6 Aralık 2013 Cuma

-Güncel dini sorunlar da olur muymuş?


 -Güncel dini sorunlar da olur muymuş?
-Olma mııı?
-Din sabit, her zaman ve mekanda aynı ise, o zaman sorun nereden çıkıyor?
-Sorun tabii ki bizden, bizim algılarımızdan, bizim bakış açımızdan, dine sırtımızı ya da yönümüzü dönüşümüzden çıkıyor.
Ayriyeten dinî olanı anlamadan çıkıyor, yorumlamadan çıkıyor ve de uygulamadan çıkıyor.
Dinin hayatiyeti zorunlu. Bu onu hayatın içinde tutmak demek. On beş asır öncesine ait bir dini yapılanmayı tahnit (mumyalama) ile müzede tutuyorsanız, bu dinin hayatiyetinden bahsedemezsiniz. Böyle bir dinin size verebileceği şey sadece turistik kazanımlar olabilir.
Hayatında hiç oruç tutmayan ama oruçla ilgili hayranlık uyandıracak yorumlar yapan insanlar işitirsiniz.
Keza namaz ile de ilgili… Zekat konusunda öyle güzel edebiyat yaparlar ki ağzınız açık kalır.
İyi de ben ne yapayım bu türden edebiyatları. Bana din adına orucun, namazın, zekatın, haccın verebileceği bir şey var mı, yok mu? Sen bana onu söyle.
“Namaz Allah’ın anmaktır” de. O sana “Ben ne zaman Allah’tan gâfil oldum ki!” desin.
Sen oruç tutmadan bahset, o verilmiş ahitleri yenilemeden bahsetsin, seni ta Kâlû belâ’ya kadar götürsün. Ve bu anlayış karşısında  dile getirdiğin şeyin sathiliği sebebiyle yüzün kızarsın.
Sen zekat de o, haddizatında kendisinin ak ve pak olduğunu söylesin. Beyazın da beyazı var diyorlar ya. Aha böylesine beyaz olan bir kalbi ve gönlü, hangi kir ve pastan arındırmak için zekat verecek, ya da namaz kılacaksın.
Öyle bir cami düşün ki ne mihrap var, ne minber ne de kürsü… Cemaat ise hak getire. Ben buna nasıl cami derim.
Ha, dersin ki minber var ama minbere benzemiyor, mihrap var mihraplık yapmıyor, kürsü ise öylesine... O da ayrı bir sorun.
İmdi din adına konuşanlarımız bize öyle bir din anlatıyor ki, kişi için dini yaşamak kor ateşi avucunda tutmaktan daha beter oluyor. Dini ritüeller, bizi daha olgun, daha ahlaklı yapmak içindir. Ama bu ritüeller bazen canımızı acıtıyor.
Din menkıbelere boğulmuş bulunuyor. Uçurulanların sözde kerametleri yolumuzu kesiyor.
Sahabî, namaz kılarken atının örkten boşandığını ve uzaklaşmakta olduğunu fark edince namazını hemen bozup arkasından koşarak atına yetişmede bir sakınca görmüyor. Yaptığı işin dine aykırı olacağını düşünmüyor. Çünkü namazına devam etseydi şayet arkasından ilerlemiş yaşıyla kilometrelerce uzaktaki bir yolu yaya almak zorunda kalacaktı ve bu kendisine büyük bir meşakkat getirecekti. Oysa din meşakkati kaldırmak için gelmişti. O bunun idraki içindeydi. Çünkü yıllar boyu Hz. Peygamber ile olan sohbetinden dinin bu kolaylaştırıcı, meşakkati defedici ruhunu kavramıştı. Bu anlayışla o, namazını bozmayı ve atın ardından koşmayı dindarlığına halel getirecek bir şey olarak görmüyordu. Ama yeni yetmeler, o yaşlı sahabeyi incitecek şekilde kınayabiliyorlardı. Bu iki tavırdan hangisi doğruydu. Elbette, sahabînin temsil etmiş olduğu anlayış, dinin özüne uygun olanı idi.
Çok saygın bir fıkıh hocamdan dinlemiştim. Hatırımda kaldığı kadarıyla İbn Âbidîn’de yazıyor diye anlatmıştı.  Bağlam namazların vaktine gösterilmesi gereken önem idi. Namazları vaktinde kılmak o kadar önemliydi ki… Mesela şöyle bir manzarayı göz önüne getirin. Bir kadın doğum yapmaya başlamış ve hatta çocuğun kafa kısmı dışarı çıkmış. Ama doğum tamamlanmamış. Namaz vakti artık son anına gelmiş. Vakit çıktı çıkacak… İşte bu durumda kadın, kafası dışarı çıkmış çocuğun zarar görmemesi için bir oyuk kazacakmış ve namazını kılacak, çocuğun kafası o oyuğa gelecek ve de çocuk zarar görmeyecek, ama kadın illa ki namazını kılacak…mış.
Dindarlık işte bu!
Olurdu olmazdı, doğumun başlaması ile birlikte plasentanın yırtılması sonucu gelen sıvı sebebiyle abdesti bozulmuş olurdu olmazdı, bunlar bir tarafa… Fıkıhta nazarî yaklaşım (farazî fıkıh) diye bir şey var: Var say ki böyle bir durum var, o takdirde cevabı ne olur gibisinden bir yaklaşım. Yahu hele olay bir olsun ondan sonra bakarız, hem öyle bir olay olmaz ki… demek yok.
İşte böyle olmayacak bir olay farz edilerek namazın vaktinde kılınmasının ne kadar önemli olduğu anlatılır.
Bunu kitaba yazan fakih hiç doğurmuş mudur acaba! Allah bilir doğuranı da görmemiştir. Zaten o zamanlarda çocukları da leylekler getiriyormuş!
Namaz dinin direğidir. Direk gitti, din gitti.
Esasen doğru olan bu tür anlatımlar zamanı ve zemini dikkate almadan mutlak bir söylem ile söylenince o zaman bu anlatım tarzı henüz daha işin başında olan gençlerimizi, İslamla yeni tanışmış insanlarımızı zora ve sıkıntıya sokabiliyor.
Bir iki gün önce bir öğrencim geldi. Hocam “Falanca fakültede asistan olan arkadaşlarım var. Orada üzerlerinde bir baskı hissediyorlarmış ve buna sebep de namazlarını tuvalette kılıyorlarmış? Olur mu? diye soruyorlar” dedi.
İşte sana mesele! Farazî de değil.
Bir iki gün önöce Mehmet Ali Şahin, “Biz 2002’de hükumet olduk. Ancak referandum sonrası iktidar olabildik” anlamına bir şeyler söylüyordu.
Başörtüsü yasağı kamusal alanda kalkmıştı ve kamuda çalışanlar artık başörtüsü takabiliyorlardı.
Demek ki durum hiç öyle değil. Herkesin alanı, kendi alanı. GAP’ı gaptırmam, mantığı. Oraya daha kimse uzanamıyor. Herkes kuralını bir anlamda kendi koyuyor. Kendisi gibi olmayanı, en azından kendisi gibi görünmeyeni kendi alanında görmek istemiyor. Herkes kendi iktidar alanında ayrı gayrı kimse istemiyor.
İşte böyle bir ortamda üzerlerinde baskı hisseden bu kızlar namazlarını tuvalette kılıyorlarmış.
“Nasıl yani?” dedim.
“Kabinde, klozetin olduğu yerde kılıyorlarmış!”.
İmdi bu çocuğumuzun halet-i ruhiyesini düşünelim. Belli ki güçlü bir imanı var. Namazını kılmak istiyor. Öbür taraftan hayatının başında, kendisi için bir ideal belirlemiş, onu gerçekleştirmek için de bir yol tutmuş. İdealine götüreceğini bildiği için tuttuğu yolu kaybetmemek için de çırpınıyor.
Çarpan bu iki kanat onu yücelere çıkaracağı beklenirken, biz kızımızı tuvalette kaybediyoruz.
Nezakette, nezahatte biz erkekler gibi de olmayan bu ince ruhlu çocuklar, yapmış oldukları bu işle kim bilir nasıl travmalar yaşıyorlardır.
Soruyor: “Olur mu hocam!”
“Olur kızım neden olmasın? Sifonu çekince ne var ne yok zaten gidiyor. Üzerini de örter. Necaset madeninde olunca da zarar vermez. Bak içimizde de var, ama zarar vermiyor.!!!”
İyi de size bu aklı kim veriyor.
İslam deyince çaresizlik mi demektir. Zorluk ve sıkıntı mı demektir. İslam deyince bayağılık, pespayelik mi demektir.
İslam’ın zor zamanlar, sıkıntılı durumlar, meşakkatin normalin üstüne çıktığı anda devreye sokacağı ikame kurumlar yok mu? Ya kırk katır ya kırk satır mı?
Bu yavrularımız mesela neden namazlarını cem ederek kılmazlar da böylesi zor, aşağılayıcı duruma düşerler. Bu kızlar namaz konusunda kendilerini neden bu kadar çaresiz hissederler ve çeresizliği kendileri için bir çare görürler. Bunların insaflı hocaları yok mu? Söz kendileri olduğu zaman bin bir dereden su getiren ama başkaları söz konusu olduğu zaman takvanın da takvası kesilen adamlar mı bize yön verecek. Din konusunda bizim yegane örneğimiz peygamberimizdir. O, iki şey arasında seçim yapacağı zaman hep kolay olanını, hep nezih olanını seçerdi.
Herhangi bir hadis kitabına baksanız Hz. Peygamber’in namazların cem edilerek kılınması ile ilgili onlarca uygulama ve açıklamasını görürsünüz.
Mezheplerimiz de bu esası benimsemişler ve tam bir yelpaze şeklinde konuya yaklaşımlarını sergilemişler. En dar tutanlar Hanefîler ve en geniş tutanlar da Hanbelîler olmuş. Ortada da Şafiîler ve Mâlikîler var.
Cemi yani iki namazı birleştirerek bir vakitte kılmayı caiz kılacak mazeretlere baktığımız da şunları görüyoruz: Yolculuk, hastalık, süt emzirme, istihâza, her namaz için abdest alma imkanı olmayan ya da bunda zorlanan kimse (mazûr), can korkusu, mal korkusu, ırz korkusu,  cem yapmaması halinde geçimine halel geleceği (işini kaybetme vb. gibi) korkusu, kar, don, çamur, şiddetli soğuk, elbiseyi ıslatacak ölçüde yağmur…
Belli ki bunlar birer örnek. Fakihler kendi dönemindeki mazeretleri sıralıyor. 36 saat süren ikizleri ayırma ameliyatından bahsediyor mu? Yok. Niye? Çünkü onların öyle bir problemi yok. Trafik diyor mu? Yok? Çünkü böyle bir dertleri yok…
Biz, Şia gibi beş vakitte beş namazı üç vakte beş namaz  yapalım ve bunu kalıcı kılalım demiyoruz. Biz sadece Müslümanları, dindarlık adına sıkıntıya sokmayalım diyoruz.
-Efendim, eskiden insanlar dinleri uğruna ne sıkıntıları göğüslemişler. Ne yani şimdi biz ekmek kaygısı ile namazımızı kılmayacak mıyız? Allah Rezzak-ı âlemdir, bir kapıyı kapar binini açar.
-Bu anlayışı sen kendine sakla. Kendin yap. Biz de seni insanlık ufkuna bir değer olarak koyalım ve sana bakarak biz de hizaya gelelim. Ama sen bu sakim dindarlık anlayışını körpe yavrular üzerinden gerçekleştirmeye çalışma.
Fetva, Allah adına konuşmak demektir. İslâm deyince asgarî düzeyi esas almak gerekir. Aksi takdirde İslam adına bütün insanlığı kucaklayamazsınız. İslam seçkinlerin, güçlülerin, ayrıcalıkların dini halini alır.
Herkes kendisi söz konusu olduğu zaman ne yaparsa yapsın, ister hiç evlenmesin, ister geceleri hiç uyumasın, ister gündüzleri hep oruç tutsun… Ama bunları din adına başkasından istemesin.
-Söyleyin o kızlarımıza namazlarını cem ederek uygun ve nezih ortamlarda kılsınlar. Kendi içlerine sinmeyecek bir uygulamayı, İslam adına da yapmasınlar!
Umarım bu çözümü kendi akıllarınca bulmuşlardır.  Yok bunu onlara din adına birileri buyurmuşsa vah o zaman bizim işimize.
Bu yol çıkmaz sokak. Bu anlayış bizi boğar. Bu yaklaşım insanlığa huzur getirmez.
Güncel dini sorunlar olur muymuş?
Aklı olanlar için elbette olmaz. Ama akıl yok ki?
Ya birilerine emanet edilmiş, ya ariyet verilmiş. Ya da hiç açılmamış, sıfır kilometrede. O yüzden de adamların akılları çok kıymetli ya?
Allah’ım bize merhamet eyle!
Allah’ım ne olur bizi İslam’ın engin semalarında cevalan edenlerden değil, onun huzur ikliminde ayakları yerde, zemine sağlam basanlardan eyle!
Sala veriliyor.
Hayırlı cumalar!
06.12.2013

GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...