23 Nisan 2014 Çarşamba

Bugün 23 Nisan! Gene neşe doluyor insan!


Evet, bugün yirmi üç nisandı. Tatildi, ders yoktu. Hatun Berra’nın programına katılacağını söyledi. Kızına benim de gideceğimi söylemiş. Tabi okulun yolu kısa ama bir hayli rampa. Muhtemelen daha çok da benim kendisini götürmüş olmamı istiyordu. Ben “İşim var!” dedim ve gelmeyeceğimi söyledim.
Belli ya hoşuna gitmedi. Öyle olduğu zaman ortalığı genelde bir sükut kaplardı. Gene öyle oldu. Sonra kendisi apar topar çıktı gitti.
Ben de durdum duramadım, arkasından ben de çıktım. Beş yaşındaki torunumuz olan Berra şiir okuyacakmış. Hatta bir ara beraber de çalışmış ve ona ses tonlaması ve el kol hareketi yapması konusunda bir şeyler de söylemiştim. Tabii o gene bildiğini okuyordu.
Eskiden onun öğrenmiş olduğu şeyleri benim biliyor olmam bir hayli tuhafına giderdi. “Dede sen nereden biliyorsun?” derdi. Artık demiyor. Belli ki bizim de az çok bir şeyler bildiğimizi kabullenmiş görünüyor. Geçenlerde benim kendi yazmış olduğum kitaplarımın olduğunu öğenmiş. “Dede!” dedi “Beraber kitap yazalım mı?” dedi. Ben de “Olur, yazalım!” dedim ve hemen senaryolar oluşturmaya başlamış, kitabımıza hatta kitaplarımıza isimler bulmaya başlamıştı. İşte onun şiir okuyacağı gündü bugün.
Kendileri Garibce’nin 14 Ağustos 2012 tarihli “İsraf Haramdır!” Beyya Öyle diyor” başlıklı yazısında adı geçen kız çocuğu oluyor. O zaman daha adını doğru telaffuz edemiyor r harfini y şeklinde söylüyordu. Adın ne dendiğinde “Beyya!” diyordu. Siz de Beyya mı dediğiniz de “Hayııııy Beyya!” diyor aslında r’li olduğunu demeye çalışıyor velakin bir türlü söyleyemiyordu. Siz doğru telaffuz edince  de “Tamam!” diyordu.
İşte o Beyya geçen iki sene içinde büyümüş de 23 Nisan bayramında şiir okuyacakmış.
Vardığımda merasim başlamıştı. Kalabalık arkasında durdum ve çocukların etkinliklerini izledim. Yirmi üç nisan neşe doluyor insan.
Anons sırası Berra’ya gelmişti, minicik boyu ile kocaman bir şiir okudu. Heyecan hiç yoktu. Sonunda da bir bayrak açtı, öptü ve onu öndeki protokoldeki birine verdi. Alkışlarla yerine geçti.
Vaktiyle biz de çocuktuk. Bizim de 23 Nisanlarımız vardı. Ve o günde de insan neşe doluyordu.
Dede torun arasında bir fark vardı. Ben o zaman ilkokul birdeydim ve Berra’dan bir yaş büyüktüm. Ne ki sonunda ben de küçüktüm. Okul kendi evimiz olduğu için öylesine  ben de okula başlamıştım ve sonra öğretmenimiz benim durumuma bakarak öyle kaydımı yapmıştı. Ve 23 Nisan’da ben de şiir okumuştum. İyi de başlamıştım. Ben, okul olan evimizin önündeki çatal merdivenin başında idim, insanlar ise aşağıda bulunuyorlardı. Baktım herkes bana bakıyordu, heyecanlanmış ve boğazım düğümlenmişti. Sesli sesli ağlamaya başlamıştım. Aşağıda da babam ağlıyordu. Öğretmenim gelip beni kucağına alıp indirmişti.
Berra, benden daha küçük olmasına rağmen ağlamadı, başarılı bir şekilde baştan sona koca şiiri okudu.
Ama kalabalığın arkasındaki ben, bu kez babamın yerine geçmiştim ve ağlıyordum.
Ve ben bunu hep yapıyorum.
Ağlamanın hüzne sebep olduğu bilinir. Ama aynı gözler mutluluktan da ağlayabiliyor.
İşte böyle.
Bugün yirmi üç nisandı, çocuklarımız için bayramdı, mutluluktu.
Bizim için ise geleceğe umuttu.
Kutlu olsun!
23.04.2014
GARİBCE

 Not: Berra’nın okuduğu şiir:
BAYRAK
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin altında öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!

Arif Nihat ASYA

19 Nisan 2014 Cumartesi

Kutlu Doğum Kutlamaları Kutluyor mu?!


Geçenlerde (14.04.2014) Kıbrıs’ta Kutlu Doğum gecesinde din hizmetleri müşaviri Ahmet Durmuş anlatmıştı:
Adamın birisi Nasrettin Hoca’ya:
“-Hocam! Bir rüya gördüm yorumlayabilir misin?” demiş. Hoca da :
“-Anlat hele bakalım!” deyince adam başlamış anlatmaya.
“-Rüyamda su gördüm; havuz mu desem göl mü desem, deniz mi desem okyanus mu desem.”
“-Eee!”
“-Bir de ağaç gördüm, çam mı desem ardıç mı desem, köknar mı desem ladin mi desem…
“-Eee!”
-“Rüyamda bir de ev gördüm, villa mı desem, köşk mü desem, dubleks mi desem tripleks mi desem…!
Hocanın sabrı taşmış ve iyice canı sıkılmış:
“-Tamam tamam. Yorumluyorum bak!” demiş:
“-Allah senin belanı verecek. Ama bugün mü desem, yarın mı desem, yarından da yakın mı desem…”
Bir rüya anlatmasını bile beceremiyoruz.
Bu hafta Kutlu Doğum haftası ve her yerde kutlamalarımız var.
Hz. Peygamber’i ve onun aziz hatırasını yad ediyoruz. Ama becerebiliyor muyuz?
“Alemlere rahmet” olan bu aziz peygamberi anma toplantısına gelenler acaba rahmete gark olarak en azından rahmetle hoşça bir tanışma ile dönebiliyorlar mı?
Bir intibaı sizlerle paylaşmak istedim:
Kutlu doğum haftası programına katılacağı için “çok sevinçli” olduğunu söyleyen bir Garibce okuyucusu program sonrasında intibalarını şöyle ifade etmiş:
“Kutlu doğum programındaydım ama çok uykum geldi,  her an uyuyabilirdim. Allah'ım beni affetsin! Çok sıkıldım.
Aslında bence, insan yaşarsa ve bundan lezzet alırsa anlatımı güzel olur, hissiz duygusuz şu şöyle yapmış bu böyle yapmış, böyle yapın şöyle yapın diye sadece sözle anlatılan bir İslam’dan ne bekleyebilirsiniz ki…
Hayatımda ilk defa bir müftü gördüm mesela, hep mi böyledir müftüler bilmem, üç adam mağarada kalmış taşın açılması için dua etmişler diye başladı, çok özür dilerim ama adamdan utanmasam bildiğini hayata geçirmek bu mudur diye soracaktım, İslam’ın her şeyi sevgiyle kuşatan varlığı nasıl oluyor da bu kadar yüzeysel ifade edilebiliyor bilemiyorum, İslâm’ı anlatmak değil yaşamak lazım. Anlatılanlar hikâyeler yumağı gibiydi sanki…
Ana baba dini dedikleri bu olsa gerek, bu yüzden birçok insan belki de dinlerinden uzaklaşıyor dinini tanımıyor ve anlamıyor.
Aslını isterseniz dört öğretmen arkadaşımı daha götürdüm. Onlar dersten kaçmak için geldiler biliyorum ama yine de belki hoşlarına gider diye düşünmüştüm ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı, tersine dinine bu denli aşık biri olarak ortamdan ve icra edilen programdan oldukça utandım, Program çıkışı konuşmalarından anladığım o ki bir kez daha İslâm’a karşı zafer kazanmış gibiydiler, hele de bir tanesi, çok utandım çok, beni en çok üzen şey bu. Bu konuda insanlık adına yapmamız gereken çok daha sistemli mücadelelere ihtiyacımız var. Bir kez daha anladım, insanların gönlüne İslâm aşkını nakşetmenin tek yolu İslâm’ı yaşamak bununda ötesinde Rabbimin inayet ve Keremine ihtiyacımız var.
Ama İslâm’ı eleştirerek değil, ne kadar çok icabet edersek o kadar çok Rabbimizin lütfuna ve muhabbetine kavuşuruz…”
Evet! Etkinliğe çok sevinçli olarak katılan arkadaşımızın ayrıldıktan sonraki intibaları böyle.
Umarım bütün kutlamalar böyle değildir.
Salat olsun İslam’ın rahmet peygamberine.
Baş tacı olsun “Din samimiyettir!” buyruğu ile bize bir özeleştiri yapma gereğini hatırlatan Kutlu Nebi’ye.
Ve teşekkürler bu vesile ile Kutlu Doğum etkinliklerini başlatan Diyanet’e!
Dua ile!
19.04.2014
GARİBCE


(Not: Aslında bu yazı hafta başında yazılmıştı ama. Cuma Gecesi benim dahi Kutlu Doğum vesilesiyle konferansım vardı. Yazıda anlatılanlar benim başıma da gelebilir korkusuyla yayınlayamamıştım. Ama canların duasıyla çok şükür korktuğumuz başımıza gelmedi. Üstelik hoş, güzel bir konuşma olduğunu söylediler. Benim açımdan hoş olmayan bir şey vardı: Sahnede gezinerek konuşmuştum ve bitirirken fark ettim ki pantolonumun sağ paçası hafiften yukarı kıvrık imiş. Dostlar, yüze bakarlar ya, o yüzden onlar da fark etmemişler! Kimseyi kınamayacaksın vesselam!)

13 Nisan 2014 Pazar

İlkelerin ölçütlüğü: İlla ki istikamet!



Hepimizin kendimize göre gözünde büyüttüğü kimseler vardır.
Çocuktuk, babalarımız gözümüzde büyüktü. Bize doğruları onlar öğretirdi ve onlar asla yanlış yapmazlardı.
Sonra okula gittik ve öğretmenlerimiz oldu. Doğruları bize onlar öğretirlerdi ve onlar asla yanlış yapmazlardı.
Bu arada belki tarikatlarımız oldu ve şeyhlerimiz asla yanlış yapmazlardı. Dahası onlar her şeyi bilirlerdi. Kalplerimizi röntgen gibi okurlardı.
Sonra büyüdük, hayatın bir ucundan tutunmaya çalıştık. Gerçekler bize yüzünü göstermeye başladı.
Biz de baba olduk.
Ve öğretmen.
Ve belki de şeyh falan.
Ya da parti başkanı gibi önemli mevkilerimiz oldu.
Yaşadığımız her tecrübe gerçekliğin yüzünden bir perde açtı ve daha önce görmediğimiz şeyleri gördük. Yüzlerin gerçek yüzler değil çoğu kez maskelerle gizlenen sahte görüntüler olduğunu sezmeye, ardından bilmeye başladık.
Dedim ya biz de baba olduk.
Ve de öğretmen ya da ne bileyim bir şeyler işte.
“İnsan” diyor Allah, “ne kadar mazeret serdetse de kendisinin ne kırat bir değerde olduğunu çok iyi bilir”.
Sonunda bizi en iyi bilen kendimiz olduk. Bizden hareketle de babaları, öğretmenleri, ne bileyim işte bir şeyler olanları daha yakından tanımaya başladık.
Bütün bunlardan sonra gördük ki insan hiçbir kimseye mutlak anlamda güvenmemeli.
Çünkü hiçbir kimse mutlak anlamda güvence altında değil ki.
Peygamber değiliz ki özel koruma altında olalım.
Kerametlere gelince onların da kendimizden menkul olduğunu en iyi bilenler gene bizleriz.
Yusuf değiliz ki sıkıştığımız anda Rabbimizin burhanı yetişivere.
Sınanmadığımız hiçbir günahın masumu değiliz. Ehl-i feys öyle diyor.
Hal böyle iken gel de bu insanlara güven.
Neymiş efendim Babaymış.
Neymiş efenim öğretmenmiş.
Neymiş efendim: Şeyhmiş.
Tarikat önderiymiş.
Parti lideriymiş.
Bunların hiçbiri tek başına mutlak gerçekliğin ölçütü değil, hiç olmadı da.
O zaman geriye yegane mutlak değer olarak ilkelerimiz kalıyor.
İstikamet üzere olmak.
Her şeyi kendisine vurabileceğimiz mutlak değerler.
Tercihlerimizi belirlemede kıstas olarak alacağımız şaşmaz ölçütler.
İyi baba, iyi öğretmen, iyi şeyh, iyi lider olmamız işte bu esaslar muvacehesinde ancak değer kazanacak ve belirlenmiş olacak.
Bana bunun dışında kimse mutlak gerçekliğin şuna ya da buna sebep kendilerinde tecelli etmiş olduğunu söylemesin.
Biz uçan, kaçan ermişler istemiyoruz, biz ayakları sağlam yere basan, istikamet sahibi sade insanlar istiyoruz.
Kerameti imanında ve salih amelinde olan, değeri yapıp ettikleriyle ölçülüp biçilen.
Sade insanlara örnek olabilecek kadar da sade ve sıradan insanlar istiyoruz.
Öyle ki yemek yemeli, susayıp su içmeli ve hatta defi hacet ihtiyacı bile duyup tuvalete dahi gitmeli.
Ama buna mukabil çalışmalı, alnından ter akmalı, elleri nasır tutmalı, kendi işini olabildiğince kendi görmeli, aklını kullanmalı, fikretmeli, zikretmeli, şükretmeli…
Bu kadarı yetmez mi!
Ohoo çok bile.
Allah evliyayı tarif ederken onları  iki özellikle anıyor: “Agah olun ki Allahın evliya kulları var ya onlar için ne korku vardır ve onlar ne de mahzun olacaklardır. Onlar inanan ve ehl-i takva sahibi olanlardır”. 
Takva, müminin bağışıklık sistemi gibi bir şeydir. Bağışıklık sistemi için nasıl ki düzenli beslenme, düzenli dinlenme, düzenli hareketlilik, temiz hava, bol gıda vb. gerekiyorsa, müminin bağışıklık sistemi olan takva için de sahih bir inanç, salih amel gerekiyor. Salih amel de iyilikleri yapmak ve kötülüklerden uzak durmak şeklinde iki yönlü bir davranış biçimini gerekli kılıyor. Hem cemal tutkusu ve hem de celal korkusu ikisinin bir anda ve birlikte  yan yana bulundurulması ve sürdürülmesi gerekiyor. İşte o zaman takvamız bisi korur. Aynen mikroplar içinde olmamıza rağmen bağışıklık sisteminin bizi koruduğu gibi. Eğer bağışıklık sistemimiz yok ya da çok zayıf ise o zaman bizi kuvöze koysalar bile işimiz zor vesselam.
Bütün hekimler başımıza toplansa bile bize dışarıdan bir şey yapamazlar.
Aynen manevî hayatımız da öyle. Kendi çabamız sonucu elde edeceğimiz imanımız ve salih amelimiz yoksa, bunların zaman içinde bize kazandıracağı takvamız bulunmuyorsa, hele hele zamanımızdaki gibi günahların çok yaygın olduğu böylesi ortamlarda babalarımıza, öğretmenlerimize, şeyhlerimize ve liderlerimize güvenle kurtuluşu umut ediyorsak, ziyandayız demektir.
Kimse sizden istemiyor keramet: İlle de istikamet. İlle de istikamet.
Dua ile.
13.04.2014

GARİBCE

11 Nisan 2014 Cuma

Eşyaya ve Adem’e saygı!



Yolda giderken bir nesne gördün, bir taş parçası idi. Aldın onu attın, yoldan ırak ettin. Bu bir saygı biçimidir. Ama insanlığa.
Ama bilmiyorsun attığın yerde birisinin başını mı yardı, yok bir taze fidanın tepesine mi düştü, yeni başını çıkarmaya çalışan bir fideyi mi ezdi.
Ama o taşı tam ebadına uygun, bir yoksulun yapılan yuvasının bir gediğini kapatmak üzere bir oyuğa koydun, tam yerini buldu. İmdi bu hem insanlığa hem de o taşa saygı oldu.
Yolda giderken bir ekmek parçası gördün. Aldın öpüp başına koydun sonra da onu götürüp yüksekçe bir yere koydun, çiğnemesinler diye.
Ekmeğe saygı bu.
Ekmek burada elbette ki bir sembol. Yoksa bütün nimetlerin ekmekten farkı ne ki.
Ama sen o lokmayı tuttun ve bir yoksulun aç karnına koydun. Ekmek sevindi, mide devindi. Karın doydu, yüz güldü, göze fer geldi ışıdı.
İşte ekmeğe asıl saygı bu değil mi?
Eşyada asıl olan ibahadır.
Ademiyette böyle mi?
Ademiyette asıl olan hürmettir, saygıdır.
Ademe hürmet edeceksin. Onun canına, ırzına ve namusuna, şan ve şerefine el, dil uzatmayacaksın, saygılı olacaksın.
Dirisine olduğu gibi ölüsüne de saygı göstereceksin.
İnsan ölünce artık geride kalan ceset de saygıyı hak ediyor.
Bu saygının gereği olarak şefkatle onu yıkayıp, kefenleyip, mezarına definle Allah’a tevdi etmek gerekiyor. Bu ona gösterilen bir saygı oluyor.
Ama onun vaktiyle gören gözünün söz gelimi korneasını alıp da görmeyen birinin gözüne koyup onun görmez gözünü görür kılmak, gülmez yüzünü ışıl ışıl etmek nedir peki.
İşte o göze asıl saygı böyle olmalı.
Diğer organlar da öyle.
Her ne ki insana aittir ona saygı göstermek gerekir.
Ama saygının da dereceleri vardır.
Hikmetli olmak, nerede nasıl davranılacağını bilmek demektir.
Her bir şeyi yerli yerince yapmak demektir.
Sözü yerinde söylemek, taşı gediğine koymak demektir.
Ve hikmet Allah vergisidir.
Ne yazık ki O vermeyince, biz istedik diye olmuyor.
Koskoca nice adamlar vardır, din adına, insanlık adına konuşur ahkam keserler.
Keşke biraz da hikmetle hemhal olsalar.
Hayırlı cumalarımız olsun.
Dua ile.
11.04.2014
GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...