6 Haziran 2020 Cumartesi

HAYRETTİN KARAMAN (FIKIH DÜŞÜNCESİNDEKİ ÖNCÜ YERİ)


AKADEMİK HAYATININ 50. YILINDA
PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
(FIKIH DÜŞÜNCESİNDEKİ ÖNCÜ YERİ)
(5 ARALIK 2009 CUMARTESİ 13.30 BAĞLARBAŞI KÜLTÜR MERKEZİ)

Kendi kendime sordum, böyle bir programda niye ben bulunuyorum? Diye. Cevap olarak dedim ki elbette ki sen olacaktın, çünkü Hocanın Fakültedeki gerçek varisi sensin. Niye diyeceksiniz. Çünkü o fiilen benim hocam olmuştur. Bu açıdan benim gibi olan talebesinin sayısı çoktur. Fakat ben İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi tezini hazırladım. Bu tezi ben yazdım ama büyük ölçüde onun fikirlerinin, tecrübelerinin ve birikiminin bir ürünü olmuştur. Biz Vecdi Akyüz ile birlikte doktora derslerini hocadan alırken iki kişi olmamıza sebep olmalı hoca fazla açılmadı. Ama bizden sonraki sınıf kalabalıktı ve içlerinde hocayı sürekli konuşturan, sorular soran arkadaşlar vardı. Hoca da böyle bir ortamda açıldıkça açılıyordu. Ben, mecburi olmamasına rağmen o derslerin tümüne istisnasız katıldım. Ötekiler belki sadece dinliyorlardı, ama ben canhıraş notlar alıyordum. Bütün alıcılarımı açıyor, kaplarımı doldurmaya çalışıyordum. Hocanın bazen değindiği ve fakat açmadığı düşünceler bile bende büyük açılımlar sağlıyordu. Ben ondan aldığım düşünceleri, örnek olayları evde tahkik ediyor, kaynaklarını buluyor, derinleştiriyor ve her birin tezimin alt başlıkları, örnekleri olacak şekilde geliştiriyordum. Bu itibarla benim bu tezim büyük ölçüde onun birikiminin benim düşüncemde şekillenip, benim elimde benim dilimde ete kemiğe bürünüp kitaplaşması olmuştur. Tabii doktora derslerinde hocanın bize İbn Âşûr’u okutmuş olması da tezin kıymetini bir kat daha artıran unsun olmuştur. Çünkü İbn Âşûr Tunus’un birikimi olmaktaydı ve daha sonra Vecdi ile İslâm Hukuk Felsefesi adıyla tercüme ettiğimiz ve birçok kez de yayımlanmış olan Makasdıu’ş-şerîati’l-İslâmiyye bu birikimin bir hülasası oluyordu. Bütün bunların yanında benim Haseki mezunu da olmam tezimin klasik boyutunun da yeterli derinlikte olmasının imkânını hazırlamıştı. Bunun sonucunda tez hem liberallerin hem de muhafazakârların ortak iltifat ve kabullerine mazhar olmuş ve yedinci baskısını yapmıştır. İşte bu tez sebebiyledir ki hocanın gerçek varisi benim diye kendime bir pay çıkarıyorum.
Hocam, ayrıca okutmakta olduğu fıkhu’s-sîre dersinin bizzat benim tarafımdan sürdürülmesini de istemiş. Bu yüzden de kendisine müteşekkirim.
Efendim Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:
-Hocam! Ay mı faydalı güneş mi faydalı? Diye
Hoca hiç düşünmeden cevabını vermiş:
-Tabii ki evladım ay daha faydalı çünkü güneş ortalık aydınlık iken doğar, ay ise gece karanlıkta!
Kendi karanlık dünyalarında aylarının ve hatta yıldızlarının aydınlığında mest olup, onlara olan hayranlıkla kendilerinden geçenler, güneşin zaten gündüzün aydınlığında doğduğunu düşünebilirler. Aslında birçoğumuz benzer düşünürüz. Etrafın aydınlığında güneş fazla dikkatimizi çekmez, esasen aydınlığın güneşe sebep olduğunu belki düşünmeyiz. O yüzden gecenin zifiri karanlığında parlamaya çalışan ay daha çok dikkatimizi çeker. Bu semalarında nice yıldızlar parlayanların aslında dünyalarının ne denli karanlık olduğunun da bir kanıtı olmalıdır. Modern dünyamızda yıldızdan geçilmiyor, her yerde yıldızlar geçidi izleniyor. Tevekkeli bu da modern dünyamızın aslında ne kadar bütün aydınlanma iddiasına rağmen ne kadar karanlık olduğunu gösteriyor. Bu salonda da durum farklı değil, bütün ışıklar divanda oturan beş kişinin (Başkan M. Akif Aydın, konuşmacılar: Ahmed Taşgetiren, İsmail Kara, Mustafa Uzun, Mehmet Erdoğan) üzerine tutulmuş ve onlar yıldızlaştırılmış, salondakiler ise yapay bir karanlık içinde siluetleştirilmiş. Dolayısıyla sadece yıldızların göründüğü, başkalarının yok sayıldığı bir dünyaya benzetilmiş. (Benim bu sözüm üzerine salondaki dinleyicilerin üzerindeki ışıklar da biraz açıldı ve ben onların tepkisini ölçme imkanına sahip oldum, onların yüzündeki ifadeleri, gözlerindeki ışıkları takip ederek konuştum, duygulandım, heyecanlandım, güldüm, güldürdüm ve çok da güzel oldu)
Ülkemizin ilim ve irfan ikliminde özellikle de İmam Hatip neslinin ufuklarında belki birçoklarının farkında olmayan nice güneşler var. Hiç şüphesiz bunlar içinde en parlak olanı Hayrettin Karaman hocam olmalı. Tabii onu Bekir Topaloğlu’suz anmak bir eksiklik olur. Çünkü bizim ilim yolculuğumuzda bize eş ve arkadaş olan el kitaplarının, sözlüklerin üzerinde hep ikisinin ismi vardı. Gıyaben isimlerini tanıdığım bu iki simanın hayal dünyamda oluşan imajları, onları ilk gördüğümde kendi gerçeklikleri ile Hayrettin Karaman lehine daha da iyi örtüşmüştü.
Haseki’de okuduğumuz sırada Yüksek Lisansa da başlamıştık ve Fahrettin Atar hocanın odasına girmiştim. Orada birkaç kişi vardı. İslâmî İlimler mezunu olmam hasebiyle tabii hiçbirini tanımıyordum. İçlerinden biri diğerlerinden daha çok itibar ve saygı görüyordu, kendisine diğerleri hocam diye hitap ediyorlardı. Kafası dazlamış, sarı saçlı, orta boylu bu adamın Bekir Topaloğlu olduğunu anladığımda epey bir hayal kırıklığına uğramıştım. Ben onu şöyle daha bir babayiğit, kara yağız, en azından kumral orta Anadolu tipinde tahayyül etmekteydim. Doğrusu bendeki hayali ile gerçekliği pek örtüşmemişti. Laf aramızda ben bunu ders esnasında bir vesile ile anlattığımda Azerbaycan’lı Elder adlı bir öğrencimiz aynı duyguyu kendisinin benim hakkımda yaşamış olduğunu söylemişti. Meğer benim İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi adlı tezimi orada ders kitabı olarak okumuşlar ve kendisine göre beni gözünde epey büyütmüş, benimle de karşılaşınca zihninde canlandırdığı ben, bana benzememiş…)
Topaloğlu hakkında yaşadığım bu hayal kırıklığını Hayrettin Hoca ile karşılaştığımızda yaşamadım. Demek onu zihnimde gerçekliğine yakın canlandırmışım. Hoca ile ilk görüştüğümde ben 26 yaşında Hoca da 48 yaşlarında oluyordu. Ben şimdi 53 yaşındayım. O yaşlarda hocayı bizim camiada tanımayan yoktu. Beni kim tanır bilmiyorum. Tabii kendimize de haksızlık etmeyelim. Hoca o yıllarda hem yolu açıyor hem de o yolda yol alıyordu. Arkadan gelenler de hep onların açtığı yoldan ilerliyorlardı. Bir anlamda hoca böyle bir rolü üstlenmeye mecburdu. Yeteneği, medenî cesareti, ilmî anlamda riyaset etme kabiliyeti… gibi olumlu hasletlere sahip olması, onun bu öncülüğünü sühuletle yapabilmesinin imkanlarını hazırlamıştı.
Tabii bu o kadar kolay da olmamıştır. Nereden nereye?
Mezhepsiz, vahhabi, reformcu, müçtehitlere karşı saygısız, işkembe-i kübradan tavizci fetvalar veren biri olarak karalanmaya, yaftalanmaya çalışılmıştı.
Ben İmam Hatip son sınıfta iken bir hocamız vardı ve onun nöbetçi olduğu günlerde eğer ben uslu durursam bana bir hediye verecek oldu, ben de söz verdim ve sözümü tuttum. Bana hediye olarak verdiği şey, Ahmet Davudoğlu Hoca’nın Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri adlı kitabı idi ve Hayrettin Hoca’nın adı da orada geçiyordu.
Erzurum İslâmî İlimler Fakültesinin ilk yılları modernist, reformcu saydığımız hocalarla mücadele ile geçti. Kendi özel hocalarımızın yönlendirmeleri ve şartlanmışlıkla tartışmalı konulara yaklaştık. Fakat zamanla kendi gözlerimiz açıldı, kendi aklımızla düşünmeye başladık ve mezhepsiz Hayrettin Karamanlar giderek bize daha yakın gelmeye başladı ve onları sevdik. İslâm hukukunu onun kitaplarından öğrendik. Ona olan saygımız giderek arttı ve biz onu bir otorite olarak görmeye başladık. Ama eleştirel yaklaşımı bize gene onlar öğrettiği için onu yanılmaz masum bir imam olarak da görmedik.
Mezhepsizliğin halk dilinde küfür olduğunu da dikkate aldığımızda hoca gerçekten haiz olduğu mevkie bedel ödeyerek gelmiştir.
Bu süreç nasıl işledi ve nasıl bir sonuca müncer oldu?
Hoca tecdîd yanlısı ve içtihad taraftarı idi ve bunu şiddetle savunuyordu. İslâm’ın hayatiyetinin buna bağlı olduğuna inanıyordu. O yüzden kendi ifadesiyle insanları ulaşmayı amaçladığı hedefe doğru önden çekiyordu. Bu uğurda zorluklara göğüs geriyordu. Fakat bir an oldu ki, önden çektiği insanlar kendisini de takmayarak, bazen çiğneyerek tozu dumana katıp pervasızca ilerliyorlardı. Bu gidiş hayra alamet değildi ve Hoca bu kez onların arkalarından tutup geri geri çekmeye, onları frenlemeye başlamıştı. Yine kendi ifadesiyle içtihad ve tecdîd için uzun süre fazla ilaç yüklemesi yapmıştı. Fakat bu hesap edilemedik bir şekilde bazı aşırılıkları tetiklemiş ve yan etkilere sebep olmuştu. Şimdi aynı hoca fazla ilaç yüklemesinden vazgeçmiş, ortaya çıkan aşırılıkları törpülemeye ve yan etkileri gidermeye çalışıyordu.
Burada bir hatıramı aktarmam aydınlatıcı olacaktır:
Odasında ders yapıyoruz. Bir telefon geldi ve hoca cevap verdi biz dinliyoruz. Tabii karşı tarafın sözlerini duyamıyoruz: Hoca hayır, olmaz dedi. Karşı tarafın sözü üzerine biraz da kızarak bir şeyler söyledi ve kapadı. Bize şunları söyledi: Biz vakti ile dört mezhepten de yararlanalım, insanların ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayalım dedik diye bize demediklerini bırakmadılar. Bize mezhepsiz dediler, reformist dediler. Şimdi adam çıkmış Şia mezhebinden bir adamla evlenmek isteyen bir kadın için benden fetva istiyor, ben de hayır olmaz deyince –Ama hocam falanca buna cevaz veriyor diye muhafazakar geçinen ve kendisine sözü edilen yakıştırmalarda bulunmadan kaçınmayan bir zatın ismini veriyor. Adamlar dört mezhepten yararlanmaya karşı çıkarlarken şimdi beşinci mezhepten de almayı bir marifet sayıyorlar (tabii o zamanlar devrim sebebiyle İran’a karşı bir sempati sözü edilen çevreyi bir hayli etkilemiş durumdaydı) Sonra hoca kendisinin niye caiz değildir dediğini bize gerekçesiyle beraber anlatıyor (Kadınla ters ilişki onlara göre caizmiş ? O yüzden sünnî bir hanımın böyle bir ilişkiyi caiz gören birisiyle evlenmesine onay veremezmiş) Nereden nereye?!
Bu itibarla Hoca için ileri sürülen “Hoca bir zamanlar değişimin öncüsü idi, şimdi ise muhafazakârların bayraktarlığını yapıyor” şeklindeki nitelemeler yerinde gözükmüyor.
Hoca yine değişimden, yine ictihad ve tecdîdden yana, ama bir şartla: Mutlaka denge korunmalı ve bu iş İslâmî kaynaklar ve yöntemlerle yapılmalı.
Buna rağmen hâlâ hocayı tefe koyup çalan ve adını internet sitelerinde teşhir eden, onunla uğraşmaktan zevk alan kesimler bulunuyor.
Hoca tecdîdden şunu anlıyor: Esasını bozmadan dini korumak, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamak, toplumun ihtiyaçlarını dinin katışıksız ve tükenmez kaynaklarından (kendi özgün metodolojisini kullanarak) karşılamak, ilahî nizamdan sapmaları düzeltmek ve engellemek, İslâm’ı asrın idrakine söyletmek.
Hoca, insanların din karşısındaki tavır ve yaklaşımlarını mesela başörtüsü örneği üzerinden kabaca şöyle taksim ediyor:
1. Köktenci yaklaşım: Köktenci Batıcılara göre dinin, insanların düşünce ve yaşayışlarını yönlendirme devri geçmiştir, insanlar akıl ve bilgilerinin rehberliğinde yaşamalıdırlar. Örtünme emri de dinden geldiğine göre bu emre uymak geriye dönmek, aydınlığı terkederek karanlığa gömülmek demektir. Bu sebeple islâmî örtünmeyi engellemek gerekir.
2. Islahatçı yaklaşım: Bu yaklaşımı benimseyenlerin içinde İslâm modernistleri ile modernizm öncesi ıslahatçıları vardır. Özellikle İslâm modernistleri, İslâmı anlama ve yorumlamada asıl (bazıları tek) kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'i almakta, bunun da sözlerinden, kelime ve cümlelerinden, getirdiği hükümlerden çok bunların gerisinde yatan maksada (sosyal ve ahlâkî amaçlara) dayanmaktadırlar. Bunlara göre örtünme emrinden maksat iffeti ve kamu düzenini korumaktır. Bunları koruyabilmek için örtünmenin gerektiği çağlarda ve şartlarda dinler örtünmeyi emretmiştir, şartlar değişip kamu düzenini ve iffeti korumak için örtünmeye gerek kalmadığında dinin bu -şarta ve geçmiş zamana ait- hükmü değişir, lafız, örnek ve tarihi çözümden amaca ve çağdaş çözüme geçilir; örtünme o çağ için islâmîdir, örtünmeme de bu çağ için islâmîdir. Bu yorumu yapanlar bir taş ile iki kuş vurmakta, hem İslâmın örtünme emrini çağın istek ve gereğine uydurmakta, hem de teorik olarak İslâmdan ayrılmamış, İslâmı sosyo-kültürel hayatın dışına atmamış olmaktadırlar.
Modernist yaklaşımın karşısında muhafazakâr islâmcılar vardır. Bunlar da iki guruba ayrılır:
1. Taklitçi muhafazakârlar: Burada taklitçiden maksat, kültür ve medeniyette Batı'yı taklit edenler değil, dinî hayatını, geçmiş devirlerde yaşamış ve ictihad ederek dini açıklamış bulunan alimlerden (müctehidlerden, mezheb imamlarından) birinin görüş ve anlayışına göre yaşayanlardır. Taklitçi mesela Hanbelî mezhebine bağlı ise ona göre kadının bütün vücudu avrettir, örtülmelidir, eli ve yüzü dahil hiçbir yeri namahreme gösterilmemelidir. Eskiler Kur'an'da geçen "cilbabı" (Ahzab: 33/59) çarşaf olarak tefsir etmiş ve bunun bütün zamanlarda kadının dışarıdaki dış giysisi olacağını söylemişlerse taklitçiye göre bu böyledir, kadın çarşaf giymeden dışarı çıkamaz...
2. İctihad ve tecdîd yapan muhafazakârlar: İctihad, dinin kaynaklarına inerek, bunlar üzerinde düşünerek dini açıklamak, dinin hükmünü tesbit ederek ortaya koymaktır. Tecdîd, dine sonradan katılmış olup onun özüne yabancı bulunan ve dini bozan bid'at ve hurafeleri ayıklamaktır. İctihad ve tecdîd yapanlar İslâmın örnek devirlerinde kullanılan metodolojiyi kullanıyorlarsa biz bunlara "muhafazakâr" diyoruz. Kaynaklar ve metodoloji bakımından kadim çizgiden ayrılan, aklı ve çağın kabullerini vahyin, naklin önüne geçiren, buna göre yorumlar yapanlara ise "İslâm modernistleri" denilmektedir.
İslâm modernistleri ile ilgili hocanın şöyle bir değerlendirmesi vardır: Modernitenin, aydınlanmanın, çağdaş değerlerin ister istemez baskısı altındayız. Bazı ilahiyatçılar kendilerini geleneksel İslâm çizgisine taşıyamıyorlar. Hal böyle olunca kendi bulundukları yeri, mevcut duruşlarını bir şekilde meşrulaştırmak istiyorlar. Bunu için de furu-ı fıkha baş vuruyorlar fakat aradıklarını orada bulamıyorlar. Bu kez bizzat kendileri istedikleri sonucu klasik fıkıh usulü ile biz üretelim diyor ve sonucu bu şekilde elde etmeye çalışıyorlar. Fakat o usul böyle bir neticeyi mümkün kılmıyor. Bu kez usulü de değiştirmek gerekir diyorlar. İş bununla da kalmıyor. Kaynakların değiştirilmesi de gündeme geliyor. Tarihselcilik söylemi öne çıkıyor. Bunlar içerisinde işi “Kur’an metni de problemlidir” noktasına kadar götüren oluyor.
İşte hoca bunlara karşı çıkıyor ve böylesi değişime direniyor.
Yetiştirdiği ve çok sevdiği öğrencilerin arada bir tozlarını alma ihtiyacını işte buna sebep duyuyor. Bursa’da Kurav’ın 14-15 Aralık 2002 tarihinde yapmış olduğu toplantılardan İslâm Fıkhını Nasıl Anlamalıyız? (Kurav Yayınları, Bursa 2006) sempozyumunda olanlar örnek olarak hatırlanabilir.
Burada bir soru da aklıma geliyor: Hocanın fazla ilaç yüklemesinin zaman içinde bazı olumsuz sonuçlarının ortaya çıkması gibi acaba tecdîd ve bid’at karşıtlığı mücadelesi mesela mevlid geleneğinin hemen hemen ortadan kalkması gibi bazı dinî kültürel etkinliklerin ziyan edilmesine kısmen de olsa olumsuz anlamda katkı da bulunmuş mudur? Doğrusu bunun da üzerinde düşünülmesi yerinde olur kanaatini taşıyorum.
Yazıyı Hocanın fetanet ve dikkatine, hikmetine delalet eden bir iki anı ile tamamlayalım: Hayreddin Karaman hocamdan Vecdi Akyüz ile birlikte ders okuyoruz. Doktora dersi. Elimizde Ali Sayis ile Şeltût’un hazırlamış oldukları Mukâranetü’l-Mezâhib var. (Not: Daha sonra bu kitap İslâm Mezhepler Hukuku adıyla çevrildi ki, bu isimle hiç ilgisi yok. Kitap, bazı konuları mezhepler arası mukayeseli olarak ele alıyor). Her ikimizin de Arapçası iyi. O yüzden hoca tercüme yaptırmıyor, sadece okuyup geçiyoruz. İki kişi olduğumuz için hoca fazla da açılmıyor. Biraz ben, biraz Vecdi okuyoruz, hoca çok az müdahale ediyor, ders böylece bitiyor.
Sıra bende. Okuyorum, hızlıca da gidiyorum. Bir kelime var, anlamını bilmiyorum, pek bir kalıba da uymuyor, ama kaptırdım gittim. Tarûniyye diye bir kelime. Hoca nasıl olsa sormuyor ya, ondan da cesaret alıyorum. Ama Hoca: -Dur! dedi ve anlatmaya başladı:
Senin durumuna benzeyen bir medrese hocası varmış vaktiyle, yarınki öğrencilere okutacağı dersi mütalaa ediyormuş. Yorgunluk mu, dalgınlık mı, yoksa imla sebebiyle mi her neyse “li emrin tıbbıyyin) şeklindeki bir kelimeyi “Lâ… “ diye tutturarak okumaya başlamış. Tabiî geriye “martabi” diye bir şey kalmış. Neyin nesi bu martabi, hiç görmediği, duymadığı bir kelime. Üstelik bir kalıba da girmiyor. Neyse sözlüklere bakmış bir karşılık bulamamış, kitapları, şerh ve haşiyeleri karıştırmış, hiçbirinde martabi diye bir kelimeye rastlamamış. Sonra kendi kendine:
-Hocalığını kullan! Bunca yıllık tecrüben var. Niye bu kadar dert ediniyorsun. Okurken hızlıca okuyuverir, manayı da yuvarlarsın olur biter, demiş ve bu düşünceyle rahatlamış.
Ertesi günü olmuş, dersi aynı şekilde tasarladığı üzere vermiş, okurken hızlıca geçiştirivermiş, manasını da yuvarlamış ve içinden bir “Ohh be!” diyecekmiş ki buna fırsat kalmadan mollanın biri:
-Hocam şu martabiyi anlamadık, deyivermiş. Hocanın başından bir kazan sıcak su dökülmüş. Ama işin içinde hocalık var, bozuntuya vermemek gerek. Hoca kendisini şöyle bir toplamış, derin bir nefes almış ve hakîmane bir eda ile:
-Evladım, martabi Kaf dağının ardında bir ottur, ne sen sor, ne ben söyleyeyim! demiş.
Hoca, hikayeyi bitirdi ve bana dönerek:
-Seninki tam martabîlik oldu dedi ve izah etti. Çünkü benim taruniyye diye kaptırıp gitmek istediğim kelime aslında “turuvvu niyye” diye iki kelimeden oluşan bir terkipti. Ama, ben kitabın neşrini yapanların dolduruşuna gelmiştim, çünkü bu iki kelimeyi bitişik yazmışlardı. Gene de hata benim hatamdı. Ben böyle bir hatayı yapmamalıydım. Anlamadığım bir kelimeyi, yuvarlama yoluna gitmemeliydim, hele bir üstadın önünde.
Olur bunlar insan hali. Ama kıymetli dostlar, bu vesile ile şunu da gördük ki, hoca bizi aslında iyi takip ediyormuş ve biz de öyle boş değilmişiz. Benim yaptığım türden hataları medrese hocaları bile yapabilirmiş.
Hoca, aynı zamanda bir sohbet insanı idi. Konuşkandır. Onun bulunduğu meclislerde genelde o konuşur. Çok konuşmak yerinde olmadığı zaman tabii ki iyi değildir. Ama hoca konuşmalarını hikmetle süsler, arada şakalar yapar, kendisini dinletirdi.
Bu özelliği dersleri esnasında da kendisini gösterirdi.
Birinde gene ders okuyorduk. Kalabalıktık (Doktora dönemi). O günlerde de reklam yasağını delmek amacıyla alkolsüz bira üretmişler, onun reklamını yapıyorlar. Malum alkollü içkilerin reklamı yasak. Tabii amaç, alkolsüz bira üzerinden asıl bira ve markanın reklamını yapmak. İşte böyle bir ortamdı. Arkadaşın biri sordu:
-Hocam, alkolsüz bira içmek caiz midir? diye. Hoca, buna hemen olur ya da olmaz diye cevap vermedi. ve şöyle dedi:
-Dur sana bir şey anlatayım. Hoca Nasreddin’e sormuşlar:
-Hocam, def-i hacet yaparken sakız çiğnemek caiz midir? diye. Hoca:
-Evladım, demiş, caizdir caiz olmasına da, senin ağzının oynadığını görenler, seni bir şey yiyor zannederler. Ne bilsinler sakız çiğnediğini. Demiş.
Ve bu fıkra, öyle oturmuştu ki yerine, hepimiz hem sorunun cevabını almıştık, hem de büyük bir keyif.
Hoca dediğin işte böyle olmalı diye de içimizden geçirmiştik.
Sonra, bu fıkra benim çok işime yaradı. Birçok vesile ile kullandım. İnsanların töhmet mahallerinden kaçınmasının hikmet gereği olduğunu anlatmama çok yardımcı oldu.
Sözgelimi bir Ramazan çadırında sakız çiğnemek orucu bozar mı diye sormuşlardı. Ben de hocanın bu fıkrasını anlatmıştım ve çok hoş bir cevap olmuştu.
Yazıyı bitirirken bir iki hususa daha değinmek istiyorum:
Birincisi şu: Hoca’nın her zaman için bir davası olmuştur, iman gibi İslâm’ın hayatın her alanında var olabilmesi ve onun bütün güzellikleri ile korunabilmesi için ortaya konulması gereken her türlü çaba anlamında cihadı da gerekli görmüştür. İçtihad, tecdîd gibi söylemler hep bu davasına ulaştıracağına inandığı araçlar olmuştur. Keza dergi olarak Nesil ve belki –bir ara- daha da önem verdiği ENSAR bu dava uğrunda ortaya konan çabalar olmalıdır. Ben Konya’da, Kombassan’ın düzenlemiş olduğu bir sempozyum vesilesiyle bulunduğumuz sırada hocanın orada otel salonunda yapılan Ensar toplantısında yaptığı konuşmasına rastladım. Orada ilimle uğraşmasını davası açısından ikinci planda bir uğraşı saydığı intibaını elde ettim. Bunu tahkik edebilmiş değilim. Buna göre hoca ile bizim birlikte ilim yaptığımız yıllar asıl yapmak istediğimi yapamıyorum, o zaman ilim yapalım dediği yıllar oluyor. Tarihteki âlim şahsiyetler içinde bu anlamda hoca, bir çok yönden at üstünde Moğollarla savaşan İbn Teymiye’ye benziyor gibi.
Eğer bu tespitimiz doğru ise hocanın İslâm Hukuku alanında ortaya koymuş olduğu yirmi cilde yakın telif eser bu ikincil faaliyetin semeresi olmakta ve onları bugün fıkıhla iştigal eden herkes hâlâ birinci el kaynaklar olarak kullanmaktadır. Ya bir de bütün himmetini hoca bu alana verseydi diye insan ister istemez düşünüyor.
Değinmek istediğim bir başka önemli husus da şudur: Ebu Hanife H. 150 yılında öldüğünde Bağdad’ın büyük bir alimi olarak ölmüştü. Fakat insanlar ve özellikle sevenleri onu değer dünyalarında yaşatmaya devam ettiler; eserleri yayıldı, derken onun ismi etrafında hatta bir sürü menakıb oluştu ve bir iki asır sonunda Ebu Hanife artık koskocaman İmam-ı Azam olmuştu ve ünü her tarafı tutmuştu.
Bizler de kendi öz değerlerimizi yaşatmaya devam edersek, neden onlar da her gün biraz daha büyümesinler ve insanların hayatlarında her gün biraz daha parlayan birer ışık olmasınlar.
Hayrettin Karaman yüzlerce talebe yetiştirdi. Şeyh olsaydı eminim çoktan uçurulurdu da. Ama alimlerin yıldızları galiba daha çok ölümlerinin ardından parlıyor.
2001 yılında emekli olan hocanın 2009 yılında bugün akademik hayatının 50. Yılını kutluyor olmamız Hayrettin Karaman’ın bu genel kabulü de aşabildiğini gösteriyor. Halihazırdaki insanların teveccühü onu değer dünyamızda giderek artan bir coşku ile yaşatacağımızı gösteriyor. Yetiştirdiği öğrencilerin ortaya koyduğu birikim belli bir kemiyet ve keyfiyete ulaştığında bu birikime bir isim koymak gerekirse Hayriyye ismi hiç de anlamsız olmaz diye düşünüyorum.
Kendisine, huzur ve mutluluk dolu, talebelerinin talebelerinin mürüvvetini göreceği daha nice uzun yıllar diliyorum.

Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
Ferah 05.12.2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...