Peygamber
olma yaşı geçti gitti. Bişey olamadık. Peygamber ölme yaşına yaklaştık, hâlâ bişey
yok.
Şeyhi
olmayanın şeyhi şeytan diyorlar. Bulamadık. Bari bir yaşam koçu bulalım dedik.
Ha bu arada koç dediysek öyle boynuzlu kurbanlık koç anlamında değil, bu koç
başka koç. Dilimizi eşşek arısı soksun. Anamızın
ak sütü gibi güzel Türkçemiz neremize yetmezdi? Ya koç olacak ya guru…
Anlattıklarına
bakıp da şaka ile karışık “galiba sonunda ben de buldum şeyhim olur musun” diye
irademi ortaya koyduğum (böylece mürîd olacaktım çünkü mürîd iradesini ortaya
koyan delmek oluyor) bir koç mu desem,
guru mu yoksa âşık mı, belki bu sonuncusu daha iyi bana dedi ki: “Ben
sessizliği dinlerim, sen de dinle!”
Yanlış
anlaşılmasın, bunu beni irşad için demiyor, kendi tecrübesini benimle paylaşmış
olmak için söylüyordu.
Kendi
şeyhliğini kabul etmese de ben “mürid” olarak emir telakki ettim ve bu gece
yatağımdan kalktım el ayak kesilmiş, her tarafı sessizlik bürümüştür, şimdi tam
zamanıdır dedim ve kendimce yapılması gereken mukaddimeleri ifadan sonra
oturdum ve yumdum gözümü başladım dinlemeye:
Önce
şöyle boğazımı bir temizledim. Ki üzgünüm ama bunu ben hep yaparım. Sonra
sessizliğe gömüldüm. Dinledim dinledim, gene dinledim.
Sessizliği
görsem tanır mıydım, davışını hisseder miydim, duysam dilini anlar mıydım, doğrusu
hiç bilmiyordum. Ama nasıl mürid şeyhe “gassal
elinde meyyit gibi olmak” lazımsa benim de öyle olmam lazım dedim. Ve başladım
dinlemeye.
Dinledim,
dinledim. Aaa! O da ne? Bir ses geliyordu derinden derinden. İyice bir kulak
kesildim. Yahu bu ses tanıdık. Bu belli ki motor sesi. Buz dolabı devreye
girmiş meğer. Bir süre motor sesi eşliğinde dinlememi sürdürdüm.
Dışarıdan
hiçbir ses gelmiyordu, çünkü yalıtım iyi sayılırdı. Gözlerim yumulu
dinliyordum. Acaba ne duyacaktım. Bir süre sonra gene bir glo glo glo bir ses.
Ihı acep geliyorlar mı? dedim. Yok yahu galiba komşulardan biri sifonu çekti ne
bileyim ben. En nihayetinde uyduruktan bir apartmanda yaşıyoruz. Duyduğum her
sesi anlatacak olsam perdeyi de yıkmış oluruz. Neme lazım. Oğlum sen de neden
her sesi duyarsın? Niçin algıda seçici olmazsın? Tövbe! Tövbe!
Neyse.
Gene sükûnetimiz bozuldu. Ama yılmak yok. Âşıklar yalan söylemez. İlla ki bir
şey olmalı. Gene derin bir sessizliğe gömüldüm. Bir süre sonra gök gürültüsünü
andıran bir gurultu bastırdı ortalığı. Dedim yahu bu benim karnım, belli ki
gene tutturdu, gurulduyor işte. Hani insanı zaman zaman mahcup eden türden
karın guruldamaları var ya o cinsten. Neredeyse yolumu kesecekti..
Yahu
ben bu badireleri nasıl atlatacağım? Meded şeyhim elimden sen tutmazsan ben bu
yolda bu engelleri nasıl aşarım? Ey sesizlik neredesin, neden bana bir şeyler
söylemiyorsun. Bekletme gel gayrı.
Sonra
bir fikir geldi aklıma dedim ellerimle kulaklarımı tıkarsam belki daha iyi
duyarım: Aaa bu kez başka bir ses hem de ne ses. Bazılarının cennetin sesi
dedikleri bir ses. Meğer benim içimde ne sesler sessizlik ikliminde yaşarmış da
haberim olmazmış.
Belli
ki duymam istenen bu da değildir dedim. Ellerimi kulaklarımdan çektim. Yine
yoğunlaştım. Bu kez başka bir sesti duyduğum… Belli aralıklarla bir kudüm gibi
ritim tutturan bir sesti. Nabzımın atışlarını duyuyordum, acaba her vuruşta
seslendirilen bir nota da var mıydı? Bilemedim. Ne sanattan ne musikiden anlardım.
Kendimi çaresiz hissetim. “Şeyhim sen benim elimden tutmadan ben nasıl ederim!”
dedim.
Sonra
dank etti. Yahu bu yolda bir “el alma” diye bir şey vardı.
Yaptığım
şeyin zamanla bize telkin ettikleri rabıta mı acaba dedim. Yok yahu ne alakası
var. Rabıtada şeyhin resmini alnın iki çatına getirecek ve o surete
odaklanacaksın. Sonra o seni alıp attaaya götürecek.
Rabıta
esnasında yapmaya çalıştığımız ama muziplikten olsa gerek çoğu kez gene
başaramadığımız tezekkürü’l-mevt yani ölümü düşünmek mi dedim. Can köprücük
kemiğine dayanmış, boncuk boncuk terliyorsun, başucundakiler ne yapacaklarını
şaşırmışlar, ayak ayağa dolaşıyor, kimi okuyor kimi yüzüne üfürüyor, kimi ıslak
bezle alnını siliyor, pamukla dudağını ıslatıyor ve sen sonra bir keçe içine
sarılmış itburnu çalısının bir anda çekilişi gibi canını teslim ediyorsun. Çeneni
bağlıyorlar, ayaklarını çatıyorlar, teneşire koyuyorlar, çırılçıplaksın. Buz
gibi teneşirin üstünde kaynar kazanlardan alınan kızgın suyu üstüne döküyorlar,
fazla sıcakmış galiba bak adamın dişleri gözüktü diyorlar, bu kez suyu biraz
ılıştırıyorlar ve vıcık vıcık yıkıyorlar, hayatında hiç binmediğin bir at
üstündesin, omuzlara biniyorsun… Namazını kılıyorlar ve kara toprağa
koyuyorlar. Herkes çekip gidiyor. Tamam diyorsun bu kadarı yeter ben de evime
gideyim. Doğruluyorsun ama kafan, üzerine konulmuş sapıtma ağaçlarına çarpıyor
ve sen yepyeni bir dünyaya
uyanıyorsun. Tam o sırada elinde tokmak gök
gözlü görüntüsü korku için yeten birileri gelmiş belli ki seni siygaya çekecekler:
Men Rabbüke… diye başlıyorlar. Anlamadım diyorsun: Elindeki tokmakla kafana
öyle bir indiriyorlar ki yedi kat yerin dibine indiriyorlar… Sonra ellerindeki
kancayı avurduna takıp geri çıkarıyor….
Dayan
dayanabilirsen.
Ve
düşünce bu minval üzere sürüp gidiyor.
Ben
bunu çok iyi beceremezdim de bizim bir arkadaşımız vardı. O bu esnada bulgur
kazanı gibi kaynardı. Ve ben ona imrenirdim. Hala da imrenirim. Ben onun gibi
öylesine safiyane bir gönle hiç sahip olamadım.
Yok
yahu, benim bu yaptığım ne o ne bu?
Bre
Garibcem! Bu işler mürşidsiz olmaz.
Şeyhim
beni neden kendi halime koyarsın. Neden elimi tutmazsın. (Yahu bu Hz. İsa’nın
son sözüne mi benzedi ne!)
Bu
kısa tecrübe bana gösterdi ki ustasız sanat öğrenilmez.
Hayat
yani yaşamak ise en büyük sanattır.
Öyle
olunca ben bunu sensiz nasıl öğreneceğim ey USTA!
BÜYÜK
USTA!
Dua
ile!
03.12.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder