23 Aralık 2017 Cumartesi

Mirasın tozunu attırmak mı tozunu almak mı?



Malum Fakültemizde yıllardır sürmekte olan inşaat var. İmam Ebu Hanife binası sağlamlaştırma sonrasında yeni açıldığında kura sonucu bana harika bir oda düşmüştü. İki odanın birleştirilmesinden meydana gelmiş, güney cephede müthiş bir oda. Sonra döşememizde yenilenmiş, masamız, sandalyelerimiz hep birinci sınıf, kocaman da bir halı ayağımızın altına serilmişti. İlim adamlarına helal olsundu.
Sonra yıkım başladı. Oradan oraya, oradan oraya göçtük derken şu anda bulunduğumuz odada karar kıldık. Kimi zaman beş kişi birlikte oturduk. Doldur boşalt işlevi gören, sınıftan bozma koca bir oda. Güzel aslında. Ne ki yaz kış hiç güneş almıyor, koca odanın küçücük de bir penceresi var. Kitapların kahir ekseriyeti kolilere tıkılmış ve depoda terkedilmiş vaziyette. Zaten kitaplara da eskisi gibi fazla ihtiyaç yok. Daha çok psikolojik etkisi var gibi sanki.
Ben vaktiyle İslami İlimler Fakültesi’nde iken ilk yıllarda Hilmi Merttürkmen hocanın evine gitmiştim. Hoca evinde İngilizce dersi veriyordu. Kapının hemen girişinin içerden sağında tek bir çelik kitaplık vardı. Hepsi de renkli, takım kitaplarla dolu idi. O kitaplığın benim üzerimde o kadar büyük bir etkisi olmuştu ki. Kitap ve ilme karşı bizde bir tutkunun oluşmasında sanırım o görüntünün etkisi büyüktü.
Şimdi hatırlıyorum da keşke benim de arkamı dayayacağım öyle bir görüntü olsa. Kitaplarım raflarda yeniden yerini alsa.
Mahkeme kadıya mülk değil. Dünya zaten böyle bir şey. Bazen öyle bazen böyle. Ve tilke’l-eyyâmu nüdâvilühâ beyne’n-nâs…
Şimdi biz kitaplardan boşalan boşluğu kabak tutkusuyla doldurmaya çalışıyoruz, iyi mi?
Talebeler soruyor: “Hocam bu kabaklar neyin nesi?”
Diyorum “Tutkunun sesi!” “Bir sebebi yok mu?” Diyorlar. Diyorum “Sevmek için illa bir sebep mi gerekir. Gönüldür bu, haka konar kabaka da? Hem sen Garibce misin ki kabağın sevdasından anlayasın.” Sonra diyorum “Bak sade kabak değil ki, sepetlere bak bir sürü daha  başka şeyler var: Hindistan cevizleri, Handel, Dum, Mango çekirdeği, şeftali, kayısı ve erik çekirdekleri, çedene ve çıtımık tohumları ve daha ismini bilmediğim bir takım meyve çekirdekleri… Peki, söyle bakalım bütün bunların ortak noktası nedir?” “Hayat!” diyorum. “Hayat!  Bak kulağına tut ve salla, ne var. İçinden sana mesaj var. Duydun mu çekirdeklerin sesini? İşte o çekirdektir ki her biri yeni bir hayata gebe… Belki ben de işte o yeni hayatlara aşığım, belki bir nüveden yeni bir dünyaya evrilmeye teşneyim, minnacık bir çekirdeğin koca bir ağacı nasıl içinde sakladığına hayranım… İşte bu şaşkınlığımdır ki benim aklımı başımdan alıp beni o gördüğün kabak misillü nesnelere hayran etmiştir.
Laf gene uzadı. Asıl sadede gelelim. İmdi masamın altında her gün üzerinde oturduğum halım var idi ya, işte o halı gene aynen duruyor. Eskimesi falan da yok. Fakat albenisi derseniz hiç kalmamış. Yolların biraz da inşaata sebep çamuru, kiri, pası hep üzerinde toplanmış sanki. Hanımların eline bir geçse ya bir araba sopa yer. O kadar yani.
Temizlik elemanları arada bir odaya giriyorlar, sözde temizlik de yapıyorlar. Ama hangisini temizlesinler. Çöpleri almaları bile bir lütuf. Neyse bu halıyı temizlemeyi aklıma koydum. Bir tane küçük elektrik süpürgesi aldım. Ve onunla başladım süpürmeye. Aman Allah’ım! Bir toz bir toz, deme gitsin. Halı halı olmaktan çıkmış, keçeleşmiş.
Oldu mu? Olmadı tabii! Gene olmadı. Evden daha büyük süpürge götürüp, onunla da uğraşacağım.
İmdi bu halı evlerimizde olsaydı. Ne olurdu? En köktenci çözüm, kaldırıp atmak olurdu ve bunun çok da masum izahı olurdu. Bu kadar pisliğe tahammül etmek akıl işi değildi. Hem kaç sene olmuş, çoktan kullanım miadını da doldurmuş, yenilenmeli idi. Komşular bizimkinin üstüne kaç halı yenilemişlerdi?!
İkincisi hanımlar bunu ellerine alırlar, balkondan salındırırlar, ellerine de alırlar kızılcık kirazından hususi kesilmiş sopalarını vur Allah’ım vur! Vur Allah’ım Vur!
Bazen halı elden kurtulur, aşağıda zemine çakılır.
Bu yolla halı adeta içinde ne var ne yok kusturulur ve yediği adam akıllı sopa ile hizaya getirilirdi. Tabii bazen sopanın ölçüsü kaçırılır ve halının belki de tam ortasından paralanmasına sebebiyet verilirdi.  Nitekim laf aramızda bizim evde pek kullanılmayan bir halı var ve tam ortasında yirmi santim kadar düz çizgi halinde yırtık var. Halıya birkaç kez söyledim, ne oldu sana diye, ser verdi sır vermedi. O da öğrenmişti işi belli ki!
Bir de tabii yıkama yolu var. Eğer halı malzeme ve boya itibari ile kaliteli ise yıkama yolu ile  belki de en güzel şekilde temizlenebilirdi.
İmdi bu halı örneği üzerinden tevarüs ettiğimiz mirasa bakalım. Vaktiyle o ter ü tazeliğinden eser kalmamış, albenisi gitmiş, kirlenmiş, paslanmış, saçaklanmış…
At gitsin…
Atamam, çünkü benim varlığım bu miras içinde anlamlı.
O zaman adam akıllı döv. Döveyim de yazık değil mi, o güzelim ahenkten eser kalır mı? Hem paralanır, param parça olmaz mı?
O zaman tozunu al! Elektrik süpürgesi toz almada bire bir. Sen de otur, düşün, aklını –hala başında duruyorsa eğer- çalıştır, yol bul, yordam bul, yöntem geliştir, ne et et, bu mirasın tozunu al. Sakın tozunu attırma, sadece tozunu al.
İşte o zaman onun albenisi yeniden kendine gelecek ve içinde huzurlu bir hayat yaşamanız mümkün olacaktır. Müslümanlar olarak bizim başka bir iklimde, başkalarının yurdunda, başka medeniyetlere taşınarak sığıntı halde yaşamamıza imkan yoktur. Bunu bil vesselam.
Geçenlerde Cem Boyner’e isnat edilen bir yazı paylaşılıyordu. Ulusal kaygı ile de olsa onu sen de oku istersen. Ahanda dipnota[1] da koydum.
Dua ile!
23.12.2017
GARİBCE






[1] Cem Boyner'in şirketlerine yolladığı yazı:

Herkeste bir gitme arzusu. Dolar uçuşa geçmiş, başkanlık tartışmaları canını sıkıyor, sınırımızda savaş, içeride terör belası, biliyorum...
Ama nereye gideceksin ki zaten?

Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.

Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.
*
Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden sonra oraya gidip anca beyaz Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar Kanada’ya kapağı atmak için başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin orada ne işin var?

Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar kalabalıklar. Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?
*
Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz dedin mi sokakta adam bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar. Karınca gibi planlı, düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak isteyeceksin, bir kısa yol bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez bunlar. Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak hiç bir Alman komşun. Anca fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına, ona dert anlatacaksın.
*
Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle. Ama sen onlardan değilsin ki? Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de bir kafede mutlu mutlu oturup ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.
*
Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası Kanada’ya sakın gitme mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma ‘neden döndün oğlum, manyak mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi: ‘çok soğuk oğlum!’

Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş ister. Bazen günün ortasında felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak gibi duralamak ister bizim bedenler. Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel...

Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da. Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen, Türkiye’deki Genel Müdür maaşını isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki kürer, sonra bakakalırsın.
*
Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya dışında da. Irkçılık almış başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir memlekette nasıl huzur bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere İskandinav dostlar, bilir misin?

- Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk arasına yediririm,

- Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim, Brüksel’de Burdurlular Kahvehanesinde takılırım,

- Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına karıştım mı kimse anlamaz, gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.

Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma. Türk kahvesinde bir Euro’ya içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.
*
İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede. Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil dersen, bilemem. Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir olasılık var.

Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.

Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı, Çorum Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.
*
Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.

Aslında demek istediğim şu:

Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.

22 Aralık 2017 Cuma

El aleme akıttın da bu kuluna neden bakıttın?!



Yoksul dedi eya rabbelalemin
Ey rızkına kefil olan cümlenin

El aleme taşırdın da akıttın
Neden bu yoksul kuluna bakıttın

Bre nadan! Allah rahmet etmez mi
Sade varlık, şükür için yetmez mi

Hele bir bak, sende nimetler az mı
Her nefese iki şükür olmaz  mı

Yoklukla sınanmışsın sen belli ki
Varlıkla kaybedecek idin belki

Bak da gör niceleri idi Harun
Varlık ile oldular şimdi  Karun

İyi mi, sen şükret  bakıp haline
Zinhar şekva dolanmasın diline

Çalış saye sarıl ekmeğin kazan
Varsın katığın olsun kuru soğan

Kader mi susuzluk, çeşme başında
Gözün olmasın kimsenin aşında

Unutma ha yasadır, nerde emek var
Ekmek dediğin ne, taştan da çıkar

Gel şükre vird eyle sen dillerini
Ben de öpem nasırlı ellerini

Nebi’nin öptüğü Sad’ın elleri
Nasırlı eller Allah’ın erleri

Garibce’yim aczimdir sermaye
Hikmete ram ol, sarıl sen de sa’ye

Dua ile!
22.12.2017

GARİBCE 




15 Aralık 2017 Cuma

Ufkunda güneş olan netsin yıldızı



Uyduruk putlar olmuş çiğnem sakızı
Ufkunda güneş olan netsin yıldızı

Ahmak güneş gitmiş diye düşer derde
Bilmez bulutlar sade kendine perde

Basar da karanlık yıldızlar belirir
Ahmak kişi o ışığı yıldızdan bilir

Çoksa ger yıldız ufkunda ey Garibce
Dünyan karanlıktır bilesin iyice

Dua ile!
15.12.2017
GARİBCE


https://www.bestepebloggers.com/yildizlar/

9 Aralık 2017 Cumartesi

Gündüz ardından yetilmiyor /Gece zarından yatılmıyor


Bugün Cuma sonrası sılayı rahim babından yakınlarımı telefonla dolaştım. Ablamla epey bir konuştuk, dertleştik. Biz çocukken babamızın yanında pek duramazdık, bir vesile bulur kaçardık. Konu komşu ve akraba kapısı hep açıktı. Babanın otoritesi iyi ama çocukları uzaklaştırmasa. Köy yerinde belki  o zamanlar bu bir sıkıntı değildi, ama en azından babanın sohbetinde fazla bulunamama gibi bir sonucu intaç ediyordu. Daha pek aklımız ermeden de gurbete düştük, özellikle de yaşlılık dönemlerinde yanlarında bulunamadık. Ablam o yönden şanslıydı çünkü hep onlarla birlikte oluyordu. O yüzden onların kültürünü aktarmada bizden daha iyi durumda idi.
Sıla sohbetimizde babam rahmetlinin annem için söylediği bir sözü aktardı:
Gündüz ardından yetilmiyor
Gece zarından yatılmıyor
Söz bir yakınma olsa da dil bakımından harika. Belli ki o da bunu kendinden öncekilerden duymuş olmalı. Herbilen’e (Google) sordum, bilemedi iyi mi? TDK’da da yok. İyi de bu sözcük ablamın rivayetiyle babamın ağzından vücudunu ispat ediyor.
Diğer taraftan bu deyiş tam da anamı anlatıyor.
İmdi ben bunu yazdım ya. Hasbelkader bunu oğlum okursa muhtemelen o da kendi annesi için bu tespite katılacak.
Şaka bir tarafa insanın nazlanacağı, zarına katlanacağı eşi olması güzel bir şey.
Ablam, halin keyfin nasıl, sağlığın nasıl suali üzerine şunu anlattı:
Rahmetli annem geceler için derdi ki: "Guzun daşını güneye daşıyom, güneyin daşını guza daşıyom." Ne demek isterdi anlamazdım. Şimdi akıl başa düştü gayrı anlıyorum çünkü ben de aynısını yapıyorum.
Guz/ kuz vadinin güneş almayan, gölgede kalan yamacı demektir. (Kuzey’in kuz’u). Güneyin karşı yamacı.
Bir türlü uyku tutmayınca demek boş durmayıp ha bire taş taşırlarmış. O zamanda koyun saymak, olmadı bir daha bir daha saymak yokmuş demek ki.
Ana olmak hele hele on çocuk anası olmak kolay mı? Gurbetin ne olduğunun daha pek bilinmediği bir zamanda çocukları okumaya gitmek üzere ta bilmem nerelere –ancak askere gidenlerin gidebileceği yerlere- gitmesi anne yüreği için öyle kolay mı?
Bunlar bir tarafa yığınla iş var. Anadolu kadının hayatı öyle kolay değildir. Herkesten önce kalkar ve herkesten sonra yatar. Bu arada hiç duru durağı yoktur. Aş pişirilecek, iş görülecek, bütün bunların arasında herifin gönlü edilecek. Hal böyle olunca gündüzün yorgunluğu ile gençlikte uyuya kalan körpe bedenler, yaşlanınca bir türlü uyku tutmaz olur. Ondan sonra başla gayrı: Kuzun taşı güneye, güneyin taşı kuza… Allah’ın taşı bitecek değil ya.
Dertsiz baş ararsın ha, ne mümkün!
Garibce olarak duam odur ki:

Alma Allah'ım feri gözümüzden
Kesme Ya Rab dermanı dizimizden
Özümüzle yüzümüzle akla bizi
Erzel-i ömürden daim sakla bizi!

Dua ile!
09.12.2017

GARİBCE 


6 Aralık 2017 Çarşamba

Allah’ın kulu Allah’ın kolu


Âlemdir bu elbet esrar dolu
Her şeyin vardır illa bir yolu
Allah’a buyruk kılan nadan
“Allah’ın kulu Allah’ın kolu”

Allah’ım açları gayrı doyur
Yazıklar çıplakları da giydir
Ermedi mi katına hala
Mazlum ahın zalime duyur

Belli ki Allah emir uşağın
Yapıversin araban uçağın
Cennet mekanı olur mu acep
Söyle sencileyin bir alçağın

Allah’ım affet haddimi aştım
Bu hamakata pek bir şaştım
Melekut melek elinde abad
Bense burda hilafette baştım

Nas boynunda Garibce emanet
Asla olur muydu nasdan hıyanet
Kusur ihmal bizde kudret sende
İmdat kıl Ya Rab sen eyle medet

 Dua ile!
06.12.2017

GARİBCE 



Bir yol ki kıldan ince kılıçtan keskince!


Cehennem üzerine bir köprü atmışlar kıldan ince kılıçtan keskince[1].
Öbür ucunda cennet varmış, saadet bulurmuş insan girince.
Ne ki “Nasıl geçelim bu köprüden?!” diye insanlar tasa içine düşünce belirmiş hemen din simsarları, “Biz!” demişler “evet biz ve sadece biz sizi geçiririz o köprüden, hem de yel gibi, şimşek gibi!”
“Nasıl?” deyince de “Sen tut bizim eteğimizden, sana bir himmet ederiz, ruhaniyetimizle seni kanatlarımızın altına alırız, artık emin ellerdesin yolun doğru cennete gider, huri gılman orda hazır seni bekler!” demişler.
“Peki, bedeli nedir?” deyince de “Hizmet!” demişler.
Yahu biz bu hikâyeyi daha önce çok duymuştuk. Daha yakında birileri de “Himmet” diyerek uçurmaya kalkışmamış mıydı inananlarını. Lakin başarılı olamamıştı, ama uçurmaya kalkıştığı insanları uçurumlara yuvarlamayı, evlerine ataşlar salmayı başarmıştı. Hala her taraf yangın yeri gibi. Hemen her ocaktan acılar tütüyor.
Sırat-ı müstakim üzerinde tezgâh açanlar, kapılarına diktikleri cazgırlarla -şimdi en büyük cazgırlığı artık televizyonlar yapar oldu- “Gel vatandaş, gel, gel, ne olursan ol gel!” diye müşteri toplamaya başladılar. Doğrusu başladılar dedikse eskiden de var olan ticaretlerine son günlerde iyice revaç geldi.
“Bu yolda  tek başına gidemezsin, illa bizim firmamıza geleceksin. Bu konuda tek yetkili de biziz. Zira biz yetkili acentayız!”  dediler.
“Etme tutma, biz Allah’a gidicileriz. Yola (Sünnet) da girmişiz. Neden gidemeyelim ki? Hem tek başımıza olduğumuzu da kim söylemiş. Cemaat halindeyiz, önümüzde imamlarımız var, sevad-ı azam’ız (Ehl-i sünnet ve’l-cemaat). Allah’ın eli de bizim üzerimizde. Peygamber bir üsve (rol model) olarak ufkumuzda. Hoş âlimlerimiz de var, bizi yola koyacak, yoldan çıkıp sapacak olursak bizi yola yeniden döndürecek…”
“-Olmaaaz! Bir kere âlimler (Diyanet ve İlahiyatlar) bu işten anlamaz, onlar kîl ü kâl ile meşguller. Halden sade biz anlarız. Ancak bizim uçurmamızla uçmaklara uçarsınız.”
Yahu biz insanız, uçmak neyimize. Karıncanın zevali kanatlanması değil mi?
Allah, bize bizden daha yakın değil mi? “Dua edin duanızı kabul edeyim!”, “Siz beni anın ben de sizi anayım!” buyuran O değil mi? Tevbelerimizi kabul etmeyi tafaddülen ve keremen üzerine vacip kılan O değil mi? Hal böyle iken ben Allah’a ulaşmak için ille de size komisyon ödemek neden zorunda oluyor muşum? Hem bu halinizle sizin  “Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."[2]  diyen putatapar müşriklerden ne farkınız var ki?
Bir de şu var? “Evliyaullah evliyaullah” deyip duruyorsunuz ya? Kim bunlar? Hani dünyayı tasarruf eden, ruhaniyetleriyle her an yanımızda olan, darda kaldığımızda “Yetiş Ya Gavs!” deyince imdadımıza koşan şeyhler mi? Hal böyle iken İslam dünyası ve hassaten de kalbi mesabesinde olan ülkelerimiz yangın yerine dönmüşken, ırzımız çiğnenmiş, hânımız yağmalanmış, mazlumların ahı arşı tutmuş… Hal böyle iken kılı dahi kıpırdamayan Yunan mitoloji tanrılarını aratmayacak derecede sözde kudret ve tasarruf sahibi kimseler mi?
Ben hasbelkader bunu Kur'ân’a sordum, “Evliyaullah kimdir?” dedim. Önüme cevap olarak şu ayetler düştü: Allah buyuruyordu ki:
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına (evliyaullah) korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvâya ermiş olanlardır.[3]
Bizzat Allah’ın bu yüce buyruğuna göre iman ve takva sahibi herkes evliyaullahtan sayılıyordu. Kime itibar etmeliydim, Allah’a mı, Allah’ın yolunda Allah adına açtıkları acentalarda simsarlık yapan bezirgânlara mı?
Himmet, hizmet diye din adına insanları sömürenlere, söğüşleyenlere  mi?
Allah ve peygamber sevgisini paraya tahvil etmek için olmadık şaklabanlıklar yapan şarlatanlara mı?
Allah’ım sen akletmeyenlerin üzerine pislik boca ederiz[4] buyuruyorsun ya, Hak buyurdun, boyumuzca pislik çukuruna saplanmış haldeyiz.
Sen hidayet etmezsen biz doğruyu bulamayız.
Aslında Sen bize hidayet etmiştin. İlkini yaratılışımız esnasında bizi diğer yaratıklardan ayrıcalıklı kılan donanımız (akıl) ile ikincisini de ona ışık olacak şekilde indirdiğin kitabınla.
Mizanımız vardı özümüzde, ölçüp tartmaya yarayan. Keşfedemedik, işletemedik. O mizan için gerekli olan aşkın değer ölçülerini de vermiştin, Kitab’ı ve kıstı indirmiştin, Okuyamadık. Okuduğumuzu sandık. İşaret ettiğine değil, işaretin kendisine çakılı kaldık, onu kutsadık.
İman ve salih amel diyordu. İstikamet üzere yolda olmak diyordu, yolda ayartıcılara kanmadan yol almayı emrediyordu.
Biz gereğine değil, ayetlerin kendisine baktık. Onlar yolumuzu aydınlatan birer ışıktı. Yola değil ışığa baktık. Işığı gözümüzü aldı. Olup biteni göremez olduk.
Artık hakikate hem kördük hem de sağır.
Elimizden tutana tabi olduk.
Gassal elinde meyyit gibiydik.
Himmet dediler, neyimiz var neyimiz yok soyunduk, verdik. Hizmet dediler el pençe ne buyruldu ise onu yaptık.
Arada kulağımıza aykırı bir takım garibce sesler geldiği de oluyordu. Fakat o kadar cılızdı ki  duyulmuyordu. Hem bizim artık bunları ne duyacak, ne görecek halimiz kalmıştı.
Cılız da olsa hakikatin sesini duysak da artık kırk yıllık tarikatımızdan vazgeçmeye hiç de niyetimiz yoktu. Zira kim ticareti biz de öğrenmiştik.
Dua ile!
06.02.2017
GARİBCE





[1] Sırat köprüsü aslında bir sembol: Bu dünyadaki yaşantınız boylu boyunca  kıldan ince kılıçtan keskince dosdoğru bir hayatsa o sizi cennete götürür, değilse cehennem de hazır sizi bekler, demektir.
[2] اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَۢ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (Zümer; 3)
[3] Yûnus Sûresi  (62 - 63)
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ﴿٦٢﴾  اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَۜ ﴿٦٣﴾ 
[4]  وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ
"…Akıllarını husn-i istimal etmeyenleri o pislik içinde bırakır." (Elmalı) (Yûnus; 100)

2 Aralık 2017 Cumartesi

Müslümanım demeye kim gelir!?


Bu dindarlık bizi fena yere çakacak!

Öyle bir dindarlık türedi ki evlere şenlik, tam başa bela.
Her gün üfürükten yeni bir sevap ve yeni bir paylaşım.
Tam bir balon. Üfürdükçe şişiyor, üfürdükçe şişiyor, şiştikçe albenisi artıyor.
Kimi alış veriş manyağı olmuş, kimi mermi manyağı.  Dindarlık adına biz de sevap manyağı olup çıkmışız.
Varsa yoksa sevap.
Yahu bu kadar sevabı bir üfürüğe verirler mi? Sende hiç akıl izan yok mu?
Kur'ân’ın okunuşuna şu kadar sevap. Her harfine bu kadar sevap. Hatmine bu kadar sevap. Piyasada okunmuş balonlara üfürülmüş hazır hatimler varmış.
Şu günde oruç tutmak şu kadar sevap. Ha bu arada Mevlid kandilinde – o gün bayram olduğu için- oruç tutmak harammış. Bu arada onu da öğrendik.
Umreye gitmek şu kadar sevap.
Şu duayı okumak şu kadar sevap.
Kim esma-yı hüsnayı sayarsa cennet hazır.
“Kim La ilahe İllallah derse, Allah bunun her bir kelimesi için bir kuş yaratır, gagası altından, tüyleri mercandan…” Neler neler!
“Her kim Pazartesi gün dört rekât namaz kılar ve her rekâtta Fatiha, Ayete’l-Kürsî, Kul hüvallahü ahad, Kul eüzü bi rabbi’l-felak ve Kul eüzü bi rabbi’n-nas’ı birer defa okur, selam verdiğinde on defa istiğfar eder ve on defa salavat getirirse, bütün günahları affolunur ve Allahu Teâla ona cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir, her odanın uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikincisi altından, üçüncüsü inciden, dördüncüsü zümrütten, beşincisi zebercetten, altıncısı iri incilerden, yedincisi parlayan bir nurdan ma’müldür. Odaların kapıları amberden yapılmış olup her kapının üzerinde zaferandan bin tane örtü vardır. Her odada kâfurdan mamul bin karyola ve her karyolanın üzerinde bin yatak ve her yatakta Allah Teâla’nın en güzel kokularından yarattığı hûri vardır. Hurilerin ayaklarından diz kapağına kadar olan kısımları yaş zaferandan, diz kapaklarından göğüslerine kadar olan yerleri en ala miskten, göğüslerinden boyunlarına kadar gri anberden, gerdanı beyaz kâfurdan halkedilmiştir. Her bir hurinin üzerinde de en güzel cennet elbiselerinden yetmiş elbise vardır.” Hesap yanlış değilse on dakikalık bir çabaya tam on milyon cariye!
Valla insanın ağzının suları sel olup akıyor.
Şimdi bir de paylaşım çıktı. On kişiye ulaştırırsan şu kadar sevap. Yüz kişiye ulaştırırsan bu kadar sevap.
Kimse ekmeği emek karşılığı istemiyor.
Kur'ân hidayetti, ışıktı; doğru yolu, yolda yol almanın kurallarını, yolda dikkat edilmesi gerekli işaretleri gösterirdi. Adam Kur'ân’ın işaret levhalarının gereğini yapmıyor, gidip levhayı kucaklıyor, ona yüz göz sürüyor teberrük ve teyemmünde bulunuyor.
Ne kadar hurafe varsa, aslı astarı olmayan rivayet varsa olabildiğine revaç buluyor. Bunların hepsinin ortak özelliği beleşten sonsuz denilecek sevaplara, Firdevs cennetlerine ve orada bizi bekleyen huri gılmana ulaştırmak. Aman ne saadet!
İyi de bilet aldın mı? Yok!
Bilet için gerekli paran var mı? Yok!
Kazanmak için ortaya emek koydun mu? Yok!
İyi insan oldun mu?
İyi eş, iyi komşu, iyi vatandaş oldun mu? Mesela vergini tam ve zamanında ödedin mi?
İşinin hakkını verdin mi?
İnsanlarla iyi geçindin ve güven telkin edebildi mi?
İnsanlara ayna oldun mu? Onların kusurlarını sade kendilerine gösterip gayra sır oldun mu?
Elinden, dilinden, belinden insanlar emin oldu mu?
Özün temiz mi?
Yüzün temiz mi?
Elin temiz mi?
Yediğin içtiğin temiz mi?
Ölçü nedir bilir misin?
Denge toplumunun mutedil bir üyesi misin?
Ayağına diken batsa acısını yüreğinde duyduğun gibi ümmetin en uzak bireyine bir musibet etse acısını duyar mısın?
Mesela komşun aç iken tok uyuduğun, uyurken kıvrandığın oldu mu?
Kış günü ortalık buz keserken binlerle insan evsiz iken sıcacık evinde, sıcacık çorbanı içerken yediğin içtiğin boğazına dizildi ve gözlerinden yaş boşandı mı?
Sorumluluk diye lügatinde bir şe var mı?
Ya sadakate ne demeli?
Sadakati sade eşine sandın, Allah’ın gayur olduğu aklına bile gelmedi. Eşinden korktuğun kadar Allah’tan, gayrın hukukuna riayetten korktun mu?
İnancını her vesile haykırdın, yoldan geçerken insanlara zarar verebilecek nesneleri en basitinden  giderdin mi?
Âdil oldun mu? Adalete hadim oldun mu? Hem mazluma hem de elini tutarak zâlime yardım elini uzattın mı?
Haksızlık karşısında elinle, dilinle ve hiç olmazsa kalbinle tavır gösterdin mi?
Yetim başı okşadın mı?
Bir kimsesize kefil oldun mu?
Bütün insanları yaratılışta eşin, ama ayrıca müminleri dinde kardeşin gördün mü?
Irk ayırdımı yaptın mı? İnsanların rengine baktın mı?
Cinsiyet ayrımı yaptın mı?
Cahiliyeye değerlerinden tamamen soyundun ve İslam’ın erdemleri ile bezendin mi?
Ve daha hayatın her alanında her an ortaya koyduğun tavır ve davranışlarda referansın insanlığın ufkuna konulmuş aşkın değerler oldu mu?
Bu ve benzeri onlarca, yüzlerce sorunun cevabını sanki yok yok gibi. Biraz da öyle olduğunu körlerin sarma yemesi gibi kendimden biliyorum. O yüzden emin bulunuyorum.
Bizi uçmaklara uçuracak işte bunlardır. İmanımız, salih amellerimiz ve erdemlerimizdir. Bunların içi doludur. Kelime-i tayyibemizi bunlar O’nun katına yüceltir. “İleyhi yas’adu el-kelimü’t-tayyib ve’l-amelü’s-sâlih yerfa‘uh”[1]
Buna mukabil üfürükten bir sevap manyaklığı sade ve ve sadece dindarlık balonumuzu biraz daha biraz daha şişirir. Ve erinde geçinde bir satme ile  bu balon patlar ve ona sarılarak uçmaklara uçtuğumuz ham hayalinde olan bizler  yere çakılırız.
Allah için korkuyorum.
Dinin gerçekten bir afyon haline getirilmiş olmasından çok endişe ediyorum.
Ne olur? Birileri bizi dürtsün. Bırakalım elvan türlü renklerle boyanmış, üfürükten dindarlık balonunu yer yakın iken bırakalım. Varsın biraz canımız yansın. Ama hiç olmazsa felahımıza sebep olacak dinimiz  helakimize sebep olmasın.
Varsın istimdat edecek gavslarımız, kutuplarımız olmasın.
Varsın İslam ülkeleri cayır cayır yanarken kılını bile kıpırdatmayan sözde onları bekleyen tasarruf erbabı zevat olmasın.
Varsın bizi uçuracak, yatakta sağa sola kaç defa döndüğümüzün sayısını, vücudumuzdaki kılların adedini bilecek uçar şeyhlerimiz olmasın.
Bütün günahlarımızı bir anda sildirecek ve bizi alacaklı hale döndürecek kandillerimiz bile olmasın.
“Al sana bir göbek ver bana bir bebek” kabilinden uçkuruna düşkün baba yatırlarımız, bahtımızın kilidini açan bilmem ne dedelerimiz de olmasın.
Kadir-i mutlak ve bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’ımız yetmez mi?
Bizi, bize bizden daha yakın olan Allah’ımıza yaklaştıracak yedek tanrılara ne ihtiyacımız olabilir ki?
Önümüzde bizden biri ölümlü bir beşer kul peygamberimiz olsun. Tarikatımız Tarikat-ı Muhammediyye olsun.
Onun bastığı yere basan ve izlerin çoğalması ile koca bir yola dönüşen tutacağımız yolumuz olsun. Sırat-ı müstakîmimiz, kıldan ince kılıçtan keskin hayatımız olsun. Yola girelim, yolda o işaretlerin gereği şekilde yol alalım.
Cennet istiyorsak işte o zaman gerçekten cennete varırız.
Bu ümmetin yapacağı şey peygamberinin yolunu tutmaktır ve onun yaptıklarını yapmaktır.
Esma-yı hüsnayı saymak değil, hayatımızda birer birer gerçekleştirmektir.
Hayatımıza cevap/ ayna olan kitabımızı arı uğultusu gibi hatim etmek değil, orada yazılı reçeteleri uygulamaktır.
Tedbiri elden bırakmamaktır.
Hikmete ram olup sa’ye sarılmaktır.
İnsanın sayü gayreti dışında hiçbir kazanımı olmayacağını ve onun çabasının karşılığını da elbette göreceğine[2] inanmaktır.
Dua ile!
02.2017
GARİBCE





[1] مَنْ كَانَ يُر۪يدُ الْعِزَّةَ فَلِلّٰهِ الْعِزَّةُ جَم۪يعاًۜ اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِـحُ يَرْفَعُهُۜ وَالَّذ۪ينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّـَٔاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَد۪يدٌۜ وَمَكْرُ اُو۬لٰٓئِكَ هُوَ يَبُورُ
"Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur."  (Fâtır; 10)
[2] Necm Sûresi  (39 - 41)
وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾  وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ ﴿٤٠﴾  ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. (39) Ve çalışması da ileride görülecektir. (40) Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (41)

1 Aralık 2017 Cuma

Hatice’nin gözünde erdeminle büyüktün sen Ey Nebi!


Ey Rasul!
Daha peygamberi değilken eş olarak Hatice'nin gözünde asıl erdemlerinle büyüktün.
Hani kapının ilk aralandığında olup bitenlerden bir hayli kaygılıydın. Ona koşmuş ve sana şefkat ve sevgi dolu kucağına atmıştın kendini, ilk kez ona açılmıştın. Müminlerin annesi olacak o asil kadın seni şöyle teselli etmişti:
“Allah seni asla darda bırakmaz. Çünkü sen akrabalık haklarını gözetir, sılayı rahimde bulunursun, kimsesizin sığınağısın, yoksulun yanındasın, misafir ağırlarsın, darda kalanların imdadına koşarsın…”
Nedense ne ay yüzün, ne ipek sırma saçın, ne hilyen, ne lıhyen, ne na'lin aklına gelmişti yüceliğine alamet kılmak için.
Hatice annem! Söyle, yolundan gitmediğim için şimdi ben utanmalı mıyım?! Yoksa senden sonra köprünün altından çoook sular geçti deyip avunmalı mıyım?!
Affet Allah’ım!
Dua ile!
01.12.2017

GARİBCE 


İlk Hutbemizde Kuba’dan Selam vardı! Verin! diyordu.


Bu gün Cuma hutbesinde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye henüz varmadan Kuba’da kılmış olduğu ilk Cuma namazı ve hutbesine atıf vardı.
Bu ilk hutbesinde Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra sevgili peygamberimiz  şöyle buyurmuştu:
“Ey insanlar! Kendiniz için, önden âhiret azığı olacak şeyler gönderiniz. Biliniz ki, her biriniz ölecek ve davarını çobansız bırakacaktır! Sonra Rabbi ona aracısız olarak: ‘Sana Rasûlüm gelip emirlerimi tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Sen kendin için (ahiret azığı olarak) ne gönderdin?’ buyuracak. O da, sağına soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek! Sonra önüne bakacak. Önünde de cehennemden başka bir şey göremeyecek! Öyle ise yarım hurma ile de olsa cehennemden kendisini korumaya gücü yeten kimse, hemen o hayrı işlesin! Onu bulamayan da güzel bir sözle kendisini korumaya çalışsın. Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir! Selam ve Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!”
Bizden de sana salat ve selam olsun ey Allah’ın kutlu peygamberi!
Hz. Peygamber’in Müslümanlık namına ilk fırsatta bize seslenişinde bizden istediği takva yanında amel-i salih idi.
Amel-i salih vermekti, verebilmekti. Yeri gelince candan, her daim ise maldan ve zamandan verebilmekti.
Şu kadar tespih çekerseniz uçar gidersiniz demiyordu, elindeki tek hurmanın yarısını dahi olsa başkalarıyla paylaşabilmeyi öğütlüyordu.
O kadarcık dahi yoksa bu kez de güler yüzlü olmayı salık veriyordu, çünkü o da sadaka idi.
Yarım elma, gönül almaydı!
Peki, biz ne yaptık?
Candan, maldan ve zamandan veren, veriveren bir Müslümanlık bize zor geldi, köşe dönmenin arayışına girdik. Bulduk da!
Kıl beşi, bitir işi.
Oruç da tut! O da bizi bozmaz, nasıl olsa beleş! Hem sağlık da buluruz üstelik. İşlerimizi asmaya, başkalarına yıkmaya bahanemiz de olur.
Hac ve umre mi? Ne kadar borç varsa sıfırlamaya üstelik de kâra geçmeye bire bir.
Daha ne istersin?
Hem bunları öyle kolay mı sanırsın? Müslümanlığın bu kadarı bize fazla bile!
Buna mukabil eline beline diline sahip olmak mı?
İşte o bizi bozar.
Adalet mi? Herkese hakkını ve hak ettiğini vermek mi? Ne eksik ne fazla, hem de geciktirmeden.
Hatta bırak adaleti ihsan[1] mı, îsâr[2] mı?
Emanetleri ehline vermek mi?
Eşe, başa değil işe ve Hakk’a sadakat mı?
Kamu emanetlerinde liyakat ve şeffaflık mı?
Dokunulmazlığını dilden düşürmeyip üzerinde köşe olduğumuz hakların meşruiyetle kayıtlı olması mı? Söz gelimi mülkiyet hakkı için hem kazanırken, hem harcarken, hem biriktirirken uyulması gereken bir takım sınırların olması mı?
Servetimizin hesabı verilebilirliği mi?
Sözleşmelerde ahde vefa mı?
İşlerde itkan yani kaliteli üretim mi?
Mümin olarak insanlara güven vermek, el-Emîn olmak mı?
Evde, mahallede, iş yerinde güzel huylu ve geçim ehli olmak mı?
İmdat edenin imdadına koşmak mı? Hatta bırak onu hiç olmazsa yaralı bir parmağa işemek mi?
Say sayabildiğin kadar.
Doğrusu bunlar bizi bozuyor.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğretisine baksak asıl bunlarsız olmamız bizi bozuyor.
Bozduğu ve bozuk olduğumuz içindir ki bir buçuk milyar olarak bir araya gelsek bizden muhteşem bir İslam binası, denge toplumu (ümmet-i vasat)oluşmuyor.
Bir kasa bozuk domatesten iştah açıcı bir tabak salata bile çıkmayışı gibi.
Müslümanlık zor zanaat derler! El hak doğrudur. Çünkü önce insan olmayı gerektirir. İnsan olmak ise sorumlu olmayı gerektirir.
Sen insan olmamışsın, emanetten, hilafetten söz edersin.
İsteyene Allah versin dersin.
İyi de sen nesin?
Ve sen sana verilene ne dersin?
Dua ile!
01.12.2017
GARİBCE




[1] Hakkın olandan vaz geçip, bağışlama, iyilikte bulunma, özüyle sözüyle işiyle iyi olma.
[2] Kendisi muhtaç iken bile başkalarını özüne tercih etmek.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...