30 Ocak 2014 Perşembe

Gündüz işin gece düşün olsun!

Gündüz işin gece düşün olsun!

Bugün bir dostla sohbet esnasında ağzımdan böyle bir söz çıktı. Baktım hoş bir söze benziyor. Dedim o zaman tivitte ve dahi feyste paylaşayım da istifadesi bol olsun (!) Mesela yani.
Sözün bağlamı neydi belki çok da önemli değil ama bu sözden maksat şuydu.
Bir insanın  kendini verdiği ve ehli olduğu bir işi olmalı, gündüz boyu o işini hakkını vererek yapmalı, gününü öylece doldurmalı. İşi, maişetine medar olmalı. Akşam eve döndüğünde bedenen yorgun ama işini yapmış olmanın huzur ve gururu ile istirahata çekilmeli.
Yatağına yattığı zaman da bir düşü olmalı.
Öyle ya bu kez kendini meşgul edecek, uğrunda aklını fikrini ortaya koyacak bir düşü, bir hayali olmalı. Onun ardından koşmalı, onu gerçekleştirmek için zihin yormalı ve bu sevda ile uyuyakalmalı.
İşte o zaman ne derdi kalır ne kederi.
Atalarımız ne demişler:
 “Ayağını sıcak tut başını serin!
Kendine bir iş bul düşünme derin derin!”
Az önce bir öğrenci geldi bir başka fakülteden, epey bir dertleştik. Ona söylediklerimin özeti şuydu: Problemlerini büyütme, problemini bizzat kendin çöz, başkalarının çözmesini bekleme, daha başta problem üretmemek için kendine illa ki bir meşgale bul.
Sorun gene ölçüsüz bir dindarlık anlayışı idi. Gençlik heyecanı ile dindarlık bir araya geldiği zaman tadından yenmez oluyor. Lakin ölçülü olmayınca da gerçekten artık hayat çekilmez oluyor ve bir sürü başa gaile açıyor.
Eskiden BMC kamyonları vardı arada bir cıızzt diye boşaltma yapardı. Dindarlık adına insanlara sürekli yükleme yapıyoruz, her tarafı da tıkıyoruz, o haram, bu günah, şu yanlış… Öyle olunca da birikiyor birikiyor ve normal tahliye borularından atması gereken şey (o her neyse) patlama noktasına geliyor ve sıyırtmalara sebebiyet veriyor. Ondan sonra da artık boşa sarmalar.
Evet günahlarımız olabiliyor, ama bu günahlar bizim hayatımızı karartacak şekilde önümüzü kesmemeli, hayat bir şekilde devam edebilmeli. Tevbe kapısı niye var ki! Rol model olarak önümüzde Âdem babamız da var; ayağımız kaydı düştük. Olabilir. Ama bir kez düştük diye düştüğümüz çukurda sonuna kadar debelenmenin bir anlamı da yok. Ayağa kalkmak ve yolumuza devam etmek zorundayız.
Ey din adına inanları irşad edenler! Sizin yanlış irşadlarınız yüzünden birçok kimsenin neler çektiğini ve çekmekte olduğunu ve çekebileceğini de hesaba katmak zorundasınız.
Bu da bir vebaldir.
Sunduğumuz dindarlık yüzünden pek çok kimse dinden tümüyle soğuyabilmekte ve hâşâ Allah’ı bile inkâr noktasına kadar gidebilmektedir.
Bunları da bilelim.
Dua ile!
30.01.2014

GARİBCE

28 Ocak 2014 Salı

Yoksa iman netsin Kur’an!


De ki: “O (Kur’an), inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara körlük olur. (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).”[1] (Fussilet 41/44)
Aslında açıklamaya ne hacet!
Yüce Allah, insanlığa olan eşsiz rahmetinin sonucu onlara hidayet etmiş, içlerinden bir peygamber seçmiş ve onlara kendi dillerinden bir Kitab indirmiş. Elbette bizim bildiğimiz anlamda bir kitap değildi bu. Kelamullahtı ve hayata bir cevaptı.
Ne var ki yağmurun her yere aynı şekilde ve eşit biçimde yağmasına rağmen  istifadenin yerin durumuna göre farklı olması gibi, ilahî hidayet karşısında da durum aynı idi. Herkes kendi durduğu yerden ona bakıyordu.  Ve herkes ona verdiği değer kadar istifade ediyordu.
Onun O’ndan bir lütuf, bir hidayet, bir nur ve ışık olduğuna inanmayanlar için o sıradan bir kitaptı hatta  o kadar bile değildi, çünkü bilindik anlamda bir kitaba zaten benzemiyordu. Söze kulak vermesi için insanların her şeyden önce onu bir söz olarak görmeleri gerekiyor. Kulak versin ki eğer varsa büyüsü işte o zaman kapılsın.
Ya da gözlerini üzerine doğru diksin, gözün hakkını versin de gördüklerinin sonucunda ona  bu bakışının gereği doğrultusunda değer versin.
Demek ki evvel emirde sorun insanların  bu eşsiz hidayete bakışlarında.
Eğer onun bize Allah tarafından yeryüzüne salınan kopmaz bir ip, tutunacağımız ve bizi kendisine götürecek bir kulp olarak görmezsek Kur’an bize hiçbir şey söylemeyecek gibi.
En güzel musikiler, sağır bir kulağa şimdiye dek ne etkide bulundu ki.
En güzel manzaralar görmeyen bir göze ne verdi ki.
Madem öyle, özellikle biz inananlar için eğer Kur’an’dan istifademiz konusunda bir sorun varsa, ondan  yeterince bir  fayda hasıl edemiyorsak o takdirde evvelemirde ona olan imanımızı, ona olan bakışımızı yeniden bir gözden geçirmeliyiz.
“İman öyle bir güçtür ki inanılan kimsenin elinde nice mucizeler nice kerametler yaratır diyor”  Ömer Rıza Doğrul.
Bu söz elhak doğrudur. Hem de aslı itibariyle uydurma, değersiz şeyler için bile bu böyledir. Gerçek bir elmas yerine çakma bir taklidi en nadide bir sanat eseri gibi boyunlarında taşıyan ve onun kendince hazzını yaşayan nice insanlar/ zavallılar vardır.
Marifet odur ki gerçek elması elde etmek ve onun hayatımıza ruh verecek değerini bilmektir.
Şu halde Kur’an, tek başına bizi etkilemiyor.
Etkileşim için önce bizim tüm alıcılarımızı harekete geçirmemiz ve ona  eşsiz bir değer atfetmemiz gerekiyor.
İşte o zaman bu hidayet, en nadide bir tohumun en verimli bir toprağa düşmesi ve ilahi rahmetle buluşması sonucunda  filizlenmesi ve  çok geçmeden de meyve veren bir “şecere-i tayyibe”ye yani kökü sabit, dalları göğe ağmış ve her an yemiş veren görkemli bir ağaca dönüşmesi gibi, etkisini ortaya koyacaktır.
Bu etki sonucu  sağlam bir inanç yapısı, dürüst ve istikamet sahibi örnek bir yaşantı ve risaletin nihaî amacı erdemler ortaya çıkacaktır.
Şu halde bakmak, ama görmek için bakmak lazımdır.
Kulağımızı da dinlemek ve anlamak için kullanmak lazımdır.
Gördük, etkilendik. Kulak verdik, dinledik ve anladık.  Bundan sonrası artık sanki daha kolay gibi. Sizi bir şekilde etkileyen bir mana gözünüzden, kulağınızdan geçip kalbinize ulaştıysa, toprak ve su ile buluşan tohumu orada öyle tutamadığınız gibi, o manayı da kalbinizde tutamazsınız. İlla ki oradan filizlenir ve  onlarca sürgün şeklinde dışa vurur ve her biri bir erdem olur meyve verir.
Bu sürgünlerin en âlâsı içinizdeki inancı dil ile de dışa vurmak ve âleme haykırmaktır, en alt mertebesi de yolda giderken gördüğünüz insanları rahatsız edici bir nesneyi oradan ırak etmektir.
Dua ile!
28.01.2014
GARİBCE



[1] قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُولَئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ [فصلت : 44]

27 Ocak 2014 Pazartesi

Ehl-i takva mı ehl-i takke mi?


Nuri Baba “Ehl-i takva görmedim ama ehl-i takke çok gördüm” diyor.
Kendine has üslubuyla anlatıyor: “İslam’ı merkep yaptınız üzerine bindiniz, dehlediniz tiki tak tiki tak hedefinize vardınız. Bir de öyle bıraksaydınız ya. Üstelik onu bir de uçuruma yuvarladınız. İslam kiminize elbise oldu, kiminize takke oldu… Her biriniz bir ucundan tuttunuz, işinize geldiği gibi onu sündürdünüz.”
Vaktiyle öğrenciler okul binasının önünde top oynuyorlar. Hoca diyor ki “Burası uygun değil, bak okulun camlarını kırarsınız!”. Aldırmıyorlar ve koca cam şangır şungur iniyor. “Bu yaptığız İslam’a sığar mı?” diyor hoca.
“Hoca!” diyorlar “Bu işe İslam’ı karıştırma!”
“İşinize gelince İslam’ı merkep yapıyor üstüne biniyorsunuz, işinize gelmeyince ‘Hoca İslam’ı bu işe karıştırma!’ diyorsunuz”, diyor.
“Kimin eşeğine biniyorsanız onun türküsünü çağırırsınız” deyişiyle gidişata göndermelerde bulunuyor.
"Neler geldi neler geçti felekten. Un elerken deve geçti elekten" deyişiyle güngörmüşlüğüne gönderme yapıyor ve gördüğü bunca olumsuzluklara hayıflanıyor.
Şeytan olsa bu kadarı onun aklına gelmez diyor.
Sonra Şemsi Belli’ye atıfta bulunuyor:
O şu mealde bir şey demiş.
Ben bir şeytanım, elimden ancak bu kadar gelir. Bundan daha iyisini Ademoğlu bilir!
Ve mine’l-cinneti ve’n-nâs!
Sığınırız insandan ve cinden olan şeytanın şerrinden…
Dua ile!
27.01.2014

GARİBCE

26 Ocak 2014 Pazar

Miras Paylaşımında Avliye Uygulaması Ve Adalet İlkesi.


Bilindiği gibi Kur’an, miras hükümlerini en ayrıntılı biçimde düzenler.
Evvel emirde ölünün arkasında bıraktığı mal varlığına (terike) taalluk eden haklar şöyle sıralanır:
1. Ortalama bir harcama ile tekfin ve techiz (cenaze) masrafları.
2. Tüm borçların ödenmesi.
3. Arta kalan malın üçte birinden fazla olmamak kaydı ile vasiyetin yerine getirilmesi.
4.Kalan malın mirasçılar arasında paylaştırılması.
Mirasın paylaştırılmasına da önce ashabu’l-ferrâiz denilen ve bizzat Kur’an’da payları Allah tarafından belirlenmiş olan kimselerden başlanır. Bunlardan arta kalanı Asabe denilen kimseler alır. Bunlar ölünün araya kadın girmeksizin olan erkek yakınlarıdır ve  sırasıyla ölünün oğulları (yoksa oğlunun oğulları), Babası (yoksa babasının babası), erkek kardeşleri ve amcaları şeklindedir (Bünüvvet, Übüvvet, Uhuvvet ve Umûmet).
Bazı istisnai durumlarda ashab-ı ferâiz dediğimiz kimselerin payları Kur’an’da belirlendiği şekliyle verilmesi halinde bunlardan bir kısmına hiç pay kalmadığı ya da payının oldukça azaldığı örneklerine rastlanılabilmektedir. Bu kabilden örnekler Hz. Peygamber zamanında görülmemiş, ilk kez Hz. Ömer’in hilafeti zamanında böylesi durumlarla karşılaşılmıştır.
Bu ilk yüzleşmede genelde kabul edilen tavrın adalet ilkesiyle yakın bir ilişkisi olduğu görülmektedir. Şöyle ki:  
Mesela ölen bir adamın anası ile babası, karısı ve iki veya daha fazla kız çocuğu varsa, kızlar 2/3 (16/24), baba 1/6 (4/24), ana 1/6 (4/24), zevce 1/8 (3/24) hisseye hak kazanmış olurlar. Bunların toplamı da 27/24 eder.
Oysa ortak payda görüldüğü gibi yirmi dörttür. Pay ederken mesela kızlardan başlasak ve paylarını tam olarak versek, sonra aynı şekilde baba ve annenin paylarını versek en sona kalan zevceye hiçbir şey kalmayacaktır. Oysa Allah bizzat onun için de sekizde birin verilmesini emretmektedir. Bu durum yani herkese hakkını tam verirken aynı konumda olan içlerinden birinin mahrum bırakılması ya da payının eksik verilmesi bir haksızlık olmaktadır.
Bu haksızlığı gidermenin en âdilane yolu da avl’i bir esas olarak kabul etmek ve miras paylarını herkesin alacağı oranda azaltmış olmaktır. Bunun da pratik yolu payların toplamını ortak payda kılmaktır. Toplam 27 pay vardı, paydayı da 24 yerine 27 yapmak (27/27). Böylece zevce de dahil olmak üzere herkes mirastan  pay almış olacak ancak payları oransal olarak eşit biçimde bir miktar azalmış olacaktır.
Bu da adaletin ta kendisidir.
Dua ile!
26.01.2014

GARİBCE

25 Ocak 2014 Cumartesi

Bir dost ziyaretinin bereketi!



Bugün cumartesiydi. Hava kış havasına hiç benzemiyordu. Hanım günlerdir yenidoğan torunun yanındaydı ve ben de yemek saatlerinde onlarda oluyordum. Bugün kahvaltıdan sonra döndüğüm evimizde bir süredir  baş başa kaldığım yapayalnızlığın şöyle bir tadını çıkarayım dedim kendi kendime. O, “-Yoo, öyle ben o kadar da tadı çıkarılacak bir şey değilim…” der gibiydi.
Şunu yaparım, bunu yaparım dedim. Baktım hiçbirini yapabilecek halde değilim. Yorgun muyum, durgun muyum, dargın mıyım… üstelik onu da bilmiyorum.
İsa Bey aklıma düştü. Hani Ümraniye çarşıdaki ayakkabıcı bizim İsa bey. İzmir İlahiyat mezunu eski ve aslında çok başarılı bir öğretmen. Her ne ise ayrılmış ve ayakkabıcılığa vurmuş. Tanıdım tanıyalı dükkanı hep aynı. Her sorduğum da çok şükür der ve “Eşeğin kuyruğu gibi, bizim iş ne uzar ne de kısalır!” diye de ekler. Kendisi benden biri iki yaş büyük ve ruhumun kendisine kaynadığı bir dost.
Dedim ona gideyim, hem biraz yürümüş de olurum, nasıl olsa onun kahvesi de var, kahvemizi de onunla birlikte içmiş oluruz, sohbet ederiz, belki dertleşiriz de.
O niyetle çıktım, ana yola çıkınca elimi cebime attım, üzerimde cüzdanım yoktu. Ev giysisi ile çıkmıştım, rahat oluyor diye. Geri gelip, yukarı çıkıp cüzdanımı almak kolayıma gelmedi, zaten zar zor çıkmıştım evden. Ceplerimi yokladım, tek bir kuruş bile yoktu. Kimliksiz çıkmak olmazdı. Sonra baktım Ruhsat üzerimdeydi. En azından orada ismim yazılı idi. Hem ben yaşta birinden bir olaya karışmazsam kimlik soran da pek olmazdı.
Neyse yola çıktım. Hava bahar havası gibiydi. Arabalar her taraftaydı ve kaldırımlarda bile yolu kesecek şekilde doluydu. İki arabanın arasından birisinin aynasını kapatarak ancak geçebildim. Bunların kul hakkı olabileceğini düşündüm. Kaldırımlardaki arabalara sebep araç yoluna inmek zorunda kalan ve bu yüzden arabaların çarpmasına maruz kalan masum ve mağdur insanları hatırladım.
Trafik probleminin en büyük sebebi yerinde ve uygun biçimde yapılmayan park edilmiş arabalar olduğunu düşündüm.
Ümraniye eski Belediyesinin önünden epey bir zamandır geçmemiştim. Şimdi orada Metro çalışması var ancak yayalara geçit veren dehlizlerden geçerek ana caddeye ulaştım.
Yolda silah satan bir dükkanın vitrinini seyrettim. Envayi çeşit çakı bıçakları vardı. Benim dikkatimi çeken onlardı. Ben minik bir şey arıyordum ama oradakiler hep silah türü şeylerdi.
Gerçi param da yoktu. Sonra kendi kendime şimdi ben şu koca şehirde acıksam bir ekmek alacak kredim yok diye hayıflandım.
Ana caddeye çıktığımda ilk dikkatimi çeken manzara sekiz dokuz yaşında bir çocuğun ıslak beton zemine oturmuş ve pasaportunu da açarak dilenmekte olması idi. Belli ki Suriyeli idi. Sahte olmadığını kanıtlamak için pasaportunu da önüne açmıştı. Yüreğim cız etti. Önüne atılmış beş altı tane bir liralık vardı. Kim bilir belki de koca bir aileye bunlar akşama aş olacaktı. Dilencilere para vermek pek adetim değildir ama bu kez cebimde hiç para olmadığına üzüldüm.
Cadde boyu yürümeye devam ettim. Çok kalabalıktı ve herkes apayrı bir âlemde idi. “İşte tam da bu yüzden hiç kimsenin şiiri bir başkasını anlatmıyor ve tam da işte bu yüzden herkes aynı cehennemde ayrı ayrı yanıyor” sözünü hatırladım. Ben bu kalabalıkta yapayalnızdım ve eminim ki ben çoğundan da belki iyi haldeydim.
Biraz ilerledim ve bu kez en az beş altı kişilik bir ailenin ıslak beton zeminde oturup insanların ellerine bakmakta olduklarını gördüm. Belli ki onlar da Suriyeli idiler ve belli ki dilenmek durumundaydılar.
Biraz ilerledim bir küçük kalabalık vardı bende boynumu uzattım, baktım bir firma yeni icat ettikleri Türk kahvesi pişirme makinesinin tanıtımını yapıyorlar ve sıradakilere o makine ile yaptıkları Türk kahvesi ikram ediyorlar. Dedim bu sıra bana uyar, çok da beklemedim, hem de bol köpüklü mis gibi bir Türk kahvesi ikramına nail oldum, kendi kendime güldüm ve aldığım kağıt bardaktaki kahvemle İsa beyimizin yanına vardım. Öğle azığını yiyordu. Hasretle kucaklaştık. Ben kahvemi içtim o da yemeğini tamamladı.
Arkasından uzun bir süre sohbet ettik. Kâh güldük, kâh duygulandık. Garibce’yi sordu, neden epey bir zamandır yazmıyor dedi. “Bilmem!” dedim. “Belki vakti yoktur, belki kulağına kar suyu kaçmıştır” diye ekledim.
Kendisine sorulan feraiz ile ilgili bir problemi yeniden çözdük.
İkindi namazına yanı başındaki camiye gittim. Hem müezzinlik hem de imamlık yapan doğrusu hoşuma gitmedi. Merkezi bir camide her ikisini de itici buldum.
Cami kapısında gene eski yerliler yanında dilenmekte olan Suriyeli çaresiz insanları gördüm. Bu insanlar kendi ülkelerinde kim bilir nasıl şerefli ve itibarlı insanlardı. Ve çaresizlik onları ne hallere düşürmüştü. Allahın belası bir iktidar mücadelesi uğruna bu insanlar ne kadar büyük bir çileye mahkum ediliyorlardı ve ne kadar büyük zulümler altında inlemeye bırakılıyorlardı.
Namaz sonrası da uzun uzadıya konuştuk. Ona artık galiba biz yaşlılar grubuna dahil oluyoruz dedim. O “Yok, daha şurada sadece altı tane on yıl tükettik!” dedi.
Yeni yüzüme sebep gelirken yolda ekstra selamlar aldığımı söyledim.
Eski hocalarımızı andık.
İsa hocayla çok şey konuştuk.
Ve İsa bey yıllarca  yaşamakta olduğum bir şehirde esnaf içinde benim tanıdığım, bir dost olarak yanına varabildiğim ve makamına kurulduğum tek kişi.
Sanal dostluklar yüzünden her gün birlikte olduğumuz insanların hallerinden gafletimizi ayıpladık.
İsa beyle çok şeyler paylaştık.
İsa beylere çok ihtiyacımız var.
Dostluklar eskidikçe daha bir değerli oluyor. Onu bir kere daha anladık.
Dua ile.
25.01.2014

GARİBCE


23 Ocak 2014 Perşembe

Hocalık hem liyakat hem emanet olmalıymış!


Eski müdürlerimizden Nuri Baba’nın çayı çok güzel. Ama sohbeti çok daha lezzetli. Bizim Anadolu ağzıyla anlatıyor. Bugün hocalıktan söz ediyorlardı.
Hocalık hem liyakat hem emanet olmalıydı.
Falan kişi YÖK üyesi olmuş dediler. Vah vah dedi ve ona da onu oraya getirenlere de rahmet okudu.
Eski hocalardan örnekler anlatıyordu.
Kendisine Cemal Cebeci anlatmış. Nevzat Ayasbeyoğlu -ki kendisi İbn Rüşd'ün Felsefesi diye bir kitap yazmış ve gene ondan tercümeleri varmış- ile ilgili imiş. Bu değerli  zata adamın biri gelmiş, notu zayıf olan ve bu yüzden okuldan atılması gereken ya da öylesi zor bir durumdan söz ederek geçim sıkıntısı çektiklerinden vb. bahisle oğlunun notunun düzeltilmesini istemiş.
Hoca demiş ki: “Evladım not benim değil, bu konuda benim elimden  bir şey gelmez. Lakin bak şu babamdan kalan köstekli saat var ya epey bir değerlidir. Bunu sana vereyim, sen onu sat ve durumuna bir katkısı olsun. Benim yapabileceğim ancak budur!” demiş.
Yani o ki öğrencinin notunu namus bilirlermiş.
Ord. Prof. Dr.  Ebu’l-Ûlâ Mardin’den bir örnek anlattı.
Hoca imtihan yapıyormuş. Öğrencinin biri hocanın taklidini yaparak cevap veriyormuş. Hoca sekreteri çağırtıp bu durumun zapta geçilmesini istemiş.
Sonunda notlar ilan edilince o öğrenci bakmış tam not almış. Hemen hocanın yanına gidip “Hocam! Ben bu dersten kalacağımı sanıyordum, tam not vermişsiniz!” demiş.
Hoca: “Evladım ben seni bilgiden imtihan ettim, eğer edepten etseydim dediğin doğruydu.” demiş.
Yani o ki kendisine bir tür hakaret eden bir öğrenciye bile neyi hak etmişse verebilme hocalığın şanından olmalı imiş.
Dua ile!
23.01.2014

GARİBCE

11 Ocak 2014 Cumartesi

İnsanlık Dünyasına Hoş Geldin Ey Kutlu Nebi!



İnsanlık rahminde doğum sancıları başlamıştı ve sana halvet sevdirilmişti. Hatice’ne veda eder ve Hıra’ya çekilirdin. Günler günleri, geceler geceleri kovalardı. Azığın bitince döner ve Hatice’n seni gene uğurlardı. “Neden bizi kendi halimize bırakıp gidersin” demezdi.
Doğum anı gelmişti ve gök kapılarını sana açmıştı.
İkra emri ile yüzleşmiştin. Rabbin adına insanları Hakk’a okumak ile görevlendirilmiştin.
Hatice’ne geldin. “Beni örtün!” dedin.
O sevgisiyle, şefkatiyle bürüdüğü gibi seni örttü ve teskin etti. Olup bitenlerden kaygılıydın. O, “Allah seni asla darda bırakmaz. Çünkü sen  akrabalık haklarını gözetir, sılayı rahimde bulunursun, kimsesizin sığınağısın, yoksulun yanındasın, misafir ağırlarsın, darda kalanların imdadına koşarsın…”  dedi ve bir bir meziyetlerini saydı.
Böylesi kutlu bir insanı Rab sahipsiz bırakmazdı ve terk etmezdi.
Seni Amcasının oğlu Varaka’ya götürdü.
O seni dinledi ve senin bu ümmetin peygamberi olduğunun müjdesini verdi. Tabi aynı zamanda karşılaşacağın sıkıntıların da habercisiydi bu.
Seni yüreklendiren ve görevlendiren her buyrukla birlikte görevinin ağırlığı arttı ve yerine getirmek uğruna her şeyini feda ettin. Hatice’n hep yanındaydı. O kadar yanındaydı ki o öldükten sonra dahi hiçbir zaman ona karşı duyduğun vefa ve minnet duygusunu unutmadın ve Ayşe’n gibi eşsiz biri bile ömrü billah hep onu kıskandı senden.
Müslüman olması için nice kereler Allah’a yalvardığın ama bir türlü nasibdar olmayan amcan Ebu Talib de bu yolda sana çok müzahir oldu. Ehl-i Beyt’inden olan Ali de onun sana bir armağanı idi.
Her bir müslümanın bu uğurda ortaya koyduğu bir çilesi vardı. Kimi canıyla, kimi malıyla, kimi sevdiği yurdunu terk suretiyle bu yola baş koyduklarını ispat etmişlerdi.
Ne arayışlara girdin ya Rasulallah!
Sonunda katline ferman çıkmıştı Kureyş’in elinden. İşte böyle bir can pazarında sana açılan bir kucak olan Yesrib’e bütün inanlarını gönderdin ve arkalarından da sen gittin.
Onlar beklemedelerdi seni, üzerlerine bir dolunay gibi doğdun Veda tepelerinden.
İlk işin tüm inanların için mihver olacak mescidin inşası idi.
Davrandın ve 186 haneyi tek bir hamlede Medineli hane sahipleriyle kardeş yaptın,  hiçbir şeyi olmayan, her şeylerini arkada Kureyş’e terk ederek canlarını kurtarma pahasına avuçlarında kor ateş gibi taşıdıkları dinlerini söndürmemek için sığındıkları bu yeni yurtlarında onları çaresizlikten ve kimsesizlikten kurtardın. Onlar da öyle büyüklerdi ki kendiler fakr u zaruret içinde olsalar bile kardeşlerini kendi özlerine tercihi üzerlerine konmuş bir talih kuşu bilirlerdi. Hem evlerini, hem aşlarını paylaştılar. Böylesi kadirşinas insanlara Allah Ensar adını koydu ve kitabında Muhacirinden sonra kıyamete kadar saygı ile anılacak bir mevkiye onları yerleştirdi.
İmdi bir muhacirinimiz vardı ve bir de onları bağırlarına basan ensarımız. Ve biz de oların izlerinden gelenler olarak Yüce Rabbimizin rahmetinden ümitvarız.
Seni bu yeni yurdunda da kendi haline bırakmadılar. Sen önce barış dedin, herkesi etrafında toplamaya çalıştın. Lakin Kureyş’in azıtmaları sonucu kimi münafık oldu, seni hızlana sürüklemek istedi, kimisi hıyanet edip seni arkandan vurmayı diledi.
Hele Kureyş müşrikleri vardı ya sizi kovmaları yetmezmiş gibi birde sizden geride kalan her ne varsa onları satıp parasıyla sizin üstünüze yürüyecek ve sizi tümden yok edecek bir ordu kurmak üzere bir kervan oluşturmuşlardı. Sen bunların dönüşünü gözettin ve vurmak istedin lakin  ilahi yazgı seni kervanla değil, üzerinize gelen azgın müşrik ordusuyla karşılaşmanızı çoktan yazmıştı bile.
Bir avuç kendini Allah’a adamış müminlerinle kendilerinden üç kat daha fazla bir orduyu o gün dize getirdiniz ve ne kadar küfrün elebaşısı varsa hepsini Bedir’in kör kuyularına doldurdunuz.
Bundan sonra savaş talii saatin sarkacı gibiydi, bir kazandın bir kaybettin. Ama Allah sonunda sana öyle bir fetih nasip etti ki artık bir devir kapanmış, yeni bir devir başlamıştı. Artık hicret yoktu, Hak yolda, hakikat uğruna baş koymak ve bir de İslamlığın gereğini yaşamak ve yaşatmak vardı.
Ve final muhteşemdi. Veda haccında 120 bin sahabene ilan ettiğin ilkeleri bugün bile hala insanlık ufkumuza konulan en yüce değerler görüyoruz.  O gün senin kutlu ayakların altına aldığın insanlık ayıbı davranışlardan hâlâ kurtulamamış olmaktan utanç duyuyoruz. Senin o sağıltıcı soluğuna bugün de en az o günkü gibi öylesine muhtacız ki!
Ya Rasûlallah! Sen, bir peygamberdin ve ümmetine şahit tutuldun. O demde sen ümmetinden hazır olanların gaib olanlara şahit olmalarını istiyordun. Ve bu görev halka halka ta bize kadar gelmiş bulunuyor. Biliyoruz ki şu anda biz şahidiz ve senin emanetini elimizden geldiğince eksiksiz olarak ulaştırmayı varlık amacımız olarak görüyoruz. Lakin kusurumuz çoktur, liyakatimiz yoktur. Bunu da biliyoruz.
Sen, devlet istememiştin ama devlet kendi gelmişti.
Arkandan nice halifelerin geldi. İkilinin ikincisi ve üçlünün üçüncüsü. Yollarını yolun saydığın Râşid halifelerin…
Bize gelince en büyük devlet sana ümmet olmak ve bunun nasıl bir şeref olduğunu idrak etmekti.
Senin bu hayata veda ederken son sözün “İla’r-Rafîki’l-a’lâ” demekti.
Bize de senin civarın olsun ya Rasûlallah!

11.01.2014

GARİBCE

6 Ocak 2014 Pazartesi

Seslensem duyar mısın annem!



  • Yokluğun içimi doldurdu tıkandım annem!
  • Bak saçlarım ağardı.
  • Torunlarım var beni arkalarını verdikleri bir dağ gibi görüyorlar belki.
  • Ama annem ben sana koşmak ve açılan kolların arasında kucağına atılmak ve hıçkırıkarla içimi boşaltmak istiyorum. 
  • Ve sonra başımı dizlerine koyup gözlerinde hasret kaldığım sevgiye doymak istiyorum. 
  • Saçlarımın arasında gezinen ellerinle günahkar perçemimden tutup özünü tuttuğun Hakka beni de götürmeni istiyorum. 
  • Annem seni çok özlüyorum.
  • Üzerimi ört annem üşüyorum!

  • 06.01.2014
  • GARİBCE

3 Ocak 2014 Cuma

Ben Ömer’i çok mu çok seviyorum!


Ey Koca Ömer!
Bağışla sana ön adınla seslendiğim için. Seni özüme o kadar yakın hissediyorum ki. Senin  o koca haşmetin sevgi ve şefkatle  bu abd-i acizi kucaklayan bir hale dönüyor da ben de naz makamında sana adınla sesleniyorum.
Seviyorum seni çünkü sen Allah’ın bu ümmete olan en büyük lütuflarından birisin. Belki ikinin ikincisi değilsin, ama kesinlikle üçün üçüncüsüsün.
Senin bu değerini Ayşe Annemize sormalı. Sevgili eşi ve de can peygamberi ve aziz babacığının yanında bir tek kişiye daha yer kalmıştı, hücre-i saadetinde. Ve o, o yeri kendisi için düşünmekteydi. Ama isteri Ömer olunca nasıl karşı çıkabilirdi ki. Çünkü bilmez miydi onun üçün üçüncüsü olduğunu. Yer ne ki canı feda olsundu.
Hz. Ali cenazesinde teslim etmişti, onun üçün üçüncüsü olduğunu. Hz. Peygamber’i ne zaman duysam hep “Ben, Ebu Bekir ve Ömer birlikte gittik”, “Ben, Ebu Bekir ve Ömer birlikte girdik”, “Ben, Ebu Bekir ve Ömer birlikte çıktık” derdi. Belli ki bu üçlü her dem birlikte idiler. Böylesi bir birlikteliğe can feda olmaz mı? Böyle bir üçlü sevilmez mi: Ve üçün üçüncüsü olarak böylesi bir Ömer’in yoluna baş konulmaz mı?
Seni seviyorum ey koca Ömer! Çünkü sen sadece İslamlık değil tüm insanlık ufkunda adaletin temsilcisi oldun. Senin adlinle namın birlikte yürüdü. Koskoca iklimde adlinle hükmettin, sulhu selameti garanti ettin ve bu huzur ikliminde koskoca halife olarak nerde bir ağaç bulsan dibinde  yatar uyurdun, ne koruma duvarların vardı ne de maiyet birliklerin. Akına en ufak bir güvenlik kaygısı gelmezdi.
Altında toprak döşeğindi üstünde gök kubbe yorganın.
Bu halini gören  yabancı elçiler şaşırırlar ve :
“Yönettin, adaleti tesis ettin, emniyet duydun şimdi de böyle tadını çıkarırsın uykunun” diye gıptalarını dile getirirlerdi.
Seni seviyorum ey Ömer. Çünkü senin hiçbir yöneticiye nasip olmayan bir mehabetin, saygın ve ağırlığın vardı. Hz. Ali, bu özelliğini ifade için “Le dirretü Ömer ehyeb min seyfiküm = Ömer’in kamçısı, sizin kılıçlarınızdan çok daha etkiliydi” diyordu. Onun kamçısını göstermesi, insanların hizaya gelmesi için yetiyordu. Kılıca gerek yoktu. Ondan çekiniyorlardı, fakat sevgileri daha baskın geliyordu. İnsanlığın gönlünde taht kurmuştu.
Buharî, Fezâil babında İkinin ikincisinden hemen sonra sana yer vermiş. Tüm ümmetin kabulü gibi, seni hak ettiğin yere yerleştirmiş.
Sevgili peygamberimizden hakkında varid olan hadisleri sıralamış.
Ey Ömer, seviyorum seni. Çünkü sen herkeste aynı anda bir arada bulunamayacak meziyetlere sahiptin.
İnsanlar, sevgili peygamberimize uykusunda arz edilmişti. “Kiminin gömleği göğsünü ancak örtüyordu, kimininkisi daha kısa. Ömer’i gördüm, üzerindeki gömleğin ucu yerde sürünüyordu.” Diyordu.
“Neye yordunuz Ya Rasulallah!” dediklerinde cevaben sevgili peygamberimiz “Din” buyurmuştu.
Evet, onun öyle bir dini ve din anlayışı vardı ki, İslam’ın ufkunda Peygamberimizin ardında tüm insanlığa ışık saçmıştı.
Başka bir rüyasında Hz. Peygamber efendimize bir bardak süt ikram edilmişti. “İçtim, öylesine kandım ki sanki ta ayaklarımın uçlarından çıktı. Arta kalanını Ömer’e verdim” buyurdu.
“Neye yordun?” dediler.
“İlme!” buyurdu.
Sonra gene  bir defasında rüyasında bir kova ile su çekiyordu. Arkasından  Hz. Ebu Bekir çekmişti. Ama bir iki kova ancak çekebilmişti. Onun arkasındanda Ömer devreye girmişti. Çekmişti de çekmişti. “Onun gibi bir dehayı görmedim!” diyordu, Allah sevgilisi.
Bütün bunlar da gösteriyor ki o İslam’a özel olarak hazırlanmış ilahî bir lütfun Ömer diye görünmesiydi.
Dini ile, ilmi ile ve siyasî dehasıyla İslam’ı belli bir kavme mahsus olmaktan çıkarıp, başlatılan fetihlerle  çok kısa bir zamanda bütün afakı tutacak şekilde bir medeniyet dini haline getirmeyi o başarmıştı.
Pers ve Roma gibi en köklü medeniyetlerle yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı o başarmıştı.
Bir nüve halindeki İslam’ı iki elin parmaklarından az sayıda bir süre içinde koskoca bir çınara o dönüştürmüştü.
Ah be Ömerim az da çekmedin hani.
İkbal dönemiydi. İnsanları tutmak ne denli zordu. Ama sen başardın.
Gönderdiğin kimi memurların bir servetle dönüyorlardı, affetmedin, hesabını sordun.
Hele bazı toy akıllılar vardı ve güya akıllarınca seni Hz. Peygamber’in uygulamasında sapmakla suçlarlardı. Ama senin diyanetin, ilmin, fıkıh dehan, basiretin, celalet ve celadetin ve de metanetin onların karşı çıkmalarına rağmen seni bir insanlık abidesi olarak insanlık ufkuna taşıdı ve sen halâ şimdi bile oradan tüm insanlığa adalet dağıtıyorsun. Beytülmalın, iyice eskimiş bir deve yularının bile atılmasının hesabının sorulacağını, Dicle’de bir köprüden geçerken bir koyunun ayağının aralığa sıkışıp zarar görmesi halinde onu adli ilahînin gelip senden soracağını hep senden öğrendik.
Evet adaletin ve sorumluluk almanın ne demek olduğunu hep senden öğrendik.
Seni seviyorum ey Ömer.
Seni ümmet olarak seviyoruz ey Ömer.
Koca Ömer.

03.01.2013

GARİBCE

2 Ocak 2014 Perşembe

Bir sabah erkenden güne başlamak!


Bu sabah, dönemin son dersini vermek üzere işte fakültedeyim.
Trafik kaygısı ile saat yediden önce evden ayrıldım. Daha iki saat vardı dersin vaktine.
Kendi kendime “Gözüne çöp mü düştü! Derdin ne sabahın bu saatinde?” dedim.
Sonra yola vurdum kendimi. Bir an evvel huzur köşeme ulaşayım istedim.
Henüz karanlıktı, ortalık aydınlanmamıştı.
Sabah namazının “isfâr” saati. Alaca karanlık.
Aaa bir de baktım sırtlarında çantaları, bir sürü küçücük çocuk, bayıra doğru dizilmişler, kendilerini yola vurmuşlar, okula gidiyorlar. Kiminin yanında ebeveyni, kimi birlik olmuş, kimi yalnız.
“Allah! Allah!” dedim. Biz kendimizi sözde erkenci sayıyorduk, bu körpe yavrular  bak çoktan yola koyulmuşlar bile.
Sonra yolda  güzargah boyu otobüs durakları bekleyen insanlarla dolu dolu idi.
Kısıklıya geldiğimde bu saatte köprü yolu tenhadır diye o istikamete yöneldim.  Orada çoktan bildik köprü trafik manzarası başlamıştı. Geri de çıkamadım. Biran evvel varmak için çıkmıştım, ama belli ki insanın nasibi şartların elverdiği kadardı.
Hayat zor mu ne!
Bir koşuşturmacadır gidiyor.
Sıcacık yataklarımızda kurduğumuz uçuk hayaller bizi mutluluk cennetlerine götürmüyor.
Mutluluk için başarmak, önümüzdeki engelleri aşmak gerekiyor.
Bunun için de o engellerden çok daha güçlü bir azim ve irade gerekiyor.
“Dağ yüksekmiş, umurumda mı? Yol onun üzerinden aşar gider” diyecek çelik iradeler gerekiyor.
Gayret gerekiyor.
Rahmet için zahmet gerekiyor.
Ve ne kadar zahmet o kadar rahmet deniyor.
Rahmetiniz bol olsun efendim!
Dünya hayatıdır, yalancıdır, aldırma, boş ver diyemeyiz.
Bizim gerçekliğimiz kadar, bu hayat da gerçektir.
Hayat olduğu için biz varız.
Ve bu hayat nihayetinde bizim hayatımız.
Şekavet de saadet de işte bu hayata bağlıdır.
Size saadetler dilerim.
02.01.2014
GARİBCE


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...