oldu. Gerçekten büyük ve oldukça da süslü bir cami olmuş. Henüz işleri tamamlanmamış, bir taraftan eksik kalan tarafları tamamlanmaya çalışılıyor.
Mimar Sinan’ın mihrabının aksine buranın büyük ve gösterişli bir mihrabı var. Minber, kürsü yerinde.
Bence klasik minber şekli artık değiştirilmeli. Çünkü sesin herkese duyurulması amacıyla ortaya doğru uzanan devasa minberler cami iç mekânını bölüyor.
Arap ülkelerinde ve bizim Türkiye’de de bir çok camide minber ve kürsü mihrabın iki tarafında yer alacak şekilde yapılabiliyor ve dışa taşmadığı için hiç yer tutmuyor, caminin orta mekânı da bölünmüyor.
Başkan’ın da işaret ettiği gibi asıl imar, camilerimizin işlevselliği ile ilgili. Umarım bu gibi büyük camilerimizin imam ve hatipleri ve müezzinleri üzerlerindeki temsil yükünün ağırlığının farkında olarak hizmet verirler.
Bu yazının asıl maksadı sizlerle birkaç fotoğrafı paylaşmaktı. Söylenecek sözü zaten Başkan söylemiş.
Hayırlı hizmetler olsun!
Mabetlerimiz bayındır olsun.

Ha birde bu camide ayakta durmakta güçlük çeken yaşlılar için de hizmet unutulmamış ve sağ orta bir yerde birkaç sıra konulmuş. Estetik olarak da güzel gözüküyordu.  Sonradan Ülker Camiinde de arka duvara bitişik bir sıranın konulmuş olduğunu gördüm. Tarzları aynı idi. Galiba ortak bir şekil de oluşmaya başlamış gözüküyor.

Galiba yaş ortalamasının artmasıyla bu gibi sıraların çoğalması kaçınılmaz olacak gibi. Diğer cemaatin de onların sıralarda oturarak namaz kılmalarına alışmaları gerekiyor.
Reformistler vaktiyle buna niyetlenmişlerdi. Ama onlar bunu bir ihtiyaçtan değil, kiliselere özentilerinden ve caminin tümü için yapacaklardı. Fakat bu kez olan, bir ihtiyaca mebni ve o yüzden de yerleşeceğe benziyor.
Vaktiyle fakülte camiinde vaaz ediyordum. Ezan yakındı. Cematten biri koluna girdiği yaşlı bir adam için kapının oradan yüksek sesle kürsüdeki benden sandalye istemişti. Ben ise içimden “Henüz böyle bir hizmeti başlatmadık!” demiş ve adamın tavrını kendimce yadırgamıştım.
Eminim ki o da benim ilgisizliğimi yadırgamıştır. Öyle ya koskoca fakülte camii yaşlı birinin altına bir sandalye bile veremiyordu. Önceden onlar için bir tedariki de zaten hiç yoktu.
Bu vesile ile yaşlılarımıza saygılarımızı sunuyorum.Dua ile!

29.07.2012
GARİBCE














 






Bu kapı üzerindeki yazı istifi güzel, ama işlenişi çok bozuk.
Garibce anlamadı demesinler, hani.


Zikr-i daim üzre olamadık amma…


Namaz, O’nu anmak içindir.
Kıyam, huzurda durmaktır. Hangi ve kimin huzurunda?
İsmi’nin tecellisine dağların dayanamayıp un ufak olduğu, kelâmının indirilmesine dağların dayanamayıp param parça olacağı… Zât-ı celâl’in huzurunda.
Gafletimizi Mevlana şöyle hikaye ediyor:
Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Her gün adet edinmiş onu loş ışıkta el yordamıyla bir güzel tımar ederdi. Bir gün aslan ormandan indi düz ayak ahıra girdi, öküzü yedi ve yerine geçip up uzun oturdu. Yediklerini sindirmeye koyuldu. Olup bitenlerden haberi olmayan köylü adeti üzere  ahıra gidip aldı eline kaşağıyı ve başladı öküzüm zannıyla aslanı kaşağılamaya. Zavallı aslanım zannıyla  elini aslana sürmekte, sırtını yağrısını yukarı aşağı okşamakta, tımarını yapmaktaydı. Aslan “Beni öküzü sanan bu avanak eğer aydınlık olaydı da öküzün yerinde benim olduğumu bileydi ödü patlar, yüreği kan kesilirdi. Fakat şimdi pervasızca beni okşuyor, kaşıyor, tımar ediyor. Çünkü loş ışıkta  beni öküzü sanıyor” demekteydi. Hak da “Ey mağrur kör, Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı? Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi. Eğer Uhud Dağı beni anlasaydı o dağdan ırmak, ırmak kan akardı.” deyip duruyor. Sen bu adı babandan, anandan işittin de onun için bu ada gafilce yapıştın. Bu sırrı taklitsiz anlasan Allah lütfüyle nişansız bir hale gelir, hatife benzersin…”

Evet namazda huzura duran ey gafil, eğer sen de gerçek anlamda kimin huzurunda duruyorsun bilebilseydin, Allahu Ekber diyerek andığın adın sırrına erebilseydin kim bilir halin nice olurdu, demek istiyor.
Namaz zikirdir, fikirdir ve şükürdür.
Bunca nimet için gerçek anlamda şükür mümkün değildir, ama namazımızı kılarsak, zikrimizi yapmış, şükrümüzü eda etmiş sayılıyoruz.
Ama namazdan gaflet edersek bize veyl olsun deniyor.
“Feveylün lilmusallîne an salâtihim…” An= den, dan ekidir. Zemahşerî namazlarından yani vakitlerden gaflet şeklinde tefsir etmiş de Ehl-i sünnetin büyük takdirine mazhar olmş.  Fî harfi ile ifade edilse de “fî salâtihim” denilmiş olsaydı, o zaman bizim namaz kılarken ki gaflet halimiz kastedilmiş olacak ve hemen hepimiz kıldığımız her namaz yüzünden de veyle muhatap olacakmışız. Başta oradan  durumu bir nebze kotarmışız. Yoksa hangimiz İmam Ebu Hanife gibi yapabildik ki.
Ona sormuşlar: “-İmam, sen çok zengin bir adamsın, kumaş tüccarısın. Bunca malın mülkün var.  Sen namazda nasıl ediyorsun, huşua nasıl eriyorsun. Oysa bizim birkaç devemiz, birkaç davarımız var, namaz esnasında hep onlarla uğraşıyoruz, hangisini nereye bağlayacağız, nasıl edeceğiz hep onları düşünüyoruz.”  Demişler.
İmam: “-Evlâdım biz develerimizi ahıra bağlıyor, mallarımızı da yeri nere ise oraya koyuyoruz, kalbimize değil” demiş.
Öyle ya ahırı develere, dükkanı mallara ayırdık zaten. Kalbimizi de bir Allah’a ayırdık mı tamam; develer orada gevişini getiredursun, biz de namazda Allah ile baş başa olalım! O bizim azımızı çok etsin, kusurlarımızı yok etsin, seyyiâtımızı hasenâta tebdîl etsin, elimizden tutsun, ayağımızı kaydırmasın, yolumuzdan şaşırtmasın… olsun bitsin.
Bize kalsa bu olmaz, en azından onu biliyoruz.
Ama bir şey daha biliyoruz: O bizi seviyor, hem de bizim O’nu sevdiğimizden daha çok.
Esirgiyor ve bu çok açık.
Ya Rabbi biz zikr-i dâim üzere olamadık, ama sen bizim beşimizi elli saydın, birimizi yedi yüz ve hatta daha fazlasına katladın.
Biz seni unuttuk, ama sen bizi unutmadın. Unutmalarımızı yok saydın, hatalarımızı görmezden geldin: Rabbenâ lâ tüâhiznâ innesînâ ev ahta’nâ’yı bize Sen öğrettin.
Babamız Âdem’di, düştük, ama kafa tutmadık. Annesinin sevgisini istismar eden yaramaz çocuklar gibi mızıkçılık edip de düştüğümüz yerde debelenip kalmadık. Sana elimizi uzatmasını bildik ve bunu en büyük erdem saydık.
Ve bu bizim ayrıcalığımız oldu. Kulluğu en büyük şeref bildik. Sana kul olursak kullara kulluktan, Tağutlara bendelikten  kurtulacağımıza iman ettik.
Özgürlük diye diye, ipinden boşanmış danaların esas itibariyle her tarafı çevrili çitin içinde sağa sola .öt atması gibi bir taşkınlık ve “istiğnâ hali”ne kendimizi kaptırmadık.
Gerçek özgürlüğü özümüzü sana teslimde bildik. Çünkü sana teslim olursak, her türlü ihtiraslarımızın, kusurlarımızın, günahlarımızın çepe çevre bizi saran tutsaklıklarından, nefsimizin boyunduruğundan işte o zaman kurtulacağımıza inandık.
Sevginle var olduk, varlığı Sen’de bulduk, Sen’den geldik ve Sana geliyoruz.
Sana kulluk ediyor ve Sen’den istiânede bulunuyoruz.
Hamd Sana ve Sen’den gele. Herkes bunu böyle bile.
Ve bu bizim son duamız.

29.07.2012
GARİBCE

28 Temmuz 2012 Cumartesi

HİKMET VE MESEL


Garibce Ramazan’da bir cüz Kur’an okuyor, birkaç sayfa da İncil. Daha önceden başladığı Kutsal Kitabı da bitirmek istiyor.
Matta İncil’ini okurken gördüm ki  “Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim; ben yıkmaya değil fakat tamam etmeye geldim” (Matta 5/17) diyen Hz. İsa çok mesel kullanıyor, neredeyse mesajlarının tümünü mesellerle veriyor. Çok da etkili oluyor.
Hz. Peygamber’imizin de öğretilerinde mesel iradının önemli bir yeri vardır. Bunlar her ikisinin de aynı mişkattan ışıklarını aldıklarının, aynı kaynaktan beslendiklerinin bir göstergesi olmalı.
Bendeniz vaktiyle bir Ramazan itikâfı yerine geçsin düşüncesiyle Hz. Peygamber’in mesellerinden bir buket hazırlamış ve Kırk Mesel Hadis adıyla da yayınlamıştım.
Bu vesileyle en azından o kitapçığı bir Ramazan hatırası olmak üzere tanıtmayı hikmetli buldum.
Belki okur ve eş dosta hediye edersiniz.
Kitap MÜİFV (bizim fakülte vakfı) yayınlarındandır.
Aşağıdaki yazı da o kitapçığa yazılmış önsöz olmaktadır.
Hikmetle kalın!

28.07.2012
GARİBCE


 
 

KIRK MESEL HADİS


SUNUŞ
Bismillahirrahmanirrahim
Yüce Allah’a hamd olsun.
Hz. Peygamberimize (s.a.s.), onun âl ve ashabına salat ve selam olsun.

Tanrı’dan insanlığa bahşedilen hazinelerden biri de hikmettir. Hikmet, her şeyi yerli yerince yapmak demektir. Söz, taşı gediğine koyar gibi yerinde söylendiği zaman hikmet olur. Az da olsa öz olur, amaca yeterli gelir.
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
Allah, hikmeti dilediğine verir. Ve kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir. Ancak bunu akıl sahipleri kavrar (Bakara 2/269).
Allah, Kuran’da belirtildiği üzere Lokman’a hikmeti vermiş. Onun dili üzere hikmetin yayılmasını irade buyurmuştur. Nice hikmet, hâlâ ona nispetle anılır, dilden dile dolaşır durur.
وَلَقَدْ آَتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ وَمَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ
Andolsun, biz Lokmân’a “Allah’a şükret” diye hikmet verdik. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır” (Lokman 31/12).
Allah, hikmeti peygamberlerine vermiştir. Hz. Davud’a mülkü yanında hikmeti ve hakkı batıldan ayırma yetisini vermiştir.
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآَتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
“Biz Davud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hakla batılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik”. (Sâd 38/20)
Allah, hikmet deryasına sevgili Peygamberimizi (s.a.s.) de daldırmış ve oradan nice nadide incilerin, insanlığın idrak ufkuna ışık olarak saçılmasını sağlamıştır.
ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آَخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا
Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği bazı hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme. Sonra kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.” (İsrâ 17/39)
Bu saçılan hikmet incileri türlü türlüdür. Bunlardan bir nevi de mesel iradıdır. Arapçada buna darb-ı mesel denir. Soyut kavramların insanların havsalasına yerleştirilmesini kolaylaştırmak amacıyla somut örneklemelerde bulunmak ve böylece zor, mudil olan meselelerin anlaşılmasını daha bir kestirmeden sağlamak, mesel iradının asıl amacıdır. Tabii bu arada söze bir güzellik katılmış olması, onu daha da zevkli hale getireceğinden, genelde uzun konuşmaların sıkıcılığından ve ağır havasından kurtulmayı da sağlar.
Bizzat Kuran’da çok sayıda ve hepsi de birbirinden güzel benzetme ve örnekleme üzerinden anlatımlar vardır. Daha ilk sayfalardan başlayarak mutlak gerçekliğe kapalı olan kalplerin, kulakların mühürlenmişliğinden, gözlerin perdelenmişliğinden bahsetmesi (2/7), hidayete karşılık sapıklık içinde kalınmasını göre göre zarar edilen ticarete benzetmesi (2/16),  mutlak gerçekliğe erememiş olanların halini karanlıklar içinde bocalama haline ve arada bir zihinlerinde çakan hakikati, etrafı kısa da olsa aydınlatan şimşeğe ve ardından gene karanlığa gömülmeğe benzetmesi (2/18-) sivrisinekten, arıdan, örümcekten, koca koca kitaplar taşıyan ama ne taşıdığından haberi bile olmayan dolayısıyla onlardan yararlanamayan eşekten… (Cum’a 62/5) dem vurması, onlarca mesele yer vermesi gerçekten Kuran’ın üslubunda önemli bir yer tutar. Hatta bu konu “Emsâlü’l-Kuran” adıyla müstakil bir Kuran ilmi kabul edilir[1].

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözlerinde mesel içeren beyanların çok daha fazla olduğunu düşünebiliriz. Amr b. Âs, “Hz. Peygamber’den bin mesel kavradım”, der.
عَنْ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ قَالَ عَقَلْتُ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَلْفَ مَثَلٍ مسند أحمد - (ج 36 / ص 217)
Muhtemelen buradaki bin sayısı çokluktan kinayedir. Bu sözden çıkaracağımız şey örnek üzerinden anlatımın Hz. Peygamber’in beyanında önemli bir yer tutmuş olmasıdır.
Kelile ve Dimne gibi klasik eserlere bakıldığı zaman, bu tür bir anlatım tarzının siyaset de dahil olmak üzere her alanda çok etkin olduğu öteden beri kabul edilen bir husus olmaktadır.

2008 Ramazanının son on günü içinde bazı dostlar itikâfa girmişlerdi. Benim itikâfım da sevgili peygamberimizin hadisleri içine girmek olsun istedim. Bir anda zihnimde çakan bir düşünceyi gerçekleştirmeyi arzuladım.
Hamd ederek söylüyorum ki gerek derslerimizde ve gerekse sohbetlerimizde hikmet türü olarak benzetmelere başvurmak, örnekleme yoluna gitmek beni tanıyanlar için artık benden beklenen bir şey oldu. Benzetme yapacağım da hani nasıl bir benzetme yapacağım. O andaki zihnî yoğunlaşma sonucu kafamda çakan ve etkisi önce benim kendi üzerimde sonra da dinleyicilerin ışıldayan gözlerinde belirgin bir şekilde görünen örnekleme yolu hikmetin insanlık dünyasında çakışının, bir kıvılcım şeklinde de olsa benim zihnimde makes bulmasıdır diye düşünüyorum. Böyle bir anlatım şeklini hem çok seviyor hem de önemsiyorum. Bu yüzdendir ki daha önce neşretme imkânı bulduğun bir kitapçığım “Duygu ve Hikmet” adını taşıyor. Bilgi elbette önemli, ama hikmet de mutlaka olması gerekiyor ve zamanımızda eksikliği hissedilen de bilgiden çok hikmet gibi gözüküyor.
Bu duygu ve düşünceden hareketle hikmetli bir iş yapayım diyerek Hz. Peygamber’in (s.a.s.)   mesel içeren hadislerinden kırk hadis geleneğine de uygun olarak bir buket hazırlamak istedim. Ramazan hitamında insanlık dünyasına bu da benim bayramlık hediyem olsun.
Hadislerin bilindiği gibi çok farklı rivayetleri/ varyantları olabilmektedir.  Biz bu kitapçıkta buraya aldığımız metinle hangi kaynakta geçiyorsa kaynak olarak sadece onu gösterdik. Şüphesiz aynı hadisin az çok farklılıkla daha pek çok kaynakta yer alması tabiidir.
Hikmet deryasından kırk inci…
Her biri birbirinden daha güzel…
Hem de ihtiyacımıza özel…
Hayırlı olsun.
Not: Bu çalışmamı tahsil hayatımın devamını kendisine borçlu olduğum ağabeyim Hüseyin ERDOĞAN’a ithaf ediyorum.

Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
Ferah/ 21.09.2008


[1] Bu tür anlatım (mesel) içeren Kur'an âyetlerinden bir demeti elinizdeki bu çalışmanın sonuna metin ve meal olarak koymuş bulunuyoruz. Yorum olmasa bile, yalın haliyle de bunların okuyucular için faydalı olacağını düşünüyoruz.





Not: Feys'de bizim Osman Güman hoca ile talebe ve arkadaşları darb-ı mesellerle ilgili güzel bir faaliyet sürdürüyorlar. Başarılar.

Garibce’ye muhayyel bir ders


Garibce siz dostlar sayesinde açılmaya devam ediyor. Tabii onun bu durumunu çekemeyenler de oluyor ve durumu hemen Şemsi üstadına gammazlıyorlar.

Şemsi hoca Garibce’yi daha ilk gördüğünde sigaya çekiyor ve: “-Allah’ın Toroslusu sen sanattan ne anlarsın ki tutar sanata ilişkin yazılar yazarsın. Hayattan ne anlarsın da hayata ilişkin yazılar döktürürsün. Sen kim bilir daha “Cennetin kapısının önündeki kütüğü kesenin kim olduğunu bilmezsin.  Ondan sonra da kalkar ahkâm kesersin. Sen kevenden bahset, oğlaktan, çebiçten, hakına mı neyse işte ondan, keçiden bahset, kuzudan, tokludan, şişekten ve koyundan bahset anlarım. Senin neyine ileri geri her bir şeye burnunu sokmak.  Hasan dağına oduna gitmek. Sen daha namazı bozan şeyleri bile bilmezsin. Söyle bakalım eşek anırınca namaz bozulur mu?”
Garibce: “-Kem, küm!”
“-Yaa, işte böyle kem küm… Ondan sonra da çık ortada görün. Geri bildirim yok diye sen koskoca internet ağını çobansız sürü, köpeksiz köy mü gördün. Kendini Molla Kasım’sız Yunus mu sandın…” der ve bu misillü haşlamalarla bir güzel benzetir.

Garibce pişkinliğe vurur ve onun salvolarını gülerek karşılar. Ne de olsa Şemsi idi. Güneş, iyinin de kötünün de üzerine aynı şekilde doğardı, güzellikler gibi ayıpları da gösterirdi. İlgisinden Garibce onun kendisini daha da çok sevdiğini anladı. Kendisini yerden yere vuran kasabın elindeki deri gibi hissetti ve mutlu oldu.

Garibce sizlere de mutluluklar diler.
Hoşça kalın!

28.07.2012
GARİBCE

27 Temmuz 2012 Cuma

Mimar Sinan Camii Mihrap Yazıları Komposizyonu





Çoğu camilerimizde mihraplarda كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ   (3/37) âyetini görerek büyüdük. İçinde mihrap kelimesi geçen dört ayet var; üçü Zekeriya peygamber ile ilgili biri de Hz. Davud. Her dördünde de mihrap mabette ön tarafta ibadet için ayrılmış küçük hücre anlamındadır.  Zekeriya peygamberin kefaletinde olan Meryem mabede adanmıştı ve Mihrab’da  kalmaktaydı. Zekeriya peygamber Mihrab’a her girdiğinde onun yanında (keramet kabilinden) bir takım yiyecekler görürdü (3/37).
Hz. Davud’un da Zebur okumak için yalnız kaldığı bir mihrabı vardı.
Hz. Ömer Şam’a geldiğinde  Hz. Davud’un mihrabına girmiş ve orada Sâd sûresini okumuş, secde ayetine (38/21)  gelince de secde etmişti[1].
İlginçtir hadis kaynaklarımızda mihrab adı pek geçmemektedir. Sadece Taberânî’nin el-Mu’cemu’l-Kebîr’inde şöyle bir rivayet vardır: “Hz. Peygamber mescit yapılmadan bir kütüğe doğru namaz kıldırıyordu. Mescit inşa edildiğinde kendisine bir mihrap yapıldı. Hz. Peygamber oraya durunca kütük deve inler gibi inledi. Hz. Peygamber elini onun üzerine koydu da kütük öyle sükûn buldu”[2].
Belli ki zaman içerisinde bu kelime yaygınlık kazanmış ve İslam mabetlerinin (Cami ve mescitlerin) en önemli üç rüknünden (minber ve kürsüyle birlikte) birincisi olarak yerini almıştır.
Mihrap, imamın cemaati tam ortalayarak en önde durduğu özel yerin adı olmaktadır. Zamanla mescit mimarisine sanat da girmiş ve en nadide sanat örnekleri camilerimizin mihrap, minber ve kürsülerinde kendilerini gösterebilmişlerdir.
En çok mihraplarda yazılan yazı  كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ   ayetidir. Buradaki mihrabın tarihî olarak bir önemi var. Oysa bunun bizim mescitlerdeki mihrapla ilgisi sadece lafız birliğinden ibarettir. Bizim mihraplara yazacağımız en uygun yazı, فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ  âyeti[3] olmalıdır. Nitekim birçok camimizin mihrabında ve giderek de daha çok artan bir şekilde bu ayet yer almaktadır.
Ben vaktiyle talebe iken hatla da iştigal etmiştim. Fazla kabiliyetim yoktu, bir de hat çok zaman alır. İlim tahsil edenlerin yazı ile uğraşmaları çok uygun da değildir. Hattat olup da Elmalılı merhum gibi aynı zamanda âlim de olan çok az sayıda isim vardır. Genelde “Hattatlar cahil olurlar” diye de bir söz vardır. Çünkü bütün zamanlarını yazıya, sanat yönüne verirler, o yüzdende ilimde geri kalırlar, anlamında bir söz.  İşte o dönemde yazmış olduğum ve hâlâ da köyümüzün mihrabında yer alan âyet “Felenüvelliyenneke…” âyetidir.







Mimar Sinan Camii’ndeki mihrap yazıları doğrusu yüksek bir sanat ve dinî-felsefî  anlayışı içinde taşıyor.
Tek bir âyet koymamışlar. Yükseğe ve arkaya gelecek şekilde Bakara 115. âyetini[4] koymuşlar. Zemin ve renkler şahane. Ayrıca da yansımalar sonucu nispeten fulü.
Öndeki ve alttaki yazı ise asıl mihrabiye yazısı: “Yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir!  فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ ayeti. Daha önde, belirgin ve net.
Yani  üst düzlemden bakıldığı zaman bütün mekanlar, bütün cihetler Allah’ındır, O’na aittir. O itibarla her nereye dönerseniz Allah oradadır. Çünkü O size şahdamarınızdan daha yakındır, her nerede anarsanız orada hâzır ve nâzırdır.
Ama bir aşağı düzlemde sonuçta dinin bir şeriat kisvesine bürünmesi ve belirli bir kıble şeklinde de ete kemiğe bürünüp görünür olması, tecessüdü lâzımdır. Ey müslümalar sizin kıbleniz de işte burasıdır: Yeryüzünde Allah adına yapılan ilk ev olması münasebetiyle Beytullah’ın içinde olduğu Mescid-i Haram. Namazlarınızı normal şartlarda kılarken o tarafa dönerek kılın ki, Müslüman olduğunuz belli olsun.
Aslında bu anlayışı sürdürmek için bu iki yazının daha da yukarısına daha da belli belirsiz şekilde Bakara 177. âyetini de yazabilirlerdi[5].
Güzel bir kompozisyon, yüksek bir felsefî bakış. Ancak kompozisyonda bir kusur var: Mihrabın üzerindeki süsleme yüzünden arka plandaki yazının tam da en önemli kelimesi kapanmakta ve okunamamaktadır. Planlayanlar her halde okuyucunun yazı ile aynı hizada olacağını düşünmüş olmalılar. Oysa ki yazılar baş hizasından  metrelerce yüksektedir. O yüzden öndeki süsleme çıkıntısı arkadaki levhanın tam da orta kısmını okunamaz kılmaktadır. En iyi okunduğu fotoğraf karesi müezzin mahfilinden zumlama ile yapılan çekim oldu. Onda dahi yazı tam olarak okunamamaktadır.
Ha o kadar da olur, diyeceğiz. Kadı kızı değil ya bu, bir medâr-ı iftihar diye ufak tefek eksikleri büyütmeyeceğiz.  Kusur aramak bize uymaz. Maksadımız bir güzelliği açığa çıkarmaktır.
Mimarın, ustaların, hattatların, destek verenlerin eline sağlık.
Hayrınız makbul olsun!
Dua ile!

27.07.2012
GARİBCE


[1] مصنف ابن أبي شيبة - (13 / 43)
عَنْ أَبِي مَرْيَمَ ، قَالَ : لَمَّا قَدِمَ عُمَرَ الشَّامَ ، أَتَى مِحْرَابَ دَاوُدَ ، فَصَلَّى فِيهِ ، فَقَرَأَ سُورَةَ ص ، فَلَمَّا انْتَهَى إِلَى السَّجْدَةِ سَجَدَ.
[2] المعجم الكبير للطبراني - (5 / 398)
كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَبْلَ أَنْ يَبْنِيَ الْمَسْجِدَ يُصَلِّي إِلَى خَشَبَةٍ، فَلَمَّا بنى الْمَسْجِدَ، بنى لَهُ مِحْرَابٌ، فَتَقَدَّمَ إِلَيْهِ فَحَنَّتِ الْخَشَبَةُ حَنِينَ الْبَعِيرِ، فَوَضَعَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَدَهُ عَلَيْهَا فَسَكَنَتْ" .
[3] قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ  [البقرة : 144]
Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü hep onun yönüne çevirin. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.
[4] وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ  [البقرة : 115]
Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü[4] işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
[5] لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ [البقرة : 177]
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...