İbn
Haldun Mukaddime’sinde (Uludağ Çevirisi, Dergah Yayınları, İstanbul, II. Baskı 1991, II, 1088) Kelam ilmi ile
ilgili değerlendirmelerinin sonunda şöyle diyor:
“Velhasıl,
ilm-i kelam diye bilinen bu ilmin çağımızda ilim talipleri için zaruri olmadığı
bilinmelidir. Çünkü mülhidler ve bid’atçılar yok olup gitmişlerdir. Ehl-i
sünnet imamları, onlara karşı tedvin ettikleri ve yazdıkları (eserler) ile bizi
bundan müstağni kılmışlardır…
Cüneyd
(r.a.) uzun uzadıya kelamdan bahseden mütekellimlerden bir taifeye uğramış ve “Bunlar
kimlerdir?” diye sormuş, “Allah’ı hudûsa delalet eden sıfatlardan ve kusur
alâmeti olan hususlardan delillerle tenzih eden bir kavimdir” denilince şöyle
demiş: “Kusurun bulunması imkansız olan bir yerden kusuru reddetmek asıl ayıp
ve kusurdur!”
Lakin
yine de halktan olan biri (ahad-ı nâs) ve ilim talipleri için kelam ilminin
faydası muteber ve geçerli bir faydadır. Zira sünnetin hamili ve bekçisi olan
bir kimsenin, sünnetten alınan akideler üzerine nazari delillerle istidlal
etmeyi bilmemesi hoş bir şey değildir.”
İşte
böyle diyor ünlü İbn Haldun (ö. 808/1406).
Malum
kelam ilminin amacı, naslarla belirlenmiş olan akaidi (dinî inançları), aklî
deliller ile yerleştirmeye çalışmak ve özellikle de bir bilgi kaynağı olarak
vahyi kabul etmeyen inkarcı zümrelere karşı bu inançların savunusunu yapmaktır.
Akaid
ilmi inançları belirler ve delil olarak da nasları kullanır. Mesela Allah
birdir, delilim de “Kul hüvallahu ahad = De ki Allah birdir” ayetidir der.
Kelam
ise Allah’ın varlığı ve birliği inancını aklî deliller üzerinden yerleştirmeye
ve karşı inançlara ve saldırılara karşı
savunmaya çalışır.
İki
Azeri tartışıyorlarmış. Biri inançlı diğeri ateist. İnançlı olan Allah’ın var
ve bir olduğunu söylüyor, delil olarak da
“İşte bak Allah şöyle buyuruyor diye Kul hüvallahu ahad ayetini
okuyormuş. Ateist olan demiş ki: “Ben onun özünü inkâr edirem, sen bana sözünü
delil getirirsen!”
İşte
kelam bu gibi durumlarda hemen devreye giriyor. Aslında hep devrede olması
gerekiyor. Zira ne zaman ve nasıl inançlara karşı saldırılara geçileceği belli
olmaz. Hep teyakkuz halinde olmak gerekir.
İmdi
İbn Haldun’un sözüne bir bakalım. O, “Kelam artık zorunlu değil çünkü
mülhitlere ve bidatçılara karşı verilen savaş, inançlılar lehine sonuçlandı.
Onların bütün itirazları cevaplandırıldı. Bu konuda nice kitaplar yazıldı.
Haliyle bu ilme artık zaruret kalmadı. Ama gene de bilinse iyi olur” anlamında
şeyler söylüyor.
Bu
söz onun zamanı itibariyle doğru olabilir. Buna rağmen dikkat edilirse onun
sözü gerekçeli bir sözdür, şarta talik edilmiştir. Günümüzde artık buna ihtiyaç
yoktur denmektedir.
Oysa
bizim kendi çağımıza gelince, bugün asıl sorun yaygın bir inançsızlık
sorunudur. Ateizm başta olmak üzere pek çok çağdaş akım ve felsefe her yerde
kol gezmekte ve bu dinin içine doğmuş yavrularımızı bile bir gulyabani gibi bizden
çalmaktadır. Bu çocuklarımızın adları bizim koyduğumuz adlardır; Ahmed’dir,
Hasan, Hüseyin’dir, Ali’dir Veli’dir, Özal’dır. Ya da Ayşe’dir, Fatma’dır,
Gülay’dır, Tülay’dır, Hazal’dır…
Belki
ağzından Allah, dilinden bismillah da eksik olmaz. Ama inanmaz. Kültürel olarak
bunları kullanır ve bu anlamda varlığına eyvallah, ama bir inanç olarak onları kabul
etmez.
Niye
etmez, bilinmez.
Bir
saygılı öğretmenimiz geçenlerde dert yanıyordu. Bir öğrencisi ateist olmuş, onu
yeniden kazanabilmek için çırpınıyor, ne yapabileceğini Garibce’ye soruyor, “Siz
hocasınız, illâ ki buna verilecek bir cevabınız vardır” diyordu.
Heyhat
ki ben ona bir reçete sunamıyorum. Kendime bahaneler buluyorum.
Neden
sahip olamıyoruz ve elimizdeki, evimizdeki kuzularımızı kurda kuşa kaptırıyor
ve her yandan kuşatmış olan şeytanın tuzaklarına düşmelerine imkan veriyoruz ya
da seyirci kalıyoruz.
Bunlarla
ilgili “Ne haltları varsa görsünler!” diyebilecek miyiz?
“Herkesin
inanıp inanmama özgürlüğü vardır, dilerse kişi cehenneme de gider ve biz ona
karışamayız, kendi seçimidir!” diyerek bir çırpıda bu mudıl meselenin içinden
çıkabilecek miyiz? Bu ana kuzularından her biri bizzat benim
kendi öz yavrum olabilir ve de öyledir. Hem seninki ile benimki arasında Allah
nazarında ne fark vardır ki?!
Nuh
“Dalgalara kapılan oğlu için “Ya Rabbi diyordu, o benim oğlum! Hani senin de
vaadin vardı.”
Onun
amel-i gayri sâlih olması gerçeği, o raddede bile Nuh’u ona karşı ilgisiz
kılmıyordu. Bir ömür boyu anlatmıştı, bıkmadan usanmadan yıllar boyu halkının
ıslah-ı nefs etmelerinden umudunu kesmemişti.
Bize
ne oluyor?
Neden
bize uzanmış ellere bir tekme de biz vuruyoruz.
Küfür
(inkârcılık) bataklığına düşmüş ve debelenen nice insan, içinde bulunduğu
çaresizliği kim bilir bizlerle nasıl paylaşmak istemişlerdir de biz o can
pazarında hangi sudan bahanelerle kendimizi selamet sahiline çekmişizdir.
Çağın
problemleri yaygın inançsızlık. Özellikle de kurumsal dinlerden ya da dinlerin
geleneksel kurumlaşmış yapılarından kaçış çok dikkat çekici boyutta gözüküyor.
Tarihte
hiç olmadığı kadar bir kentleşme ve göç olgusu yaşanmış. Geleneksel bağlardan
kopan insanlar büyük şehirlerde yalnızlığın kucağına savrulmuş. Bin bir sorun
sarmalı içinde neredeyse hepimiz bunalım sendromları yaşamışız. Kimi içinden
çıkabilmiş, kimi ise kaybolmuş gitmiş.
Allah’ım
bize ne oldu!
Geleneksel
tutamakların yerine yenilerini ikame edemedik. Şehire geldik, köyü de
beraberimizde taşıdık. Şehirde bizim kaybolduğumuz gibi uyum sağlayamayan
değerlerimiz de şaşırdı ve kayboldu gitti.
İbn
Haldun’un çağında mülhidler ve bidatçılar artık cevaplarını almışlar ve varlık
gösteremez olmuşlar.
Ama
gel gör ki bu çağda bir sürü izm dünyamızı hem de küresel ölçekte istila etmiş
durumda. Eski mevcut yapılar üzerinden silindir geçmiş, her şey yamyassı
birbirine benzer hal almış: Her alandaki sorunlar gibi inançlar alanındaki
sorunlar da artık evrensel bir boyut kazanmıştır.
İşte
böylesi bir durumda bizlerin özellikle yeni bir kelam ilmi ile hemen herkese
ulaşabilecek bir dil tutturmak ve gene hemen herkesin anlayabileceği
argümanlarla bu akımlara karşı cevap oluşturmak zorundayız. İbd Haldun’un
şartlı cümle yapısı da bu sonucu gerekli kılıyor.
Tabi
yeni ilmi kelam derken, gerçekten içerik ve işlevsellik açısından yeni olmasını
kastediyorum.
Vaktiyle
Hasan Hanefi’yi Yeni Arayışlar Platformu olarak Fakültemizde ağırlamıştık. O
kelamın yenilenmesinden bahsediyordu ve kelamın en önemli problemlerinin
günümüzde artık fakirlik, açlık, yönetim sisteminin ne olacağı, sömürgecilik,
işgal altındaki toprakların kurtarılışı, küfür, ilhad, materyalizm, Marksizm ve
solculuk, yoksul ülkelerden zengin ülkelere doğru akmaya çalışan göç olgusu,
beyin göçü… gibi sorunların olması gerektiğini vurgulamıştı. Bu konferansın
çözümünü yapıp yayınlamıştık. (bk. İslam Düşüncesinde Yeni Arayışlar I, Yayına
hazırlayan: Doç. Dr. İlyas Çelebi, Rağbet y., İstanbul 1998, s. 309 vd.)
Ne
zaman ki yeni kelamcılarımız imamet, amel-iman, zat-sıfat ilişkisi, Kur’an
mahluk mu değil mi, Rüyetullah meselesi gibi konularla ilgilendikleri kadar sözü
edilen ve çağın inanç dünyasında ayrık otu gibi kök salan problemleriyle de ilgilenirlerse gerçekten o
zaman bu ilmi yenilemiş olurlar.
Ve
Garibce nazarında böyle bir yenilenmeye çok ihtiyaç vardır.
Başarı
dileklerimle!
02.12.2013
GARİBCE
herdogan38@.
YanıtlaSil80'li yıllarda Din Bilgisi Ve Ahlak Dersi'ne girdiğim bir öğrenci, ailevi münasebet sonucu oluşan samimi ortamda 'Hocam ben Allah'a inanmak istiyorum, bana Allah'ı anlat' demişti de şaşırmış kalmıştım nereden başlayacağıma...
Dolaysıyla Kelam ilminin kullanacağı bir dil olmalıdır günümüzde...
Ufuk açanlara selam olsun..
İnşaallah bunları gerçekleştiren Kelamcılarımız olur....
YanıtlaSilPek Yakında yeni neslin büyük kelamciları allah in izniyle insanligi fethe cikacak
YanıtlaSilHalka tasavvuf kanalından ulaşılmalı;
YanıtlaSildaha yüksek, çetrefil meseleler kelam’a bırakılmalı