24 Kasım 2016 Perşembe

GÜLLER BİTMEDİ ÖĞRETMENİM


Evet, nereden nereye geldik.
“Eti senin kemiği benim”den, günümüzün her türlü imkânsızlıklara mahkum edilen, üstelik yeterince saygı bile gösterilmeyen öğretmenlerimize.
Eskiden, dayak eğitimde bir araçtı. Cezaî müeyyide olarak da kullanılırdı, terbiye amacıyla da. İslâm ceza hukukuna bakıldığında zina, iftira, içki gibi suçların cezalarının dayak türünden olduğu görülür. Buradan dayağın bir tür ceza olduğu anlaşılır.
Ama, hafif olmak kaydıyla terbiye için de kullanılırdı. İtaatsiz çocuk, eş, namaz kılmaya yanaşmayan kişi… gibileri, gerekirse dayakla uslandırılırlardı.
O zamanlar dayak cennetten çıkmaydı ve yenilecek bir şeydi. Gerçi biraz biberliydi, can yakardı ama, olsun, faydası zararından daha çok görülürdü. Sonuçta bir vasıtaydı. Henüz alternatifi de icat edilmemişti.
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Ziya Paşa bu beytinin, kısa bir zamanda herkesin dilinde bir atasözü gibi kullanılacağını belki yazarken düşünmemişti. Çünkü genel telakkilere uygun düşüyordu. Ne de olsa kemiği bizimdi ya. Etinin yerine et koymak da mümkündü.
Gel zaman git zaman, dayak yenilmez hale geldi. Çünkü dayağı atanlar kendi öz çocuklarını döver gibi dövmediler, hayvan döver gibi dövmeye başladılar. Gerçi hayvanlar da dövülmezdi. Ama hani daha dayanıklıdırlar diye fazla ses çıkarılmazdı. Zaten kendi dilleri de yok zavallıların. Eskiden falakaya yatırırlarmış ve ayak altlarına, sırta ve kaba yerlere vururlarmış. Hem bunun kuralları da varmış. Mesela cezaî müeyyidelerde bile sopanın kırbaç türü deriden yapılmış olması, budaklı ve sert ağaçlardan olmaması, ancak bir arşın kadar uzunlukta olması, alıcı yerlere vurulmaması, vurulurken kolun omuz hizasından yukarı kaldırılmadan ancak dirsek gücüyle vurulması, yaralayıcı bereleyici şekilde olmaması gibi bir sürü şartı varmış.
Ah insan! Ah insan! Kaydı kuydu kim tanır. Uygulamada insafı gösterecek olan muallimlerimiz değil mi? Kaba yerlerine vurmak yerine öğretmenlerimiz, körpecik çocukların ellerini yumak yaptırıp parmaklarının uçlarına cetvelin keskin yanıyla vurmaya başlayınca, sadece eti kendisinin iken, kemiklerin de sahibiymiş gibi keyfince onları da ufalamaya kalkışınca, yani kısaca ipin ucu kaçırılınca, dayağa karşı insanların vicdanlarında bir soğukluk duyulmaya başlandı ve artık bir eğitim aracı olarak kullanılmasına bile tahammül edilmez oldu.
Bakın ben kendimden anlatayım:
İmam-Hatip okulu ilçemizde yeni açılmış ve biz köyümüzden sekiz kişi bu okula yazılmışız. İlk okula kendi evimizde başlamanın avantajıyla akranlarımdan bir yaş daha küçüktüm. On bir yaşında zayıf, çelimsizdim.Yüzümde kan yoktu. Saçlarım diken gibi kalkık olurdu ve ben onları yatırmak için akşam yatarken mendil bağlardım. Bu kez de daha komik görünürdü. Neyse…
Bir gün İngilizce dersinden yazılı sınav oluyoruz. Dersimize okulumuzun müdürü giriyor. Müdür deyince, bir okulun bütün umurundan sorumlu kişi demek. Yani hem mektebin, hem hocaların hem de öğrencilerin her türlü umuruna bakacak, eğitim ve öğretimin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için her türlü huzur ve güven ortamını temin edecek… falan.
Gelin görün ki tam aksine bu hocanın bulunduğu sınıfı bırakın, koridorda ders yapma imkânı olmazdı. Karatahtalardan gelen kafa darbeleri sesleri binayı indirir kaldırırdı. Nice kulaklar yirilmişti ve kan sızardı ve en çok çekilen kulak da yeğeninin kulağı idi. Çünkü hoca adildi. Hz. Peygamber’in işe amcası Abbas’tan başlaması gibi o da yeğeninden başlardı. Mesaj da alınırdı hani.
Benim küçük ve sıska olmam sebebiyle yerim en ön sıraydı, ya da ikincisi. Benim arkamda bizim köylü şimdi rahmetli olan Abdullah diye bir arkadaşım vardı. Ve sınav başlamış biz cevapları yazıyorduk. Hoca, sıralar arasında dolaşıyor, çıt çıkmıyordu. Kimin haddineydi ki.
Bir ara tepemde dikildi ve kağıdıma bakmaya başladı. Benim aslında derslerim çok iyiydi -laf aramızda sözü edilen okulda dört yıl okumuştum ve dördünü de birincilikle tamamlamıştım-, ama insan hali, hata edebilir, yanlış yapabilirdim. Hem yanlış yaparsam zaten imtihandı bu, imtihan yanlışları, doğruları değerlendirmek için değil miydi?
Hayır, hayır! Hoca işaret parmağını kağıdımdaki bir kelimenin üzerine koydu. Ve eyvah ben bir yanlış yapmış “One” kelimesini okunduğu şekliyle “Van” diye yazmıştım. Hatamı fark ettim ve hemen silerek düzeltmeye başladım. Ama çok geçti. Hoca elleriyle kulaklarımı kavradı, yüzümü bütün bedenimle kendine doğru çevirdi. Ovaladı, ovaladı, ovaladı, sonra kulakların bir insan bedenini tartacak kadar sağlam olduğunu ispat edercesine beni yukarı doğru kaldırmaya başladı. Artık ayaklarım yerden kesilmişti, bir süre öyle tuttu ve beni sıraların arasına yere attı. Ben kendimi toparlamaya ve yerime oturmaya çalıştım. Oturdum, herhalde hocanın öfkesi geçmiştir diye düşünüyordum. Ama geçmemişti. Hoca sol eliyle başımı önüme doğru eğdi ve boşta kalan sağ eliyle boynumun köküne öyle bir darbe indirdi ki, biz köyde balyozla geven döverken bile ancak o kadar vururduk. Zınkkk dedi! Hiçbir şey hissedemez oldum. Hissettiğim bir şey varsa bütün tutargalarımın tutmaz oluşuydu. Bacaklarıma doğru ılık ılık bir şeyler akıyordu. Ve ben altıma etmiştim.
Diyeceksiniz ki hoca yeter, bu kadarı da fazla!
Hayır yetmedi, arkamda oturan Abdullah’ın göğsüne, sağ omuzu altına salladığı bir yumrukla ancak sakinleşebildi.
İnanın hiç mübalağam yok, bu anlattıklarımda. Ve bu bizim müdürümüzdü. Gurbette hem anamız, hem babamız, hem öğretmenimizdi. Başımız derde girince, sıkışınca ona koşacaktık. O da bizi sevecekti. Zaman olacak dövecekti, ama dövdüğü yerden güller bitecekti.
Güller bitmedi, öğretmenim! Eğer güllerin morlusu varsa, belki boyun kökümde öyle bir şey olmuştu. Eğer güller idrar kokusu veriyorsa, benim sıramdan da şimdi öyle kokular geliyordu.

İşte bu ifrat tavırdır ki, değerli dostlar dayağa top yekûn karşı olunması sonucunu doğurdu. Eğitimcilerimiz, onun yerini nasıl doldurdular, hangi modern araçları onun yerine ikame ettiler doğrusu bilmiyorum. Ama zaman zaman okullarımızdan dayak çığlıklarının bir şekilde kulaklarımıza kadar gelmesi onun sanki hâlâ alternatifsizliğini haykırır gibi meydanlarda kol gezdiğini de gösteriyor.
(Eski bir yazıydı.) 
Dua ile!
24.11.2016
GARİBCE


1 yorum:

  1. yeni nesil dayaktan nasibini alamadığı için şanslı mı değil mi bilemiyorum çünkü sonuç ortada. bizler dayak yiyerek büyüdük ve şükürler olsun ki dayağa karşıyız ama dayak olmadan da caydırıcı olmayacağını biliyoruz maalesef...

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...